Vatanseverlik, Hainlik?
On dokuzuncu yüzyıl baştan sona devletin çağa ayak uydurma çabalarıyla geçti. İç ve dış olaylar, dış müdahalelere karşı önlem alma çabaları, isyanlar, bağımsızlık düşüncesiyle mücadeleye giren azınlıkların taşkınlıkları ve özellikle Balkanlardaki karmaşa, Mısır’ın durumu bütün devleti ve toplumu derinden etkiliyor, devleti yönetenler ve aydınlar, içine düşülen bunalımdan çıkış yolu arıyorlardı. Bu dönemin devlet adamları ve aydınlarıyla ilgili sonradan yapılan yorumların pek çoğunun gerçeklerle ilgisi olmadığını, ideolojik hesaplaşmaların ürünü olduğunu, birtakım önyargılarla yapıldığını söylemek durumundayız. Toplum olarak bu konuda ciddi bir ahlak sorunuyla karşı karşıyayız. Bütün hayatını millet ve devlet için harcamış pek çok insanın, hastalıklı bir bakış açısıyla, ideolojik bağnazlıkla ya da çeşitli komplekslerle ihanetle suçlanmasına sıkça tanık olduk. Okur yazarlar arasında geçmişe yönelik değerlendirmelerde gerçekler peşinden gitmek ve topluma bunları aktarmak yerine her şeyi ters yüz ederek taraf tutma anlayışı hâkim oldu. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi vatan haini olarak ilan etmek, dönem okur yazarlarının, özellikle de siyasal İslamcılar ile Batıcı solun başlıca özelliği olduğu gibi gerçekleri gizleme ve üzerlerindeki şüpheye başka yönlere çekme çabasından başka bir şey değildir. Bunlar ideolojik mücadelelerini kendi sakat düşüncelerinin ürettiği bir tarih üzerinden yapmayı yeğlediler. Bu durum iyi niyetle düşünülecek olursa, aşağılık duygusunun ürünüdür ancak bu konuda tarafların iyi niyetli olmadıkları, bugünkü uzantılarının tavır ve davranışlarından anlaşılmaktadır. Bu hastalıklı düşünce, bugün de toplumumuzda yaygın biçimde görülür. Gerçekten ülkeye ve millete ihanet içinde olanlar vardır ancak bu durumun hemen her sohbetin konusu olması, insanların birbirine ve devlete güvensizliğini körüklemekte, şüpheyi çoğaltmakta ve toplumun ruh sağlığını etkilemektedir.
Ülkemizde özellikle 1940’lı yıllardan sonra geçmişi yüceltme ya da yerme uğruna pek çok değerli devlet adamı ve aydınımızla ilgili saçma sapan düşünceler yayıldı ve pek çok insan da okuyup araştırma gereği duymadan, hayatını ilmî gerçekleri toplumun hizmetine sunmak için harcayan bilim insanlarına kulak vermeye gerek görmeden bunlara inandı. Beyniyle değil kulağıyla ya da gözüyle düşünen bir toplum durumuna geldik. Geçmişi, bugünün bakış açısıyla ya da mensup olunan düşünce düzeneğinin kazanımlarını düşünerek değerlendirmeye kalkarsak buradan doğruya ulaşılmaz. Sürekli düşman yaratarak varlığını sürdüren ve bu durumdan beslenen siyasi yapıların topluma ve devlete vereceği bir şey yoktur, bunlar ancak toplumun uyumunu bozar, düşmanlığı körükler ve insanların kutuplaşmasına yol açar.
