İttihat ve Terakki Cemiyeti
Türk aydınlarının yüz yılı aşkın bir süredir tartıştığı önemli konulardan biri, bir döneme damga vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Hem ülkemizde hem de yurt dışında üzerinde pek çok çalışma yapılmış olmasına, doğrudan bu cemiyetin içinde yer alanların ya da karşıtlarının bir kısmı anılarını yazıp durumu anlatmış olmalarına rağmen konu üzerindeki tartışmalar ve uzlaşmazlık durumu günümüzde de sürüp gitmekte. Bu tartışmaların bir kısmı, bu cemiyetin faaliyet gösterdiği zamanın koşullarına göre değil, bugünün bakış açısıyla ve mensup olunan ideolojilerin penceresinden yürütülmekte, dolayısıyla da konuyla ilgili değişik düşünce ve yorumların sonu gelmemektedir. Cemiyetin faaliyet gösterdiği zaman dikkate alındığında pek çok konu anlaşılır duruma gelir ve olup bitenlerle ilgili mantığa ve tarihî gerçeklere daha uygun açıklamalar yapılabilir. İdeolojilerin koşullandırdığı beyinlerle yapılan değerlendirmelerden zaten doğrulara uygun, hakkaniyetli sonuçlar çıkması beklenemez.
Günümüzde bu cemiyete en katı karşıtlığın siyasal İslamcılardan geldiği görülür. Onlara göre milliyetin, özellikle de Türklüğün telaffuzu bile din açısından sakıncalı bir durumdur. Bu cemiyet, insanlarda Türklük duygusunu uyandırmış ve dolayısıyla Osmanlı egemenliğindeki azınlıklar da onlardan etkilenerek kendi uluslarına sahip çıkma gereği duymuşlar ve Osmanlı böylece parçalanmıştır. Bu, tarihin gerçekleriyle uzak yakın ilişkisi olmayan bir görüştür ancak yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın bu sakat düşüncede ısrar eden, buna inanan pek çok okur yazarın olduğu da bir gerçektir. Kabaca böyle açıklanacak bir düşünceyle bu cemiyete karşıt olanlar, Müslüman olanlar da dahil olmak üzere bütün azınlıklarda bağımsızlık mücadelesi başladıktan sonra bu cemiyetin Türklük düşüncesini öne çıkarmaya başladığını kabul etmek istemezler ve devletleriyle milletleri için ömürlerini harcayıp ölüp gitmiş kimselere iftiralarından bir türlü vazgeçmezler. Durum böyle olunca amaçlarının İttihat ve Terakki Cemiyeti karşıtlığından çok Türk karşıtlığı olduğu ortaya çıkar.
İki Avrupa
On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında dünya, geçmişe göre oldukça hızlı değişimlerin görüldüğü bir çağı yaşadı. Avrupa sömürgeciliğinin hiçbir ahlaki kural gözetmeyen ve adeta bütün dünyayı yutmak isteyen aç gözlülüğü ve azgın tavrı, yaşanan teknik gelişmelerin verdiği üstünlük duygusuyla kendinden başka herkesi köleleştirmeye hakkı olduğunu düşünen hak kavramından yoksun siyaset Avrupası bir yanda, aynı topraklarda pek çok felsefi ve kültürel gelişmenin kaynağı olan, dünyanın farklı bölgelerindeki insanlar için çekici duruma gelen uygarlık Avrupası bir yanda… Siyaset Avrupası’ndan korkup çekinen Türk aydınları, uygarlık Avrupası’na hayran olmaktan, bu Avrupa’yı oluşturan fikirleri kendi ülkelerine taşımaya çalışmaktan kendilerini alamıyorlar, bunun için mücadele ediyorlardı. Olup bitenler, anlayabilen ve zamanı okuyabilen kişilere imparatorluklar çağının sonuna gelindiğini, uluslar çağının başladığını açık biçimde gösteriyordu. Osmanlı, 1. Meşrutiyet’i yaşatamamış ancak ikincisini ilan etmek zorunda kalmış, birkaç yıl önce Rus Çarlığı, ondan bir yıl sonra İran meşrutiyet yönetimini ilan etmişti. Tabiri uygunsa cin şişeden çıkmıştı. Ancak Osmanlı Devleti yıkılırken bugünkü devletimizi ve bağımsızlığımızı da borçlu olduğumuz öyle bir kuşak yetiştirmişti ki bunların o yokluklar içerisinde başardıkları düşünüldüğünde ufuklarının genişliğine, düşüncelerinin ve ülkücülüklerinin sınır tanımazlığına, yılgınlık kavramını tanımayışlarına şaşırmamak mümkün olmaz. Bu altın kuşağın yetişmesinde devletin kurduğu eğitim kurumlarının rolü kadar bir vatanseverlik gayretinin ürünü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti başta olmak üzere kurulan pek çok cemiyetin ektiği tohumları görmemek ve haklarını teslim etmemek insafsızlık olur.
