Bilindiği üzere Türklerle Ruslar, daha genel ifadeyle Slavlar, tarihin erken zamanlarından beri münasebet halinde olup yüzyıllarca iç içe yaşamış iki millettir. Hatta Ruslar, Türklerle münasebetlerinin sonucunda millet olma düzeyine yükseldi dense yeridir. 1552 yılında Kazan Hanlığının düşmesiyle tarihi Türk yurtlarında Rus egemenliği perçinlenmiş oldu ve o günden sonra Ruslar sürekli olarak Türkler aleyhine doğuya ve güneye doğru genişlediler. On dokuzuncu yüzyılda Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Türkistan ve Kafkasya hemen bütünüyle Rus işgali altına girmiş durumdaydı. Yüzyıllar süren bu karşılıklı ilişki ve Rus egemenliğinin Türkler üzerindeki etkisi bugüne kadar bütün yönleriyle araştırılıp tam bir durum tespiti yapılmadı. Son yıllarda ilişkilerin yoğunlaşması ve çalışma imkânlarının artması dolayısıyla genç bilginlerimizin yaptığı çalışmaların umut verici olduğunu belirtmemek haksızlık olur.
Rusların Türklere ve Türk yurtlarına yönelik politikaları yüzyıllar boyu değişmedi. Politikadaki sürekliliği, Çarlık Rusya’sı ile bambaşka iddialarla ortaya çıkan komünist yönetim zamanındaki Türklere yönelik devlet uygulamaları karşılaştırıldığında açık biçimde görebiliriz. Yönetim sistemi ve yöneticiler değişti, Çarlık dönemi komünistler tarafından lanetlendi, Çarlık taraftarı binlerce kişi öldürüldü ya da sürgün edildi, ancak Türk kimliğini etkisizleştirmeye, onlara yeni kimlikler giydirmeye yönelik politikalar değişmediği gibi, eski deneyimlerden yararlanılarak daha sistemli ve acımasız biçimde uygulandı.
Çarlık devrinde Rus devletinin amacı, Türk topraklarına mümkün olduğu kadar çok Rus yerleştirmek suretiyle nüfus dengesini değiştirmek, ikinci adım olarak da kesintisiz uygulanan misyonerlik faaliyetleriyle Türkleri Hristiyanlaştırmak ve daha sonra ise Ruslaştırmak idi. Yüzyıllar boyu uygulanan bu politikalar büyük ölçüde başarılı oldu ve geçen zaman içinde pek çok Türk halkı bütünüyle Hristiyanlaştı ve Slavlaştı. Bir kısmı Hristiyan olmalarına rağmen dillerini koruyabildi ve Türk olarak varlıklarını sürdürmeyi başardı.
Bu çalışmada Sovyet döneminde ilkokul çağındaki çocuklar üzerinde uygulanan sistemli kimlik değiştirme çabaları, asıl kimliğinden uzaklaştırıp yeni bir kimlik giydirme yani Ruslaştırma konusu bir okul kitabından alınan birkaç örnek metinle gösterilecek ve bağımsızlık sonrası alınan karşı tedbirlerden kısaca söz edilecek, yıkılmaya çalışılan ve kurulması amaçlanan ne idi ve sonuç nasıl oldu sorularına kısaca değinilecek, birkaç da öneride bulunulacaktır.
Türkistan Türklüğünün aydınları orta asırlarda kendilerini doğrudan Türk kimliğiyle tanımlıyor, bu kimlikle yaşıyordu. Bölgede Müslüman olan başka halklarla iç içe ya da komşu olarak yaşanıldığı için din ayırıcı bir kimlik ögesi olarak öne çıkmıyor, millet mensubiyeti kimlik belirleyicisi olarak ifade ediliyordu. Bu konuyla ilgili başvuracağımız ilk isimler, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Hoca Ahmet Yesevi ve sonraki kuşaktan da hemen her eserini “Bu tür eserler Araplarda ve Farslarda çok var, ben Türkler de bu bilgilerden mahrum kalmasın diye Türkçe yazdım” diyen Nevâyî’dir. Oğuz Türklüğü ise, özellikle Osmanlı sınırları içerisinde kimliğini Osmanlı ya da Rûmî olarak ifade ediyordu. Zaman içerisinde özellikle Hristiyan halklarla komşu ya da iç içe yaşayan Türk halkları Türk kimliği yanında Müslüman kimliğini de kullanmaya başladı ve bu kimlik daha sonra Türk tanımlamasını zayıflattı, on dokuzuncu yüzyıla yaklaştıkça önce İdil-Ural bölgesinde daha sonra ise hemen bütün Çarlık egemenliğindeki Türk ülkelerinde yaygınlaşıp Balkanlardakine benzer biçimde Türk ile eş anlamlı kullanılır oldu.
