Bu yazı da uzayacak. Konuyu anlatmak için biraz tarihe, biraz da ayrıntıya girmenin doyurucu olacağını düşündüm. Umarım çok sıkıcı olmam.
Göktürkler (M. 552-744) kendi icatları olan 38 harfli alfabeyi kullanmışlar. Orhun Abidelerini kendi alfabeleri ile yazmışlar. Uygurların da kendi alfabeleri var. Uygurlar kendi alfabelerinin dışında, başka milletlerin yazısını kullanmamışlar. Yeni bir söz kullanmak zorunda kaldıklarında, o sözü başkalarından almamışlar, kendileri yeni bir söz üretmişler.
Karahanlılar ve Gazneliler de atalarından kalma alfabeyi kullanıyorlardı. Bu iki devletin yöneticileri ve halkı Müslüman olduktan sonra Arapçanın etkisinde kalmışlar, Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar.
Bu durum Büyük Selçuklu Devletinde de sürmüş. Bu dönemde dilimize bir de Fars kültürü girmiş; Arapça ve Farsçanın kültürümüzü yozlaştırması sürmüş. Karamanoğlu Mehmet Bey, Arapça ve Farsçanın Türkçeyi boğmasına dayanamamış, 13 Mayıs 1277 günü Konya’da yayınladığı bir buyrukla, Türkçeden başka bir dilin kullanılmasını yasaklamış.
Osmanlıların ilk dönemlerinde beylikler dönemindeki Türkçecilik biraz sürmüş ama Yavuz Sultan Selim’den sonra Arapça ve Farsça Türkçeyi yine boğmaya baskılamış, yazışma ve edebiyatta “Osmanlıca” (Arapça, Farsça, Türkçe, Rumca, Ermeniceden oluşmuş karma) denilen dil egemen olmuş. Osmanlı medreselerindeki eğitim-öğretim hep Arapça ile yapılmış.
Osmanlılarda halkın yüzde 90-92 okuma yazma bilmezdi. Bunun nedeni Arap alfabesinin zor, Osmanlı yönetiminin halka değer vermez olmasıdır. Osmanlılarda okuma yazma bilenler; saray ve çevresi, vilayet ve eyaletlerdeki yöneticilerin çocukları, içimizde yaşayan yabancılar idi.
Medreselerdeki eğitim-öğretim ezberciliğe dayanıyordu. Kanuni dönemine kadar Medreselerde hem dini, hem fen bilimleri okutulurdu. Kanuni’den sonra medreselerde sırf dini dersler okutulmaya başlandı, Fizik, Kimya, Matematik, Astronomi gibi dersler, “gerek yok, lüzumsuz, günah” gibi gerekçelerle müfredattan çıkarıldı, medreseler ve toplum yeniliklere kapandı.
Bilgisizliğin yanına bir de hurafeler, savaşlar, tembellik eklenince Osmanlı bayağı geriledi. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yapılmak istenen yenilikler, atılan adımlar Osmanlıyı kurtaramadı. I. Dünya Savaşı’nda aldığı yenilgi, 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı devleti yıkıldı.
Milli Devlet ve Milli Eğitimin Kurucusu Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı’nın yıkılış sürecini yaşayan, yeniden doğuşumuzun bir “Milli Devletin”, bir “Milli Eğitimin” inşası ile mümkün olacağını çok iyi bilen, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir öncü idi. Daha Kurtuluş Savaşımız sonuçlanmadan bir “Milli Devlet” ve Milli Eğitim”in planlarını yaptı. Düşman orduları Afyon, Eskişehir, Bursa cephelerinde mevzide iken, Atatürk 16-21 Temmuz 1921 günlerinde Ankara’da bir Maarif (Milli Eğitim) Kongresi yaptı.
Şu düşüncelerini o kongrede dile getirdi:
“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihi gerilemesinde en mühim âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fıtri vasıflarımızla hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, milli seciyemize uygun bir kültür kastediyorum. Çünkü milli dehamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Rast gele bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin yıkıcı neticelerini tekrar ettirebilir.” [1]
Kurtuluş Savaşımız kazanıldıktan, milli devletimiz ilan edildikten sonra sıra devrimlere gelmişti. 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldı, medreseler kapatıldı. Bütün okullar Milli Eğitim (Maarif) Bakanlığı’na bağlandı.