O, Yalnızca Bir Cemiyet Değildi
1. Meşrutiyet’in ortadan kaldırılması, anayasanın rafa kaldırılması, meclisin dağıtılması, sultanın yönetim biçimi birtakım aydınlar tarafından hoş karşılanmamış, bu aydınlar kendilerini aldatılmış hissetmişler ve konuyla ilgili faaliyetlerini sürdürmüşler, bu arada pek çoğu Avrupa’daki gelişmeleri yakından izlemeye hatta bir bölümü Avrupa’nın büyük merkezlerinde yaşamaya başlamış, orada ortaya çıkan düşünce akımlarından etkilenmiş ve bu düşünce ve akımları ülkeye taşıyıp burada da o doğrultuda gelişmeler olması için çaba göstermişler, pek çoğu devletin takibine uğramış, sürgün edilmiş, yurtlarından uzakta kaçak hayatı yaşamayı göze almıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti bu koşullarda kurulmuş ve özellikle öğrenciler arasında örgütlenmeye başlamıştı. Devletin cephelerde yaşadığı başarısızlıklar, Müslim ya da gayrimüslim hemen bütün azınlıkların millî hislerle donanmış biçimde bağımsızlık istemeleri; Osmanlıcılık, İslamcılık düşünceleriyle devleti kurtarma çabası içerisinde olan Türk aydınlarını çaresiz bırakmaya ve son sığınak olarak Türkçülük düşüncesine sarılmaya mecbur bırakmıştı. Özellikle Müslüman olan, devlette hep el üstünde tutulan ve yönetimde söz sahibi olan Arnavutların bağımsızlık isteğiyle isyan hareketlerine başvurmaları, herkesi şaşkına çevirmiş ve bu duruma kimse bir anlam verememişti. Bir yabancı bilgin olan Feroz Ahmet’in Müslüman olan Arnavutların bağımsızlık mücadelesine girişmesiyle ilgili değerlendirmesi ilgi çekicidir: “Arnavutlar, yıllardır devletin temel taşlarından birini oluşturmuş ve onlara imtiyazlı davranılmıştı. İmparatorluğun yönetiminde oynadıkları önemli rolden sonra, ayaklanmaları ve ayrılmaları Türkleri oldukça şaşırtmıştı.” Halbuki çağ, millet ve milliyetçilik çağı idi ve Arnavutlar, Avrupalı olmaları dolayısıyla orada olanlardan daha kısa sürede etkilenmişler ve ayrı bir millet olduklarının idrakine varmış, din ortaklığını rahatlıkla bir yana itmiş, yalnızca kendilerine ait bir devletleri olması için mücadeleye girişmişlerdi ancak millî bilinç denildiğinde aklına milliyet düşüncesi değil de din gelen, uluslararası ilişkilerde belirleyici gücün askerî güç olduğunu düşünmeyen Türk aydını ve halkı bu duygudan henüz uzaktı ve Arnavutları anlamakta güçlük çekiyor, olanları ihanet olarak değerlendiriyordu.