Türk dünyasında kimlik sorununun yoğun yaşandığı dönemlerden biri olarak 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarını gösterebiliriz. Bu dönem, Türk dünyasının hemen her yerinde siyasi açıdan bir durgunluğun, geriye gidişin ve çöküşün yaşandığı, ancak oldukça önemli bir aydın kuşağın da yetiştiği ciddi bir mücadele dönemi oldu. Bu yıllarda Avrupa’daki bilimlik ve sosyal gelişmeler geç de olsa Türk aydınlarının da ilgisini çekmeye ve onları etkilemeye başladı. Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinde kurulan Türkoloji bölümlerinde yapılan çalışmalar, kısa sürede Türkler arasında da yankı buldu. Türklük Bilimi alanında çalışan yabancı bilginlerden pek çoğu, devletlerinin emperyalist amaçlarından bağımsız olarak ömürlerini harcayıp Türklük ile ilgili pek çok anıt eser ortaya koydu. Bunlar, uçsuz bucaksız bozkırlarda, çöllerde yıllarını harcadılar, pek çok tehlikeyi göze alarak Türklüğün tarihi mirasını gün yüzüne çıkardılar. Bu çalışmalar hangi amaçla yapılmış olursa olsun doğurduğu sonuçlar itibariyle bütün Türklerin bu bilginlere çok şey borçlu olduğunu belirtmemiz ve onlara büyük minnet duymamız gerekir. Radloff, Thomsen, Peliot, Bang, Zayaczkowsky, Clauson, Poppe, Nemeth, Rasonyi, Samoyloviç gibi öncü ve büyük türkologları saygıyla anmak elbette Türkler için bir borçtur.
Hem birtakım siyasi olayların insanları arayışlara itmesi hem Avrupa’dan etkilenme hem de Türklük Bilimi araştırmalarının ortaya koyduğu eserlerin verdiği heyecan ile Türklük, Türk aydınları tarafından yeniden keşfedilmeye başlandı. Diğer yandan ise Rus Çarlığı, Türk ülkelerinde yayılmaya ve egemen olmaya başladığı on altıncı yüzyıldan itibaren Türkleri asimile etmeyi bir devlet politikası olarak benimseyip bu amacına ulaşmak üzere yüzyıllarca çeşitli çalışmalar yaptı. Bu konunun on dokuzuncu yüzyıldaki sembol ismi, Türkolog ve misyoner İlminskiy idi. İlminskiy’in konuyla ilgili düşünce ve faaliyetleri bir sistem içerdiği için bu uygulamalar “İlminskiy Metodu” olarak adlandırıldı. Bu misyoner türkologun yaptığı çalışmalar ve devletine sunmuş olduğu raporlar Sovyet döneminde de göz ardı edilmedi.
Emperyalist güçler öncelikle mahkûm milletlerin moral değerlerini gözden düşürmeye, onları değersizleştirmeye çalışır ve bunun için dile, kültüre, tarihe saldırır. Mahkûm durumdaki insanların hem kültür değerleri hem de kişilik değerleri baskı altına alınır, o insanların işe yaramaz varlıklar oldukları, varlıklarını sürdürmenin tek yolunun hâkimlerin onlara sağladığı imkânlar olduğu, hakimlerin onları medenileştireceği, kendi başlarına bunu ve başka işe yarar şeyleri becermelerinin mümkün olmadığı sürekli hissettirilir. Hiçbir zaman onlara eşit vatandaş muamelesi yapılmaz ve bu duyguyu, yani hâkimlerin üstün insan, kendilerinin ise hâkimlerin lütuflarıyla yaşayan düşük seviyeli varlıklar oldukları duygusunu onlara da benimsetmek için her yolu denerler.