Atatürk eğitimin yazıdan giyim kuşama, düşünceden tarihe kadar her yönüyle MİLLİ olmasını düşünüyordu. Fırsatını buldukça, her yerde bu düşüncesini dile getirdi. 22 Eylül 1924 günü Samsun’da, konu ile ilgili olarak yaptığı uzun konuşmanın bir bölümü şöyledir:
Efendiler, milli terbiyenin (eğitim-öğretim) ne demek olduğunu bilmekte artık bir gûna/ türlü teşevvüş/karışıklık kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayri kabili münakaşadır. Milli terbiye ile inkişaf ve ilâ edilmek istenilen genç dimağları bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali zevaitle (fazlalıkla) doldurmaktan dikkatle içtinap etmek (kaçınmak) lazımdır…” [2]
Milli eğitimimiz Arap alfabesi ile sürdürülemezdi. Kendimize özgü bir alfabemiz olmalıydı. Uygar dünyanın harfleri ve alfabesi Latin harflerine bağlı alfabe idi ama, bu alfabe de bizim konuşma ve ses yapımıza uygun değildi. Atatürk Latin harfleri ile kendi alfabemizi yapmanın en doğru yol olduğunu düşündü, kurduğu bir komisyonla alfabemizi yapma çalışmalarını sürdürdü. 8 Ağustos 1928’de İstanbul’un Gülhane Parkı’nda, bugünkü Alfabemiz ile ilgili konuşmasında dedi ki:
“Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için Yeni Türk Harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, âhenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz…Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik, milliyetperverlik vazifesi biliniz…” [3]
Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1928’de bugünkü alfabemizi (Harf inkılabı) kabul etti. Aynı gün Millet Mektepleri Talimatnamesi yayınlandı. Bu talimatname (yönetmelik) 24 Kasım 1928’de yürürlüğe girdi.
Sıra yeni alfabenin süratle öğretilmesine, herkesin okur-yazar yapılmasına gelmişti. Atatürk bu alanda da önderlik yaptı. Yeni alfabemizi halka tanıtmak, benimsetmek ve öğretmek için uzun bir yolculuğa çıktı.
23 Ağustos 1928’de Tekirdağ’da, 27 Ağustos 1928’de Bursa’da, 1 Eylül’de 1928’de Eceabat Çanakkale’de, 2 Eylül 1928 Gelibolu’da, 15 Eylül 1928’de Samsun-Sivas’ta, 18 Eylül 1928’de Amasya’da, 19 Eylül 1928’de Tokat ve Sivas’ta, 20 Eylül 1928 günü Kayseri’de, hazırlatıp meydanlara koydurttuğu yazı tahtasının başına geçti, saatlerce, ayaküstü alfabemizi öğretti. 21 Eylül 1928 günü Ankara’ya döndü.
“Millet Mektepleri” projesinin yürürlüğe girmesiyle Türkiye’nin her tarafında büyük bir okuma-yazma seferberliği başladı. 600 yıllık Osmanlıda halkımızın yüzde 8 küsuru okuma yazma bilirken ömrü 100 yılı bulmamış T.C. nüfusunun bugünkü okur yazar oranı yüzde 90 civarındadır.
Alfabemizin yapımı ve öğretilmesi konusunda gösterdiği yoğun çalışmalarından dolayı Bakanlar Kurulu aldığı bir kararla 11 Kasım 1928 günü Atatürk’e: “BAŞÖĞRETMEN” unvanını verdi, Kazandığı savaşlardan dolayı BAŞKOMUTANIMIZ olan Atatürk bu kez, BAŞÖĞRETMENİMİZ oldu.
