İlkokul üçüncü sınıf talebelerinin olduğu katta, pencere önüne toplanan çocuklardan birisi parmağını göstererek bağırdı:“Ahan da eşek geliyor!”
Veletler birbirlerinin üstüne çıkarak pencerenin önünde zıplamaya başladı.“Hani eşek? Nerde eşek? Çekil ya! Ben de görecem! Ne yanda eşek?”
Okulun önündeki asfaltın karşı kaldırımında yaşlı bir adam, tıpkı kendisi gibi ihtiyar bir eşeğin üstünde ağır ağır ilerliyordu. Çocukların şamatalarını duyunca başını usulce kaldırıp kasketinin altından okula doğru baktı. “Duydun mu bre Kaküllü?” dedi acı acı gülümseyerek. “Kızancıklar benden çok seni bilirler… Gassaraylı Gomiz’den meşhursun!”
Okul bahçesindeki nöbetçi öğretmen, “Girin bakiim çabuk içeri!” diye seslendi. “Düşeceksiniz şimdi!” Çocuklar, birer ikişer pencere önünden ayrılırlarken kravatını düzeltir gibi yaparak eşeğiyle yoldan geçen yaşlı adamı göz ucuyla süzdü. “Çocukların hayret edeceği kadar var!” diye iç geçirdi. Yanına sokulan okulun hizmetlisine merakla sordu: “Hasan Efendi, sen buranın yerlisisin değil mi? Kim bu adam, her sabah bu saatte eşeğiyle asfaltın kenarından geçiyor?”
“Bizim Osman Aga’yı mı süülersin… Boş ver gitsin.” cevabını verdi hizmetli umursamaz bir sesle. “Papazküy’ün eskilerinden bi o kaldı. Zifir Osman deriz biz ona.”
Öğretmen, okulun bulunduğu mahallenin bir zamanlar “Papazköy” ismini taşıdığını, Selanik mübadillerinin gelmesinden sonra adının “Hasköy” diye değiştiğini, ama halk arasında hala eski adıyla söylendiğini biliyordu. Ama yaşlı adamın lakabını anlayamamıştı. “Zifir mi? O ne demek” diye sormaktan kendisini alamadı.
“Eskiden buralarda herkes tütüncülük yapardı. Yaş tütünü elleyince eline macun gibi bir şey bulaşır. Tadı zehir gibi acıdır, yıkayınca kolay çıkmaz, yediğin ekmeğe bile bulaşır. Te üüle nalet bi şeydir. 20 senedir buralarda tütün eken kimse kalmadı. Aha bir bu Osman Aga var işte… Tütüncülükten vaz geçmedi diye konu komşu ona Zifir Osman der.”
Dudak büktü öğretmen. “Kimi kimsesi yok mu bu adamcağızın da hala tütüncülük yapıyor?”
“Yok be ya. İhtiyacı olduğu için değil, arsası var. Saplantıdan devam ediyor tütüncülüğe… Hanımı iki sene önce öldü. Bir kızı var, çarşıda oturuyor, buralara pek gelmez. Damadı da avukat galiba… Çok zenginmiş.”
Bu arada yaşlı adam, okul bahçesindekilerin onun hakkında konuştuğundan habersiz, biraz ötede, apartman daireleri arasında kalmış küçük bir arsanın önünde eşeğinden indi. Arazinin asfalt cephesine doğru dikilmiş levhayı görünce irkildi. Üzerinde “sahibinden satılık arsa” yazıyordu. Altında da damadının telefonu vardı. Okkalı bir küfür savurdu. Levhayı çekiştirerek söktü, bir kenara attı. Eşeğini bir çalı dibine bağladı, sonra arsanın içinde sıralanmış fideliklere göz gezdirmeye koyuldu.
Topraktan uç veren tütün fideleri yeterince canlanamamışlardı. “Apartmanların gölgesinden güneş görmüyor ki fidecikler…” diye mırıldandı. Kasketini çıkarıp yan parseldeki sekiz katlı apartmana baktı. “Hey gidi Mursel Aga…” dedi. “Senle bu tarlada tütün ekerken ne komşuluk ederdik. N’oldu sattın da güzelim yeri? Lokum gibi toprağın üstüne diktiler beton yığınını!”
Başını iki yana salladı, sonra fidelerin arasından boy gösteren ayrık otlarına girişti. Neden sonra tekrar ayağa kalktı. Eşeğine atlayıp evine doğru yola koyuldu. Henüz birkaç adım gitmişti ki, ceketinin cebinden eski model bir cep telefonu çıkardı. Kayıtlı numaralardan kızının telefonunu buldu, arama düğmesine bastı. Dördüncü çalışta “Efendim baba?” diye cevap geldi.
