On Dokuzuncu Yüzyılda Yaşanan Aydınlanma
On dokuzuncu yüzyıl bütün Türklük için bir aydınlanma yüzyılı oldu. Türk yurtları yüzyıllar süren bir gerileme ve çöküşün sonunda yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldı ve bu yüzyıl içinde bütün Türk yurtları dünyanın sömürgeci güçlerinin iştahını kabartmakta, onların sömürgen amaçları içinde yer almaktaydı. Özellikle Rus Çarlığı hem Osmanlıyı tehdit ediyor hem de yüzyıllar önce İdil-Ural’dan başlattığı yayılmayı Sibirya’ya, Kazak bozkırlarına ve Türklüğün kalbi olan orta Türkistan’a doğru genişletiyor, âdeta bir canavar gibi adım adım bölgeyi yutuyordu. Çin ise doğudan batıya doğru yine Türk yurtlarını işgal etmenin yollarını arıyor, yüzyıllardır güçlü bir siyasi yapı oluşturamayan, sürekli birbiriyle boğuşan Türkler, bu sömürgecilere karşı direnme gücü göstermek bir yana zaman zaman iç çekişmelerinden emperyalistlerden yardım istedikleri oluyor ve bu tutumları onların işini kolaylaştırıyor, ülkelerini işgal etmelerinin kapısını aralıyordu, onlar ise bir girdikleri yerden bir daha çıkmayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Böylece Türk yurtları, mankurtlaşmış yöneticiler ve dünyada olup bitenlerin farkında olmayan halk yüzünden işgalcilere sunuluyordu. İşgalciler zaman zaman tek kurşun atmadan koca koca ülkeleri ele geçiriyor, bazen de yüzyıllar öncesinin silahlarıyla yurtlarını savunmaya çabalayanları ölüm kusan ateşli silahlarla kolayca bertaraf edip büyük zulümlerle bir daha kımıldayamaz duruma getiriyorlardı.
Aynı Amaç İçin Bir Yanda Silahlılar, Bir Yanda Kitaplılar
İşgalciler silahlı güçleriyle Türk yurtlarını işgal ederken bir yanda da bilginleri aracılığıyla hem bölgenin bitki örtüsünü, maden kaynaklarını, sularını, toprak verimliliğini tespit etmeye çalışıyor hem de tarihî kaynaklarını inceliyor, tarihî eserlerini ortaya çıkarıp götürebildiklerini müzelerine taşıyor, götüremediklerini de yerinde inceleyip tanıtıyorlardı. Bu dönemde Kutadgu Bilig keşfedildi, Orkun anıt-yazıtları bulundu, bin yılların oluşturduğu Türk uygarlığı, işgalcilerin eliyle gün yüzüne çıkarılmaya başlandı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarıyla yirminci yüzyıl başlarında Avrupalı ve Rus bilim heyetlerinin yalnızca Doğu Türkistan’a yaptıkları seferler ve bölgede ele geçirip yurtlarına taşıdıkları sandıklar dolusu eserler dikkate alınsa bile yapılan yağmanın boyutları anlaşılacaktır. Bu yağma sırasında pek çok eserimiz kaybolup gitti ama bir bölümü de belki kaybolmaktan kurtulup bilimlik çalışmalara konu oldu, ulus kimliğimizi besledi, bağımsızlık mücadelemizin, var olma kavgamızın heyecan ve esin kaynağına dönüştü. Çünkü bu eserlerde Türklüğün yüceldiği çağların ruhu gizliydi ve o ruh, büyük ölçüde işgalcilerin bilim adamları aracılığıyla ortaya çıkıp genç kuşaklara ülkü aşıladı, onlar için kılavuz görevi yaptı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Orkun anıt-yazıtları Danimarkalı büyük bilgin Thomsen tarafından okundu. Okunan yazı, dünyada o güne kadar örneği görülmemiş, kaynağı bilinmeyen özel bir yazı idi. Günümüz dünyasında çok değişik yazı sistemleri var gibi görünse de bunların pek çoğunun kökeni aynıdır. Arap alfabesi ile Latin alfabesinin aynı kökene bağlandığını söylersek konuyla ilgili güzel bir örnek olur ve söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Türk yurtlarının hemen hepsinde küçüklü büyüklü örnekleri bulunan ancak en uzunları ve en değerlileri Köktürk yurdunda karşılaşılan bu yazıyla hazırlanmış anıtlardaki yazı düzeneği, bilinen yazıların hiçbirine benzemiyordu. Thomsen, bu yazıyı okudu. İlk okunan sözcükler de kutlu bir tesadüfle “Türk, Teñri (Tanrı) ve tigin” olmuştu.