Türk Milli Eğitim Sisteminin Özellikleri
Atatürk’ün getirdiği eğitim sistemi özellikleri yönüyle; millidir, akılcıdır, çağdaştır, üreticidir, laiktir, karmadır (kız-oğlan karışık), bilimseldir, dayak esaslı değil sevdirme esaslıdır. Osmanlılar döneminde herkesin okuyabileceği okul yoktu. Millet Mektepleri, Halkevleri, hazırlıkları Atatürk’ün sağlığında yapılan, ölümünden sonra hayata geçirilen Köy Enstitüleri ile milli eğitimde büyük bir sıçrama yapıldı; her yere okul yapıldı, her okula öğretmen gönderildi; milli eğitimimiz nitelik ve nicelik açısından hamleler yaptı. Tekke ve zaviyeler kapatıldı, bağımsız ve özgür düşünen kuşaklar yetiştirilmeye başlandı.
İlkokuldan Kalma Birkaç Hatıram
Bütün çabalarına rağmen Atatürk, hayatta iken Türkiye’nin her köyüne İlkokul yaptırma, öğretmen tayin etme fırsatını bulamamıştır. Çünkü o yıllarda okul yapacak kadar paramız, öğretmen tayin edecek kadar okumuş insan gücümüz yoktu.
Atatürk’ten sonra yaşanan II. Dünya Savaşı bilim ve ekonomi gibi alanlarda atılan adımlarımızı tamamen durdurmasa bile ağırlaştırmıştı. O savaş yıllarında, Atatürk’ün önceden başlattığı “Devlet-Yurttaş İşbirliği” mayası tutmuş ve sürmüş. Ben 3-4 yaşında iken köylümüz devletin teşviki ve imece usulüyle İlkokulunu yapmış. Ben okula başladığımda okulumuzun tuvaletleri yoktu. Köy Enstitüsü mezunu öğretmenimiz bize kazma kürek getirtti, okulun dışına iki ayrı çukur açtık. Birisine oğlanlar, birisine kızlar için iki tuvalet yaptık. İnşaatın suyunu küçük testilerle köyün kenarındaki akan çeşmeden getirdik. Ustalara taş, çamur uzattık.
Ben İlkokulda okurken 250-300 hanelik köyümüzde 5-6 kişi vardı, kendi çabalarıyla alelusul okuma-yazma öğrenen. Hiç unutmam askerde olan büyüklerimiz mektuplarını okuma-yazma bilenlere sırayla yazdırırlarmış. Bunu gelen mektupların içeriğinden anlamıştım. Askerlerimizin eşleri okuma-yazma bilmedikleri için o bacılarımız (gelinler) akşam benim gibi okuma yazmayı öğrenen çocukların evlerine gelirler, mektuplarını okuturlardı. O mektuplara verilecek cevabı da biz yazardık. Eşler birbirlerine yazdığı mektuplarda (arada biz olduğumuz için) duygularını açıkça ifade edemezlerdi, “anla işte” gibi ifadeler okuduğumu ve yazdığımı unutamam.
Günümüzün Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarını gördükçe ve duydukça böylesi anılarım gelir gözlerimin önüne. Şu Mustafa Kemal Atatürk’e ve kurduğu Cumhuriyet’e bakınız; bir dünya devlet olma yolunda. Okulları, üniversiteleri, teknolojisi, sanayi ve endüstrisi ile hepimize gurur ve mutluluklar yaşatıyor. Güzümün önüne bir taraftan da bizimle yaşıt, ama miskinlik, yoksulluk ve rezilliklerin pençesinde inleyen Asya ve Afrika ülkelerinin halkları geliyor.
Bu anılar, bu gelişmeler ve şu Asya-Afrika ülkeleri Atatürk’ün ne kadar büyük bir deha ne büyük bir ATA olduğunu gösteriyor. Tüm bunlara rağmen Atatürk’ün kıymeti bilinmiyor. Atalarımız, İyiliğin değerini bilmeyenlere boşuna “NANKÖR, EKMEKSİZ” dememiş. İyiden iyiye düşünürsek, içimizdeki ekmeksizlerin aynı zamanda birer İngiliz, Amerikan, Arap uşağı olduklarını anlarız.