Türkistan’da Rus işgali ilerledikçe Ruslar tarafından yapılan ilk iş, Türklerin yaşadığı bölgelere mümkün olduğu kadar çok Rus göçmen taşımak ve yerleştirmek olmuştur. Bu Rus göçmenler genellikle “mujik” olarak adlandırılan ve Rusların en aşağı tabakasını oluşturan, kendi ülkelerinde yarı köle olarak görülen sürekli horlanmış, aşağılanmış bir kitledir. İşgali böyle bir kitleyle gerçekleştirmek, Ruslara çok yönlü yarar sağlayan bir eylem olmuştur. Birincisi, Rus halkı adeta safrasını Türkistan’a kusmuş, içerisini temizlemiştir, ikincisi; yabani ve yarı köle olan aç bir kitle, işgal edilen topraklarda “efendi” konumuna yükseltilmiş, mahkûm halkın millî onuru hedef alınmıştır. Bu kitlenin pervasız, hak hukuk tanımaz, merhametten ve insanlıktan uzak davranışlarına göz yumulmuş, yerli halkın elindeki topraklar gasp edilip bunlara verilmiş ve Türk ülkelerinde bu mujikler vasıtasıyla yüzyıllar süren bir terör estirilmiştir. Toprak meselesi, Türkistan’da ortaya çıkan bütün isyanların başta gelen sebebi olmuştur.
Saldırılardan coğrafyanın da nasibini aldığı sıkça görülen bir durumdur. 1803 yılında Rus işgal kuvvetleri Gence’yi ele geçirdiğinde şehrin adını Çariçe Yelizavet’e saygı ifadesi olarak Yelizavetpolski yapmış, şehrin eski adını kullananlara da para cezası verilmiştir. Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adının bölgenin işgalcisinin adıyla değiştirilip Frunze yapılması, nükleer denemeler için özellikle Türklerin yaşadığı bölgelerin (Kazakistan) seçilmesi, ırmakların sulu tarım dolayısıyla besledikleri göllere gerektiği kadar su taşıyamayıp göllerin çekilmesi ve çevre felaketlerinin yaşanması hâkim mahkûm ilişkisini ortaya koyan birkaç örnektir.
Sembollere saldırmak ya da onları yok etmek de bir başka işgalci tavrı olarak karşımıza çıkar. Hoca Ahmet Yesevi türbesi yüzyıllardır bütün Türkler için kutsal bir mekândır ve bir semboldür. Türkistan’ın değişik bölgelerinde vefat eden, özellikle varlıklı ve toplumda adı sanı bilinen kişiler o türbenin çevresine gömülmeyi vasiyet etmiş ve gömülmüşlerdir, dolayısıyla orada zaman içerisinde büyük bir mezarlık oluşmuştur. Bu mezarlık, Sovyet yönetimini rahatsız etmiş ve iş makinalarıyla yok edilmiştir. Bu mezarlıktan bazı mezar taşları bugün türbenin içerisinde korunmaktadır.
Hâkim olan sizi mezarınızda bile rahat bırakmama hakkına sahiptir, çünkü o güçlüdür, gücü temsil eder ve kuralları da o koyar, siz bir mahkûm olarak ona boyun eğmek, koyduğu kurallara uymak, onun yaptığı yasalarla yargılanmayı kabul etmek zorundasınız. Bunlara benzer pek çok örnek sayılabilir. Bütün bu örnekler, adeta ağızlarda sakız durumuna getirilmiş olan insan hakları kavramının da doğrudan güç ile ilgili olduğunu gösterir. Her ne kadar ahlaki olmasa da gerçekte geçerli olan, ne kadar güçlüyseniz o kadar haklı olursunuz.
Türkistan’da yaşanan kültür yağmasını ve hırsızlığı anlamak için Petersburg’ta 1754 yılında Çariçe Katerina tarafından kurulan, 1852 yılında halka açılan ve dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Ermitaj‘ı görmek yeterli bir fikir verecektir.