Önce Osmanlıcı, Sonra İslamcı, En Sonunda Türkçü Oldu
İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının da başlangıçta Osmanlıcılık, daha sonra İslamcılık düşüncelerinden medet umdukları ancak Balkan bozgunundan sonra açık biçimde Türkçülük düşüncesini telaffuz etmeye başladıkları bilinmektedir. Yani bu insanların sorunu, herhangi bir ideolojinin başarısı değil, öncelikle bağımsız yaşayabilecekleri bir devletlerinin varlığı idi. Türkçülük düşüncesine sarılmalarının da esas nedeni aynıydı. Aydınlar arasında Türkçülük düşüncesinin yayılması ve bu düşünce doğrultusunda çeşitli örgütlenmelerin olması, bilimlik çalışmalar yanında basın yayın organlarının pek çok etkinlik gerçekleştirmesi dolayısıyla kısa süre içerisinde Türk kavramı, Türk’e ait, Türk ile ilgili her şeye farklı bir gözle bakılmaya, farklı bir değer verilmeye başlandı. Eski Turancılardan Şevket Süreyya Aydemir’in konuyla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Şimdi İstanbul, yalnız Osmanlı devletinin başkenti olduğu için değil, en güzel Türkçenin konuşulduğu, en ülkücü kitapların yazıldığı, en geniş ufuklara seslenen yeni bir hareketin merkezi olduğu için başka bir önem aldı. Anadolu ise birden sevildi. Eski devrin kasvetli Anadolu’su, ‘Kaba ve görgüsüz Türk’ü’, artık tarihe karışmıştı. Şimdi milletin adı Türk, konuştuğu dil güzel Türkçe idi. Türklük, şerefli bir ululuktu. Vatana ise artık Osmanlı toprağı değil Türk yurdu deniliyordu.”
Ziya Gökalp Türkçülük Nasıl Doğdu başlıklı makalesinde İttihat ve Terakki ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Derhal Rusya’daki gizli teşkilatlara müşabih bir inkılap cemiyetinin teşkiline başlandı. Tıbbiyenin son sınıflarında kurulan bu cemiyetin ismi “İttihat ve Terakki” idi. Fakat bu tabirin başına ilave edilecek ilk kelime hakkında arada ihtilaf hasıl olmuştu. Harsa kıymet verenler bunun “Türk İttihat ve Terakkisi” olmasını ileri sürüyorlardı. Kemiyete ehemmiyet verenler “Türk” kelimesi yerine “İslam” kelimesini koymayı tercih ediyorlardı. Avrupa’nın teveccühünü kazanmak gibi siyasi bir endişeye kapılanlarsa ilk kelimenin “Osmanlı” olmasını muvafık buluyorlardı. Siyasi bir cemiyette siyasi endişenin galebe çalması tabiî olduğu için üçüncü teklif kabul edilmişti. İşte memleketimizde “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” namıyla teşkil eden ilk cemiyet bu teşkilattır. Bugünkü İttihat ve Terakki’ye gelince bu, Rumeli’de ibtida “Hürriyet” namıyla teşkil eden bir cemiyetin sonradan bu eski inkılap teşkilatının unvanını almasıyla husule gelmişti. İşte Hüseyinzade Ali Bey’i memleketimizdeki Türkçülükle halkçılığın mürşidi olarak gördüğümüz gibi ilk siyasi cemiyetin de müsebbibi olarak buluyoruz.”
Cemiyetin kuruluş tarihi, kurucuları arasında kimlerin bulunduğu vb. konularla ilgili değişik kaynaklarda farklı bilgilerle karşılaşılır. Ahmet Bedevi Kuran, cemiyetin Sultanselim civarında, Çukurbostan’da verilen son kararla Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinden İbrahim Temo, Harputlu Abdullah Cevdet, Kafkasyalı Mehmet Reşit, Bakülü Hüseyinzade Ali ve Diyarbakırlı İshak Sükûtî tarafından 1892 yılında kurulduğunu yazar. Kazım Karabekir’e göre ise kurucular; Konyalı Hikmet Emin, Arapkirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İshak Sükûtî, Ohrili İbrahim Ethem (Temo), Kafkasyalı Mehmet Reşit’tir.