Zifir Osman, kızına verdi veriştirdi. “Aç mısınız, açıkta mısınız? Tarlamı, malımı mülkümü satmak için ölmemi bari bekleseydiniz kızım?”
“Ama baba…” dedi kızı telefonun öbür ucundan. “Tarla değil ki artık oraları? Belediyeye git bak, hepsi arsa oldu…”
“Başlatma arsandan! Ben yetmiş senedir tütün ektiğim yeri sattırmam. Damada süüle attırmasın kafamın tasını! Fideler hele bi büyüsün. Bu sene de tütün ekeceğim. Ben ölürsem te o vakit ister satarsınız ister savarsınız yerleri… Anladın mı?”
“Babacığım sen ne diye yoruyorsun bu yaşta kendini yaaa? Müsaade et, kat karşılığı satalım. Sana da şöyle doğalgazlı, geniş, güzel bir daire düzeriz. Azcik rahat et… Tütün diye tütün oldun, çıktın be baba…”
“Elbet üüle yapalım. Ben kalorifere yaslanır televizyona bakarım, Kaküllü’yü de balkona bağlarız artık!”
“Kaküllü mü? O ne baba?”
Zifir Osman, sinirle kapattı telefonu. Ceketinin cebine koyarken hala saydırıyordu. Eve varıncaya kadar da söylendi durdu. Yol boyunca düşündü. Eskiden iki katlı, Rumeli şivesiyle “harim” dedikleri geniş bahçelerin içinde evlerle dolu çok güzel bir köyde yaşıyorlardı. Arkalarında yemyeşil bir orman, önlerinde Karadeniz’in doyumsuz mavisi… Her evin önünde bir kara üzüm bağı… Etrafında çeşit çeşit çiçekler… Porta kapısı önünde sokağa sarkan bir dut ağacı, birkaç tane de incir… Şimdilerde bu güzelliklerden ne kalmıştı geriye?
Eve varmak üzereydi ki rahmetli komşusu Rafet Aga’nın oğlunu gördü. Yeni aldığı arabaya binmeye hazırlanıyordu. “Selamın aleyküm kızanım.” diye seslendi. “Müsait bir zamanda sizin traktörle benim yerleri bir sür de paracığı neyse verelim.”
“Aleyküm selam Osman Aga.” dedi komşu çocuğu. “Traktörü sattık yerine bu arabayı aldık. Kusura bakma. Babam öldüğünden beri yatıyordu kapının önünde. İstedik, çürümeden satalım.”
Yaşlı adam kafasından kasketini çıkardı.“İyi ya te üüle olsun.” cevabını verdi. Yapacak bir şey yoktu. Komşusu Rafet Aga öleli beş sene olmuştu. Sanayide tornacılık yapan oğlu, baba ocağını yıkmış, yerine beş katlı bir bina yaptırmış, kardeşleriyle beraber oturuyordu. Tarla tabanla ilgilenen kimse kalmayınca traktör de bir köşede mahzun, öylece duruyordu.
Eskiden köy olan, şimdilerde kentin yuttuğu bir mahalle haline gelen Papazköy’ün son geleneksel evlerinden biriydi Zifir Osman’ınki… Eşeğini evin altındaki küçük ahıra bağladı. Önüne yemini, suyunu koydu. Sonra hayvanın sırtını sıvazladı. “Korkma bre Kaküllü…” dedi. “Ben sağken ne tarla satarım, ne de seni… Lakin ben ölünce damat ne yapar bilmem. Rahmetli Rafet Aga’nın kızanları gibi önce te bu evi yıkarlar, sonra seni de Rafet’in takoz traktörü gibi üçe beşe bakmadan verirler, işte oracığını bilmem!”
Eşek, kocaman gözlerini kırpıştırdı. Dile gelseydi ne derdi bilinmez. Lakin öylesine yorgun görünüyordu ki, bu yaz tütün bohçalarını getirip götürmeye hiç de istekli değildi sanki. Sahibi ahırdan çıkınca yere çöktü. Uzun uzun anırdı.
O sırada rahmetli Rafet Aga’nın gelini mutfakta, televizyondan öğrendiği “Selanik Gevreği” tarifini yapmaya çalışıyordu. Eşeğin sesini duyunca kendi kendine çemkirdi. “Bu ne ayol!” dedi. “Şehir ortasında eşek mi olurmuş mari? Belediyeye şikâyet etmek lazım artık Zifir Osman’la şu pire torbasını!”