Sovyet, güya kendine özgü “homo sovyeticus” olarak nitelenen bir insan tipi yaratmayı amaçlamış ancak bunu yapmaya çalışırken komünizmin evrensel değerleri değil, Rusların millî değerleri asıl beslenme kaynağı olarak seçilmişti. Bu amaca ulaşmanın en etkili yolu eğitim, aracı ise eğitim kurumlarıydı. Sovyet yönetimi bu kurumları kendi açısından son derece verimli biçimde kullandı. Herkesi işçi olarak kabul eden sistem, doğal olarak kadın erkek bütün vatandaşların çalışması üzerine planlanmıştı ve bunun için de özellikle kadınları çalışmaktan alıkoyacak küçük çocuklarla ilgili tedbirler alması gerekiyordu. Bunu çocuk bahçeleriyle çözme yoluna gitti. Özellikle büyük şehirlerde oldukça yaygın olan çocuk bahçeleri, “homo sovyeticus” elde etmenin de başlangıç noktası haline getirildi. Uzaktan bakıldığında devletin, yurttaşların eğitimi için oldukça yerinde ve gerekli kurumlar oluşturduğu düşünülebilir ancak bu kurumlar aracılığıyla toplumun kimliğinin değiştirildiği, amaçlanan insan tipinin bu yolla elde edilmeye çalışıldığı bilinen bir durumdur.
Homo sovyeticus; Sovyet içerisindeki halklardan hangisine mensup olursa olsun öncelikli mensubiyeti Sovyetler Birliği vatandaşlığı olacak, devlette iş sahibi olabilmesi için mutlaka Rusça bilecek, kendi diliyle eğitim yapabilir, ancak Rusçayı her dilin üstünde ve bir uygarlık dili olarak görecek, etnik mensubiyetini gösterebilir, ancak on beş kardeşin (Sovyetler Birliği’ni oluşturan on beş cumhuriyet) ağabeyi olarak Rus’u kabul edecek vb. Bu anlatılanlara bir örnek olmak üzere Sovyetler Birliği döneminde Özbekistan’ın millî marşının ilk dörtlüğünü gösterelim:
Selam sana, Rus halkı, büyük ağabeyimiz
Ölümsüz dâhimiz Lenin bizimle
Özgürlük yolunu siz gösterdiniz
Sovyetler yurdunda Özbek buldu şan.
Burada bir okul kitabından alınan örnek metinler hem uygulanan politikalar hem de bu politikaların amacıyla ilgili oldukça açık fikir verecek niteliktedir.
Beşinci sınıflar için hazırlanmış olan Türkmen Dili kitabının birinci bölümü; Dil ve Onun Hızmatı başlığı ile başlatılmış ve konuyla ilgili giriş mahiyetinde bir değerlendirme yapılmıştır. Burada şu cümleler dikkat çeker: “V. İ. Lenin: ‘Dil, adamzat gatnaşıgının ören möhüm serişdesidir.’ diyip bellepdi.” “V. İ. Leninin bu sözleri dilin bitiryen hızmatının dine bir adamların gepleşmekleri, pikir alışmakları bilen çeklenmeyendigini, eysem, onun cemgiyetin, durmuşın ösmegi üçin hem ören möhüm serişdedigini anladyar.”
Yedinci sayfada “Çaga” başlıklı şiirde söz bir biçimde partiye getirilir:
Sen arkanda partiyam bar,
Ol bagtını berk gorayar.
Sekizinci sayfadan bir başka dörtlük:
Sovetlerde gül bitdi,
Lal dillerde dil bitdi,
Yaşasın Kompartiya!
Medeniyet ösdi gitdi.
On üçüncü sayfadaki bir parçanın başlığı; “Lenin Çagalarınkıda”. Bu parçada Lenin’in çocuklarla buluşması, buluşmadan dolayı çocukların mutluluğu, bu sırada Lenin’in bir köpekle konuşup onun adını sormasından söz edilip çocuklar için son derece sevimli bir Lenin portresinin çizildiği görülür.
On dördüncü sayfadaki bir şiirin başlığı “Bizin İlyiçimiz”. Anlaşılacağı üzere bu şiir de Lenin ile ilgilidir.