Atatürk’ten Sonra Milli Eğitim
Atatürk’ün ölümünden sonra milli eğitimimiz nicelik olarak, öncesi kadar hızını sürdüremese de yol aldı. Ama nitelik olarak durdu, düşüşe geçti, geriye döndü. Baştan sona Türkiye’ye özgü, üretici, yapıcı, akılcı, hamleci ve çağdaş olan Köy Enstitüleri kapatıldı (1954). Bu okulların yerine tüketici, tembel düşünceli, bağımlı, geri düşünceli insanlar yetiştiren okullar açıldı.
Bugün Türkiye’de plansız, çocuklarımızı gelecekte işsiz bırakacak, onların beyinlerini çelecek, onları “kolay avlanan kuşlar” yapacak olan ve yapan birçok eğitim-öğretim merkezleri var. İhtiyaç fazlası “nevi şahsına mahsus” bazı Kuran Kursları, İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri gibi.
Buralarda farklı düşünceleri hasım gören, fen bilimlerine kapalı ve siyasal İslamcıların elemanları olan hoca ve öğrenciler var. Geriye dönüp bakınca İmam-Hatip Liselerindeki zorunlu Felsefe, Mantık, Sosyoloji dersleri zorunlu olmaktan çıkarıldı. Aynı durum düz liselerde ve hatta İlahiyat Fakültelerinde de gerçekleşti. Yorum ve karşılaştıra yeteneğini kazanmamış gençlerimizin her biri şimdi birer müfsit (bozguncu) oldular, “Allah için” birliğimizi bozuyorlar.
İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerindeki felsefe-mantık derslerin zorunlu olmaktan çıkarılışları oralarda okuyan gençlerimizi mollalaştırır. O mollalar dün: “Mantık okuyan zındık olur, felsefe sapıtmadır” demiş, fen bilimlerine sırtlarını çevirmişler, sonunda birer hurafeci olarak rasathaneleri yıkmışlardı.
Dün zorunlu olarak tüm liselerde okutulan “Milli Güvenlik” dersleri şimdi kaldırıldı. Dün Ortaokullarımızda zorunlu okutulan “Yurttaşlık Bilgisi” dersleri de isim ve içerik olarak kaldırıldı. Böylesi derslerin kaldırılması milli eğitimi MİLLİ olmaktan çıkarır yurduna düşman olan elemanları çimlendirir. Askerliğin ağır ağır zorunlu olmaktan çıkarılışını, parayla askerlik döneminin başlatılmasını da gözlerimizin önüne getirirsek, Türk milletinin asaleten kirletildiğini, “Yeni Osmanlı” hayaliyle eritildiğimizi anlamada güçlük çekmeyiz.
Kimi Kuran Kursu, İmam-Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin düşünce ve görünüşlerine bakın; tıraşsız saç, sakal ve giysileriyle ikaz veriyorlar. Daha yeni, Aydın’daki bir İ.H.L. öğrencisi derse sarıkla girdi. Bu öğrenci bayan öğretmeni tarafından uyarılınca o öğrenici öğretmenine: “Senin başın açık. Senden öğretmen olmaz…” gibi laflar etti. Böylesi olayların örnekleri çok.
Bazı erkek öğretmenleri görüyorum ki, bir işportacı, bir hırdavatçı, bir pazarcı gibiler. Böylelerinin ilkesizlik, başarısızlık ve zararları, öğrencilerimizdeki genel eksiklik, disiplinsizlik ve bilgisizlikten anlaşılıyor.
Öğretmen ve öğrencilerimizdeki eksiklikler biraz da siyasi kanaldan ileri geliyor. Bu siyasilerin ideolojik yapıları, bilgi ve deneyim yetersizlikleri çöküşün kaynağıdır. Bunlardır liselere bile “Seçmeli Osmanlıca” derslerini koyanlar. Bakın, Atatürk’ün kaldırıp attığı Osmanlı ve Osmanlıcılık gün gün, adım adım hortluyor.
Şu yıllardaki siyasi düşünce Atatürk’ün yerleştirdiği laik, karma, ilkeli ve disiplinli eğitim-öğretim sistemimizi de yıkmak için uğraş veriyor. Yönetmeliklerin uygulanmayışı, bazı okullarda oluşturulmaya başlanan “kız” ve “oğlan” sınıfları, okul hayatını görmeden (yarı kaçak eğitim kurumlarında beyinleri yıkandıktan sonra) sınav dönemlerinde sınavlara girip diploma alan cahil genç kız ve oğlanlar, yarınlarımız için ayrı birer virüs olarak fırsat kolluyorlar.