Hilmi Ziya Ülken ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu ve kurucuları hakkında şu bilgiyi verir: “Bu cephe, Kemal ve Ziya’nın (Namık Kemal ve Ziya Paşa) eserlerini okuyan genç nesilde, en sonra, Yeni Osmanlı Cemiyeti’ne benzer bir siyasi cemiyet kurma teşebbüsüne vardı. Bu cemiyet, bazı tıbbiye öğrencilerinin kurduğu İttihat ve Terakki’dir. Cemiyet’in ilk adı İttihad-ı Osmani’dir. 21 Mayıs 1889’da İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Mehmet Reşit, Hüseyinzade Ali ve Ubeydullah Efendi tarafından kurulmuştur. Sirkeci’de bir kahvede Hüseyinzade ile Ubeydullah Efendi’yi tanıştırdılar. Bu sırada Hüseyinzade’nin Rusya’da Çarlık idaresine karşı nihilist gizli cemiyetlerin altışar kişilik gruplar halinde nasıl faaliyete geçtiklerini anlatması üzerine, Ubeydullah ile İshak Sükûtî tarafından teşkilat yapılmasına memur edildi.”
Enver Ziya Karal da konuyu değerlendirenler arasındadır: “Cemiyetin kurucuları Askerî Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Temo (Ohri), Abdullah Cevdet (Harput), Mehmet Reşit (Kafkasya), Hüseyinzade Ali (Bakü), İshak Sükûtî (Diyarbakır)’dir. Cemiyetin ilk adı ‘Cemiyet-i Osmaniye İttihat ve Terakki iken kısa bir müddet sonra ‘Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ olarak değiştirilmiştir. Cemiyete ilk girenler arasında Âsaf Derviş (Paşa), Süleyman Emin (Paşa), İsmail Safa Bey, Naci (Paşa) gibi kimseler olmuştur.”
Osmanlıcı Bir Program
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1902 yılında Mısır’da yayımlanan Şura-yı Ümmet gazetesi tarafından ilan edilen programı:
1.Osmanlı Devleti’nin siyasi istiklalini ve toprak bütünlüğünü her türlü yabancı müdahalesine karşı korumak.
2.İstibdadı yıkmak, meşrutiyeti kurmak ve 1876 kanunu esasisi hükümlerini tatbik etmek.
3.Kurtuluş ve saadet Osmanlılıkta olduğu için bütün Osmanlıların ittihadını (birliğini/kaynaşmasını) sağlamak.
4.Islahat fikrini, Osmanlı fert ve kavimleri arasında yaymak, bundan başka, Osmanlıların en ileri milletlerle aynı seviyede olmak istidadından mahrum olmadıklarını yabancılar nazarında ispata çalışmak.
5.Osmanlı hanedanı ve hilafet makamını, vatan ve millete faydalı olacak surette kuvvetlendirmek.
Bu program dikkate alındığında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlıcı görüşe sahip olduğu ve devletin devamlılığını, bütün Osmanlıların birliğini sağlamak ancak yönetim biçimi olarak anayasal bir düzene geçiş amacıyla kurulduğu anlaşılır. Ayrıca programın hiçbir maddesinde Türk sözünün geçmemesi de dikkat çeken bir durumdur.
Samet Ağaoğlu’nun “Babamın Arkadaşları” adlı eserinde konuyla ilgili yaptığı değerlendirme önemlidir: “İttihatçılar zamanında, onlara yol gösteren fikir cereyanları, sonraki devirlere nispetle çok daha fazla, çok daha ahenkli idi. Bu adamların yazmak istediklerini, neler yapacaklarını iyi biliyorlardı. Bu bakımdan birinci sınıfın arkasında, fikir ve düşünce aşılayan öyle insanlar vardı ki, günün birinde bunların tarihî hizmetleri belki meydana çıkabilir, fakat yüzleri insan olarak, dost olarak hemen hep meçhul kalacaktır. İşte bu insanlardan biri de babamın, beyaz sakallı, pembe yüzlü, güzel gözlü, şair, ressam, musikişinas, müneccim, falcı, profesör, doktor, Kafkasyalı arkadaşıydı… İttihat ve Terakki’nin baş kurucularından birisi olduğunu…” Burada sözü edilen kişi, yazarın babası Ahmet Ağaoğlu’nun hem hemşerisi hem mücadele arkadaşı ve çok yakın dostu Hüseyinzade Ali Turan Bey’dir.