Kitabın yetmiş beşinci sayfasında bulunan “Rus Dili” başlıklı şiir, aslında üzerinde durduğumuz konuları oldukça açık biçimde ortaya koymuş görünüyor:
Rus Dili
Atam diydi:-Ey, oglum,
Sana bar bir sovalım.
Yenip yollar geçende,
Dilden dürler seçende,
Haysı dilde sözledin
Niçik manı çözledin?
Diydim:-Atam, bir dil bar.
Ol dil bize hovandar.
Karpat dagın geçemde,
Berlinde ok seçemde,
Ol dil mana yar boldı,
Azaşsam, yola saldı.
Bu dil Leninin dili,
Bu komünizm dili.
Cümle cahanda yanlan,
Yeniş yolların onlan,
Beyik Rus dilidir,
Dil bagının gülüdir.
Değerli olan yalnız Rus dili değil, Rus halkıdır da…
Gahrıman Rus Halkına
Sana şöhrat bolsun, beyik rus halkı!
Senin kömegin bizi bagtıyar etdi.
Doganlık okaşdın el berip ilki,
Senin mehrin halkı dostı yar etdi.
On beş doganımın ulusı sensin,
Yol başladın önde yenişe sarı.
Gulak salıp Gündogardan eşidensin,
Senin vaspın edyer türkmen dutarı.
Ey, beyik rus, ey talantlar çeşmesi,
Köp beyik geniler yetiren sensin.
Goy, bagtlı yanlansın beyik rus sesi,
Lenin hem dünya getiren sensin!
Guvanç bilen belent tutup başını,
Gadam goy in gözel dövre yetmege.
On dört dogan orap derge daşını,
Tayyar senin bilen yeniş etmege. (s. 145)
Türkmen Dili’nin öğretilmesi için hazırlanmış olan bir ders kitabının hemen her sayfasında devletin kurucusu da olsa bir kişiden söz edilmesi, öğrencilere yönelik şartlandırma amacının göstergesidir.
Yukarıda söz edilen “homo sovyeticus” tipi; Lenin sevgisi konusunda hiçbir tereddüt taşımayacak ve onu baba bilecek (Lenin baba doguldı, Yazda-Aprel ayında (s.112), komünist partisine sorgusuz sualsiz bağlı olacak, devlete sadakatle hizmet edecek, Rus ağabeyliğinin gözetiminde on beş kardeş olduklarına dair kuşku duymayacak, Rus dilini kendi dilinden üstün görecek vs.
Sovyet sistemi bir yanda “homo sovyeticus” amacına ulaşmanın önünde engel olarak gördüğü millî kimlikleri yok etmeye çalışırken diğer yandan da özellikle Türklere yönelik olarak etnik kimlikleri millî kimlik haline getirmek ve Türk halklarından farklı milletler ortaya çıkarmak için olağanüstü bir çaba gösterdi ve bunda büyük ölçüde başarılı oldu. Modern çağlarda Türklük Biliminin kurucusu olarak kabul edilen Wilhelm Radlof, Rus Çarlığı sınırları içerisinde yaşayan bütün Türk topluluklarından derlediği dil malzemesiyle yirminci yüzyıl başlarında büyük bir sözlük hazırlamış ve sözlüğünü Türk Diyalektleri yani “Türk Lehçeleri Sözlüğü” adıyla yayımlamıştı. Yirminci yüzyılın başında Rusya’da kullanılan “Türk Lehçeleri” terimi, sonraki yıllarda yerini “Türk Dilleri” terimine bıraktı. Bu elbette basit bir işlem değil, bir politikanın sürekliliğini gösteren bir dönüşümdü. Türk lehçelerinden söz edildiğinde bir milletin küçük farklılıklarla konuşan, birbirleriyle anlaşma sorunu olmayan boylarından söz ediliyordu, ancak Türk dilleri denildiğinde köken olarak aynı olmakla birlikte artık birbiriyle anlaşamayan farklı topluluklardan, ayrı millet olma yoluna girmiş halklardan söz edilir oldu. Sovyetler Birliği devlet olarak Türk lehçeleri değil, Türk dilleri teriminin kullanılmasına karar verdi ve alan uzmanları derhal bu buyruğu yerine getirdiler. Bugün o sistemde yetişmiş hiçbir bilgin Türk lehçeleri terimini kullanmaz ve kullananlara da hayret etmekten kendilerini alamazlar. Bazı kişilerin basit iki sözün değişmesi olarak gördüğü bu durum, Türklerdeki Ceditçi aydınların oluşturmaya çalıştığı ve bir ölçüde de başardıkları birlik duygusunu ortadan kaldırmaya yönelik oldukça önemli bir politik tavır idi ve bu tavır başarılı oldu, Türkiye’de bile kendisine pek çok yandaş buldu. Yani Türklük Bilimi olarak adlandırdığımız millî bilim alanımız Sovyet elinde Türkleri ayrıştıran ve onların amaçlarına ulaşmasında asıl rolü oynayan bir araca dönüştürüldü. Türklük Bilgisine Giriş adıyla Türkiye Türkçesine aktardığımız Kazakistan’da yayımlanmış bir eserin Sovyet dönemindeki adının “Türkologiyaga Kirispe”, bağımsızlıktan sonraki adının ise “Türkü Tanuvga Kirispe” olduğunu ifade edersek, Kazak bilginlerinin konuyla ilgili bir hassasiyet örneğini belirtmiş oluruz.