On dokuzuncu yüzyılın Türk aydınlarıyla ilgili düşüncemiz; bunların hemen tamamı devletin kurtuluşu için çaba göstermiş ancak kurtuluş yolları konusunda değişik düşüncelere sahiplerdir. Bu da son derece doğaldır, çünkü insan, içgüdüleriyle davranmama, değişik düşünebilme özelliğiyle insandır. İnsanın değişik düşünmemesini istemek, onun insan olmaktan vaz geçmesini istemekle eşdeğerdir. Dönem aydınlarının düşüncelerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını bugünden bakarak belirlemek kolay olabilir ancak olaylar yaşanırken bu belirlemeyi yapmak elbette daha zordur. İşin bir başka yönü, bu değerlendirmeyi yapanlar gerçeği mi arıyor, yoksa başka birtakım niyetleri mi var? Namık Kemal gibi devlet ve millet için sürgünleri, hapisleri göze almış bir kişiyi, yalnızca değişik düşündüğü ve düşüncelerini gür bir sesle dile getirdiği için sakat düşüncesinin sağladığı imkanlarla rahat koltuğunda değerlendiren ve onun hain olduğunu iddia eden bir kişi, kim olursa olsun, kendi pisliğini örtme çabası içindedir ve kendi etiketini ona yapıştırmaya çalışıyordur.
Islahat Fermanı
Tanzimat Fermanı adıyla bilinen ünlü fermandan sonra 28 Şubat 1856 tarihinde devlet, Islahat Fermanı adıyla yeni bir bildirge yayınladı. Bu fermanla, Tanzimat fermanıyla tanınan hak ve hürriyetlerin daha da genişletilerek süreceği, birtakım siyasi hakların tanındığı, din ve mezhep değişikliklerinden dolayı ortaya çıkan sorunların giderileceği, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında vergide eşitlik sağlanacağı, can ve mal güvenliğinin sağlanması için yeni önlemler alınacağı ve buna benzer birtakım hükümler ilan edildi.
Bu fermanlar durup dururken değil, her ikisi de devletin bunalımlı zamanlarının ürünü olarak ilan edilmişti. Birincisi, Osmanlı-Mısır savaşının sonrasında, ikincisi ise Kırım savaşı sonrasında yayınlandı. Birincisi Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış, ikincisi ise Ali Paşa tarafından ancak İngiltere ile Fransa’nın İstanbul’daki elçilerinin müdahalesiyle hazırlanmıştı. Bu müdahale, devletin son hızla bir çıkmaza doğru gittiğinin açık bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Bir yanda yüzyıllar önce ekonomiyle ilgili Fransızlara tanınan imtiyazlar yani kapitülasyonlar, zaman içinde başkalarına da tanınmış ve ülke hemen bütünüyle ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, öte yanda askerî alanda yaşanan sürekli başarısızlıklar devleti bu noktaya getirmişti. Bu durumu bir döneme ya da birkaç kişiye yüklemeye çalışmak hem doğru olmaz hem de kimseye bir şey kazandırmayacağı gibi sorunu belirlemeyi de engeller. Bu yaşananlar, yüzyılların yanlış uygulamalarının, bilimden uzaklaşmanın, dünyadaki gelişmeleri gerektiği gibi izleyememenin sonucuydu. Somut ve sembolik bir başlangıç belirtmek gerekirse İstanbul’da 1577 yılında dönemin büyük bilgini Takiyüddin tarafından kurulan rasathanenin iki yıl geçmeden şeyhülislam fetvasıyla top ateşiyle yıkıldığı 1579 yılı gösterilebilir. Dönemin en önde gelen bilim merkezlerinden biri olan bu kurumun 1578 yılında çıkan bir veba salgını nedeniyle uğursuzluk getirdiği düşünülmüş ve topa tutularak yıkılmıştı. Bu durum, zihinlerdeki çöküşün göstergesidir. Askerî alandaki çöküşün somut tarihi olarak da Karlofça anlaşmasının imzalandığı 1699 tarihi gösterilebilir. Bu tarihten sonra zaman zaman saman alevini andıran başarılar görülmüş olsa da kötü gidişi bütünüyle engelleyecek ciddi bir hamle söz konusu olamamış, bazı sultanların ve devlet adamlarının bu gidişi durdurma yönündeki çabaları, çoğunlukla menfaat çetelerinin “Din elden gidiyor.” bağırtıları arasında boğulup gitmiş, koca cihan devleti, yabancı devlet elçilerinin müdahale etmesini kabul etmek zorunda olan bir devlete dönüşmüştür.