Bu söylediklerim bugün büyük tehlike olmayabilir. Ancak bunlar sürdükçe, bunlara yenileri eklendikçe, milli eğitimimizin geleceği tehlikeye girer. Diyebilirsiniz ki, “Bunlar önemsiz. Böylesi basit şeylerle milli eğitimimiz ve toplumumuz yıkılmaz. Pireyi deve yapma.” Vücuda giren ufacık bir mikrobu düşünün. O mikrop hemen öldürülmezse her geçen gün artar, hastalık büyür, o insanı sonunda öldürür.
Atatürk’ün, okullarımızda yıllardır haykırılan: “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!” sözü (andımız), hukuk kararına rağmen okutulmuyor, “Ümmetçilik” sevdasıyla milletleşme, milli eğitim ve milli kültür bilincimiz siliniyor.
Yanlış anlamaya fırsat vermemek, samimi ve dürüst Müslümanları incitmemek için belirteyim ki, toplumumuzun inanç değerlerine bir sözüm yok. Dünyada insanların inanma ve inandığını yaşama hakkı da var. Eleştirilerim inancın kötüye kullanılmasına, T.C.’inin hedefe oturtulmasınadır. Hiçbir kimse ile şahsi kavgam yok.
Alfabe Üzerinden Sürdürülen Atatürk Düşmanlığı
Biz 92 yıldır bugünkü alfabeyi kullanıyoruz. Bu alfabe ile okur-yazar olduk, aydınlandık. Biz bu alfabe ile bilim adamları yetiştirdik. 92 yıllık edebiyatımız, güzel sanatlarımız, mimarimiz, müziğimiz bu alfabe ile vücut buldu.
Durum bu iken kimi cahil ve art niyetli kişi ve kesimler hala bu alfabemizi eleştiriyorlar. Diyorlar ki: “Bu alfabe Batılıların. Bu alfabe bizim medeniyetimize ters. Bu alfabe İslam alfabesi değil. İslam alfabesi Kuran yazısıdır. Atatürk Kuran alfabesini kaldırarak bizi dinden uzaklaştırdı. Bu alfabe bizi cahil bıraktı…”
Bu iddiaların sahipleri cahildirler, cahil değillerse art niyetlidirler. Böylesi kişilerin “Îslam alfabesi” diye kutsadıkları alfabe Arap alfabesidir. Hz. Muhammed Arabistan’da doğup büyüdüğü, Araplar Arapça konuşup yazdığı için Allah Kuran’ı Arapça indirilmiş, Kuran da Arapça yazılmıştır. Burada kutsallık vahiydedir, vahyin yazıldığı alfabede değildir. En basit bir düşünme ile anlarız ki, din, canlı insanların akılları ve duyguları ili ilintilidir, Alfabelerle ilintili değildir. Yani harf ve işaretlerde din aranmaz, arayan akılsızlık eder.
Bunu küçük bir örnekle açıklayayım. “Allah” adını Arapça ve Türkçe yazmaya kalkalım. A harfi, Arap alfabesinde “elif” denilen dikine bir çizginin üstüne küçük bir eğik çizgi çekerek yazılır. Allah’ı Türkçe yazarken, A’yı bildiğimiz A harfi ile yazarız. Şimdi dikkat edin, Arap alfabesini de Türk alfabesini de icat eden insanlardır, Allah değildir. Bu icadın/buluşun kutsallık ile, Allah ile ilgisi yoktur. Olay bu kadar basittir. ‘Harf ve işaretlerde din arayan akılsızdır’ derken söylemek istediğim budur.
Başöğretmenimiz Atatürk’ü saygıyla anıyoruz.
[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C. II, s. 19-20 Atatürk Araştırma Merkezi Yy. Ankara 1989
[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C. III, s. 206
[3] M. Şâkir Ülkütaşır Atatürk ve Harf Devrimi s. 64. Türk Dil Kurumu Yy. Ankara 1991