1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıp bağlı cumhuriyetler bağımsız devletler olarak ilan edilince bu devletleri yöneten komünist sistemin yetiştirdiği kişilerin, sistemin bütün çabasına rağmen köklere ait bilgileri unutmadıkları ancak neyi nasıl yapacaklarına dair de fazlaca bilgilerinin olmadığı görüldü. Bu kişilerin zihinlerinde halk irfanının oluşturduğu gelenekten kaynaklanan ciddi bir mensubiyet bilinci vardı. Ancak bu mensubiyet bilinci, bütünlük ifade eden Türk kimliğinden uzaklaştırılmış ve yerine Rus emperyalizminin etnik kimlikleri besleyip büyüterek oluşturduğu, Sovyet’in geliştirdiği yerel kimlikler konmuştu. Bazı aydınlar her şeye rağmen kendilerine dayatılan kimliğin bir adım ötesindeki kök kimliğin farkına varmakta gecikmediler. Türkiyeli aydınlar, özellikle Türkçü aydınlar ilk şaşkınlığı, Turan’a kavuşma romantizmi ve heyecanıyla konuya yaklaşıp “Siz Türk’sünüz” ifadesine karşı, “Biz Kazak, Özbek, Türkmen, Tatar, Azerbaycanlı, Kırgız’ız vb” cümlesiyle karşılaşınca yaşadı ve durumu kavramakta güçlük çektiler.
Bağımsız devletlerin yöneticileri ve toplumlarının öncüsü olan aydınlar bu bilgi açıklarını yirminci yüzyıl başında yetişmiş ve halkları için canlarını vermiş olan Ceditçi aydınları hatırlayıp eserlerini yayınlamak suretiyle kapatmaya, onları kendileri için kılavuz edinerek bu soruna çözüm bulmaya, Sovyet sisteminin örselediği millî kimliklerini bu yolla onarmaya çalıştılar. Ancak bu yıllarda Ceditçi aydınların ulaştığı ortak Türk kimliğinin pek dillendirilmediği, bunun yerine Sovyet sisteminin dayattığı ve son derece sistemli biçimde çalışarak yerleştirdiği yerel kimliklerin üst kimlik olarak benimsendiği, kök birliğine zaman zaman işaret edilmekle birlikte, bu birliğin çok da belirleyici olmadığı görüldü. Türkiye ile nispeten daha yoğun ilişkiye giren aydınların konuyla ilgili bakışının biraz daha farklılaşmaya başladığına, konuya daha geniş bir çerçevede bakmaya alıştıklarına tanık olundu.