Eğitim Yine Eğitim
Islahat fermanını hazırlayan Ali Paşa’nın eğitim konusundaki düşünceleri, onun sorunlara bakışını anlamak bakımından önemlidir. O, “Milletimizin eğitimini ve bilgisini gerekli düzeye yükseltmek konusuna mümkün olan önceliği vermek, bu konuda çaba sarf etmek ve yoğunlaşmak farzdır. Bunu yapamazsak daha fazla dayanamayıp biteriz. Her ne yaparsak yapalım, çevremize Çin seddi gibi duvarlar çeksek bile bilgi sahibi milletler bize galip gelirler ve adım adım her şeyimizi elimizden alırlar… Bir dakika önce okulların düzene girmesi ve yaygınlaşması, Müslüman ve Hristiyan çocuklarının eğitimi ile bu büyük tehlikenin yok edilmesi en önemli işlerdendir.” diyordu. Ali Paşa’nın yol arkadaşı Fuat Paşa da benzer düşüncelere sahiptir ve padişaha geçmişin yanlışları yüzünden bugünlerin yaşandığını, eğer yeni bir yönetim tarzı benimsenip uygulanmazsa çöküşün kaçınılmaz olduğunu belirten bir vasiyet bırakmıştı. Fuat Paşa, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da var olabilmesi için İngiltere kadar paraya, Fransa kadar eğitime, Rusya kadar askere sahip olmasına bağlı olduğunu söylüyor ve bizim için gerekli olan durum, Avrupa milletleri düzeyine yükselmektir diyordu.
Islahat fermanının amacı, Osmanlı’nın Müslüman halklarına tanımış olduğu hakların Müslüman olmayan halklarına da tanınmasıdır. Bu fermanı hazırlayan paşaların ve kabul eden sultanın, bunu isteyerek değil, zorunlu oldukları için yaptığını kabul etmek durumundayız. Çünkü artık devlet, bunu engelleyebilecek, eski tavrını sürdürecek güce sahip değildir.
İsyanlar
Osmanlı Devleti için on dokuzuncu yüzyıl bir yönüyle de isyanlar yüzyılıdır. Bu isyanlar, askerî isyanlar, yerel isyanlar, azınlıkların isyanları, din ve mezhep isyanları olarak sıralanabilir.
Hükümet darbesi olarak değerlendirilebilecek olan askerî isyanlar, pek çok padişahın ve devlet adamının kellesini aldı, pek çok gelişmenin önüne geçti, pek çok yeni düşünceyi meyve vermeden boğup yok etti. Çöküşün çok önemli nedenlerinden biri, yeniçerilerin başını çektiği bu askerî isyanlar oldu. Bu isyanlar, yeniçeri ocağının söndürüldüğü 1826 yılından sonra son buldu.
Yerel isyanlar, eyaletlerde devletin görevlendirdiği ancak zamanla etkisi ve gücü artmış, güç sarhoşluğuna kapılmış, halka zulmeden paşalar tarafından çıkarılmış ve devleti çok uğraştırmış, öldürücü dış sorunlarla boğuşan devletin gücünü parçalamış ve hem topluma hem de devlete büyük zararlar vermiştir.
Azınlık isyanları öncelikle Rumeli’de, özellikle Slav kökenli Hristiyan halkları Rusların kışkırtmasıyla başladı ve daha sonra bütün Rumeli’ye sonraki zamanlarda ise devletin diğer bölgelerine, Suriye’ye ve Arap yurtlarına yayıldı.
Din ve mezhepler adına çıkan isyanlar da devleti çokça uğraştıran olaylar içinde olup özellikle Müslüman olmayan ve aynı dinden olup da değişik mezheplere mensup olan toplulukların birbirleriyle kavgalarının sonucunda yaşandı.