Kutadgu Bilig’in ve Orkun anıt-yazıtlarının okunması hem on dokuzuncu yüzyılın başından beri bir kimlik arayışında olan ve bunun için çeşitli bedeller ödemekten geri durmayan aydınlar açısından hem de “cedit” yani “yenilik” kavramını öne alarak çeşitli kurumlar oluşturmak yoluyla devleti hızla gittiği kötü sondan kurtarma çabası içindeki Osmanlı yöneticileri açısından ciddi bir güç ve heyecan kaynağı oldu. Tabiri yerindeyse Türk aydınları, bu anıt eserlerden yola çıkarak Türk’ü keşfetmeye, bunlardan aldıkları ilham ve heyecanla Türk kimliğine can suyu vermeye başladı.
Aydınlanmanın yerel dinamikleri şerden doğan hayır olarak böyle ortaya çıkarken bir yanda da Batı’da gelişen yeni anlayışlar, özgürlük ve insan hakları gibi kavramlar, öncelikle Osmanlı ve Kazanlı aydınlar arasında olmak üzere, Türk aydınları içinde de yankılanmaya, karşılık bulmaya başladı. Türk aydınları Avrupa’da gelişen düşünce hareketlerinden yoğun biçimde etkilenmeye, o hareketlerin meyvelerinin kendi yurtlarında da olgunlaşması, darmadağınık, perişan ve yoksulluk içinde yaşayan milletlerine yarar getirmesi için mücadele etmeye başladılar. Bu mücadelede en değerli güç kaynağı gazete adı verilen bir yayın organı olacaktı.
2. Meşrutiyet’e Kadar Osmanlı’da Gazete ve Dergiler
On dokuzuncu yüzyılın Türk dünyası için önemli olaylardan biri hem Osmanlı’da hem de öteki Türk yurtlarında gazete ve dergilerin çıkması oldu. Gazete, dünyanın hemen her yerinde yalnızca bir haber verme aracı olarak değil kültürel gelişmenin, dilde yalınlaşmanın ve anlaşılır olmanın, okuma yazmayı halka yaymanın da önemli bir aracı olarak düşünüldü ve öyle de oldu. Halka seslenmek üzere yayımlanan bu yayın organlarının halk tarafından okunup anlaşılabilmesi için onların kolay anlayabilecekleri bir dille yayımlanması gerekiyordu. Bu konuda çığır açan yazarların çabalarıyla hem dilde bir yalınlaşma hem de bir gazeteci dili oluştu.
Osmanlı’da 1831 yılında 2. Mahmut’un buyruğuyla haftalık çıkan Takvim-i Vekayi, ilk gazete olarak tarihe geçti. İkinci gazete ise bir İngiliz tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis idi. Osmanlı’da Türk gazeteciliğinin kurucuları olarak çıkardıkları Tercüman-ı Ahval gazetesiyle Şinasi ve Agâh Efendi oldu. Münif Paşa tarafından çıkarılan Mecmua-i Fünûn ise ilk bilim dergisi olarak tarihe geçti. Son iki yayın organı dilin yalınlaşmasında oldukça etkili rol oynadı. Şinasi, 1862 yılında Tasvir-i Efkâr’ı çıkardı. Tanzimat döneminin bu büyük aydınının açtığı çığır çok etkili oldu ve özellikle gazeteler herkesin anlayacağı bir dille yayımlanmaya çaba gösterdi. Bu durum, Türkçenin işgalden kurtarılmasının da başlangıcı oldu ve Arapça ile Farsçanın istilasında yüzyıllar geçirmiş olan Osmanlı Türk yazı dili, yeni bir yola girdi. Bağımsızlığını kazanma yoluna giren Türkçe, hor görülmekten kurtulmaya, değerli görülmeye, devlet katında ve aydınlar yanında başka türlü bir kabul görmeye başladı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru dünyadaki Türklük Bilimi çalışmalarının sonuçları da Türkçenin itibar kazanmasında son derece etkili olan ögelerden biri idi ancak bu yıllarda Türkçe için yeni bir tehdit baş göstermeye başladı. Batı dilleri, özellikle de Fransızca, birtakım Türk aydını için sığınılacak yeni liman durumuna geliyor, Türk kimliğinden ve Türkçeden kaçan bazı aydınlar oraya sığınıyor, oradan sözcükleri Türkçeye taşıyordu. Bu, bir yandan da uygarlık çevresi değişmesinin ayak sesleri idi. Osmanlı ve Kuzey Türklüğünün Batı ile ilişkileri değişik bir açıdan farklı bir gelişme de gösteriyordu. Osmanlı’da saray eliyle başlatılan yenileşme hareketleri, uzun bir süredir bu gelişmeyi tetikliyordu. Kuzey Türklüğü ise zorunlu biçimde bu etki altında idi. Böylece sonraki yıllarda, hatta günümüzde bile etkisini sürdüren üç akım, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık yavaş yavaş biçimlenmeye başlıyor, Türk aydını dünyayı üç ayrı pencereden değerlendirme yoluna giriyordu.