Ölümlerinden sonra da halklarına yol göstermeyi sürdüren Ceditçi aydınların itibarları iade edildi, eserleri yeniden yayımlandı, haklarında pek çok araştırmalar yapıldı ve adları çeşitli kurumlara verildi. Bu aydınlar, eserleriyle, yapıp ettikleriyle adeta uğrunda canlarından geçtikleri vatanlarına ve halklarına yeniden döndüler, ona yol göstermeye devam ediyorlar. Yeni bağımsız olan bu devletler, yeni bir kimlik oluşturmadılar, ancak örselenen ve dış müdahaleyle farklı bir yöne yönlendirilen siyasi kimliklerini yerel değerlerini hatırlamak ve eski anılarını güncel duruma getirmek suretiyle onarmaya çalıştılar. Bu çabaları, günümüzde de yoğun biçimde sürmektedir.
Bu ülkelerin yöneticilerinin ve aydınlarının millî kimliği onarma yolunda baş vurdukları ikinci ve önemli kaynak da tarihi kişiler ve olaylar oldu. Bu konuda da ortak kişiliklerden çok belirli bir bölgeye hitap ettiği düşünülen ya da öyle olması arzu edilen, bir başka deyişle yerelleştirilen kişilerin öne çıkarıldığı görüldü. Özbekistan’da Emir Temir, Uluğ Bey, Babür Şah, Ali Şir Nevâyî vb., Kazakistan’da Ebulhayr Han, Abay, Kırgızistan’da Manas, Türkmenistan’da Mahtum Kulı, Azerbaycan’da Nizami Gencevi, Nesimi vb. üzerinde yoğunlaşıldı, bu kişilerin adları çeşitli kurumlara verildi, adlarına vakıflar kurulup araştırmalar yapıldı, insanların millî bilinçleri bu kişilerin eserleriyle beslenmeye, yeni kuşaklara bu kişiler örnek gösterilmeye çalışıldı. Bu konuya yaklaşımda da Türkiye’ye göre bir farklılık olduğu görülüyor. Ancak zaman geçtikçe ortaklıklar yavaş yavaş da olsa işlenmeye başlandı, Özbekistan’da Nizami ile, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da Ali Şir Nevâyî ile ilgili çalışmalar yapılır oldu.
Kimlik oluşturma ve örselenmiş olan kimliği sağlığına kavuşturma konusunda Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türkiye’nin de benzer tecrübeler yaşadığı bilinmektedir. Kimlik konusunda yaşanmakta olan zihin karışıklığına çözüm bulmak elbette aydınların ve siyasetçilerin görevidir. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlayan ve yirminci yüzyıl başlarında meyvelerini veren çalışmaların güncellenmesi, yeni koşullar dikkate alınmak suretiyle geliştirilerek günün teknik imkânlarıyla yeniden insanlara sunulması kimlikle ilgili pek çok sorunu çözecektir. Bunun için de yeni buluşlar yapmaya gerek yoktur, her toplum ve devlet eğitimini millî düşüncelerle düzenlerse sorunun büyük ölçüde çözüldüğü görülecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapması gereken bir önemli iş, vakit geçirmeksizin bir Orta Anadolu şehrinde yüksek kalitede eğitim yapan bir Türk Dünyası Üniversitesi kurmak ve bu üniversiteyi bütün Türk halklarından öğrencilere cazip duruma getirmek için gerekli çalışmaları yapmaktır.
Ortak kimlik bilincine kavuşmanın yolunu açacak önemli konulardan biri de aydınların yerel kimliklerle ilgili tartışmalara girmeden “Türk Dünyası” üst kavramını sürekli işlemesi, onu herkesin beynine kazıması, bu dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırmasıdır.
Konuyla ilgili bir başka önemli güç de sanattır. Sanatla ilgili ortak konularda ortak projeleri hayata geçirmek ortak kimlik bilincine ulaşmada çok etkili ve sonuç getirici olacaktır.
İşte birlik de konuyla ilgili hayati öneme sahiptir. Kendine özgü şartları olan ve dış müdahalelerden pek hoşlanmayan ekonomi, uygun koşulları bulduğunda kısa bir sürede beklenen sonuçları doğuracak ihmal edilmemesi gereken bir alandır. Buraya serbest dolaşım, askerlik alanında iş birliği, gümrük birliği vb. pek çok şey eklenebilir. Herkesin öncelikle anlaması gereken husus, bu iş birliklerinin bütün Türk ülkelerinin ve bütün Türklerin yararına olacağı, konuyla ilgili boş geçen her günün zarar hanesine yazıldığıdır.