Yaşanılan duruma karşı çıkıp yeni şeyler söylemeyi göze alan Şinasi ve Hoca Tahsin Efendi gibi kişiler sağlıklarında büyük sıkıntılar yaşadı, öldüklerinde pek çok kişi cenazelerine katılmaya bile cesaret edemedi ancak yaptıkları büyük hizmet de unutulmadı. Bu ve benzeri kişilerin Türklüğe yaptıkları hizmetleri, bir bölümü dincilik örtüsü altında yaşayan, bir bölümü Batıcılık kılığına bürünmüş olan emperyalizm sözcüleri de hiç unutmadı ve o günden bugüne bu kişiler aleyhinde yazıp çizmeye, Türk milletinin gözünde onları küçültmek için çaba göstermeye, olmadık iftiralar atmaya devam ediyorlar.
Ahmet Mithat Efendi’nin yardımıyla çıkan Ceride-i Askeriye, Takvim-i Ticaret, ilk Türkçülerden olan Ali Suavi’nin yönettiği Muhbir, Ayine-i Vatan, Mecmua-i Maarif, Paris’te Ali Suavi tarafından çıkarılan Ulûm, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Agâh Efendi tarafından Londra’da çıkarılan Hürriyet, Cenevre’de çıkarılan İnkılap, İstanbul’da çıkarılan Terakki, Basiret, İbret, Hadika ve daha pek çoğu Tanzimat dönemi gazeteleri olarak değerlendirilir.
İkinci dönem olarak adlandırılabilecek zaman içinde Tercüman-ı Hakikat, Mizan, Sabah, İkdam gibi gazeteler yayımlanmış, bunların dışında da özellikle Abdülhamit döneminde yurt dışına gitmek zorunda kalan aydınların gittikleri ülkelerde yayın etkinliklerini sürdürdükleri ve pek çok gazete ile dergi çıkardıkları bilinmektedir. Bu dönemde Avrupa kentleri yanında Osmanlı’dan ayrılmış olan ve Abdulhamit’ten kaçan birtakım aydınların yerleştiği Kahire’de de bazı gazeteler çıkarıldı. Bunlar içerisinde özellikle Yusuf Akçura’nın Kazan’da yazdığı ve çağın Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi düşünce akımlarını değerlendirdiği ünlü makalesini ve Hüseyinzade Ali Bey’in Bakü’den yazdığı ve Akçura’nın makalesiyle ilgili düşüncelerini ifade ettiği Mektub-ı Mahsus başlıklı yazısını yayımlayan Türk gazetesi Türkçülük tarihi açısından önemlidir. Bu yazıyla başlayan tartışmaya İstanbul’dan Ahmet Ferit Tek de bir yazıyla katılmıştı. Bu yazı çevresinde oluşan durum son derece ilgi çekicidir. O çağın koşullarında Kahire’de bir gazete çıkıyor, Tataristan’ın başkenti Kazan’ın bir köyünde bu gazetede yayımlanmak üzere Türkçülük tarihinde bugün de önemini koruyan bir yazı gönderiliyor, Bakü’den bu yazıya bir eleştiri yazılıyor ve Kahire’ye gönderiliyor, aynı biçimde bir yazı da İstanbul’da yazılıp yine Kahire’ye gönderilip adı geçen gazetede yayımlanıyor ve bütün bunlar bundan 120 yıl önce oluyor. Bu sayılan yurtları, aradaki uzaklıkları, o çağın haberleşme imkanlarını düşündüğümüzde olağanüstü bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Bu olay, Türk yurtlarının ve çağın Türk aydınlarının aralarındaki ilişki ve bağlantıları göstermek bakımından da son derece önemlidir. Kahire’de Türk adıyla çıkan gazetenin Millî Mücadele karşıtlığıyla ünlü Ali Kemal tarafından yayımlandığını da belirtelim. Ali Kemal o zaman da Türkçülük düşüncesine karşıt bir tutum içindedir ve Hüseyinzade Ali Turan Bey’in Mektub-ı Mahsus başlıklı yazısını yayımlar ancak yazısına ek olarak gönderdiği Türk edebiyatının Turan başlıklı ilk şiirini yayımlamaz.
Osmanlı’da 1908 yılında meşrutiyetin ilan edilmesi basın yayın hayatında da etkisini gösterir ve pek çok yayın organı ortaya çıkar. Benzer durum 1905’te Rusya’da ilan edilen meşrutiyet ile de görülmüştü. Türk yurtlarında çıkan yayın organları da oldukça önemli işlevler gördü. Gazete konusunda öncülük Azerbaycanlı ve Kazanlı aydınlarındır. Türk yurtlarındaki bu etkinlikler ayrıca değerlendirilecektir…