Gizli Örgütlenmeler Başlıyor
2. Mahmut’tan sonra tahta çıkan Abdülmecit’in de uzun süren bir saltanat dönemi olmuş, çeşitli nedenlerle halk şikâyet etmeye başlamıştı. Devletin işleyişine yönelik düzeltme çabaları beklenen sonucu vermemiş, insanların maddi durumları gittikçe kötüye gitmiş ancak başta saray çevresi olmak üzere bazı kesimlerin lüks hayatı gün geçtikçe daha çok dikkat çekmeye başlamıştı. Yabancı devletlerden alınan borç paralarla saraylar yaptırılması, lüks hayat sürdürülmesi, yabancıların sürekli devlet işlerine karışması gibi pek çok olumsuzluk toplumda huzursuzluğun artmasına neden olmuştu. Bu sırada tarihe Kuleli Olayı adıyla geçen bir oluşum ortaya çıkarıldı. Batı’daki benzerleri örnek alınarak kurulmuş olan bir gizli örgüt, daha sonraki benzer örgütlerin de ilk örneği olmak bakımından önemlidir. Yönetime karşı isyan hazırlığında olan bu gizli örgütün üyelik önerdiği bir devlet görevlisi, durumu devlete bildirdi ve örgüt mensupları belirlenip yargılandılar.
Abdülaziz, Sultan Oldu
Abdülmecit, 1861 yılında öldü ve yerine kardeşi Abdülaziz yeni Osmanlı sultanı olarak tahta çıktı. Dönemin büyük aydınlarından ve devlet adamlarından biri olan Cevdet Paşa’nın bu ölüm olayı ile ilgili yaptığı değerlendirme, insan karakterinin tarihin her döneminde hemen hemen aynı olduğunu gösterdiği için Enver Ziya Karal’ın Osmanlı Tarihi’ne aldığı biçimiyle burada nakledildi: “Cennetmekân hakkında görülen bu umumî sevgi padişah cenazesi olduğu cihetle müdahaneye (dalkavukluğa) yorumlamaya gerek yoktur. Zira ileri gelenler, vükelâ (vekiller) ve saraylılar yeni padişahın yanında idi. Zamanın ikbal düşkünleri de o taraflarda dolaşıyor idi. Cenaze namazında hazır olan insanların çoğu gönlü temiz insanlardı.” Ölen padişahın sağlığında çevresinde dört dönen, el etek öpenler, henüz cenaze kalkmadan yeni padişahın elini eteğini öpme yarışındadır. Cevdet Paşa, bu sözleriyle gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş ve sürekli geçmişe övgü düzüp zamanı yerenlere bir güzel ders vermiştir.
Enver Ziya Karal yeni sultanın ilgi alanlarını şöyle sıralar: “Mükemmel bir binici ve avcı idi, kürek çekmeyi, yüzmeyi ve güreşi de seviyordu. Ok ve cirit atmaya da merakı vardı. Müzik ve edebiyata karşı fazla meyli yoktu. Padişahlığının ilk yılında kardeşinden kalan saray tiyatrosunu ahıra çevirttiği gibi dövüştürmek maksadıyla beslediği horozları ve av köpekleri için yeni binalar yaptırdı.” Horoz dövüştüren bir padişah tipi, herhalde bugünün insanı için çok da anlaşılır bir şey değildir ancak padişahların da insan olduğu, zaaflarının, heveslerinin, eksik ya da kusurlu yönlerinin, meziyetlerinin olabileceği unutulmazsa, bu aktarılanların hepsi anlaşılabilir şeylerdir.
Nispeten sakin geçen Abdülaziz’in saltanat süresi on beş yıl sürdü ve bu zaman içinde eyaletlerde bazı ayaklanmalar ve isyanlar çıktı, birtakım düzenlemeler sürdürüldü, büyük devletlerin iç işlerine müdahaleleri devam etti. Bütün bunların ötesinde bir gelişme ise hürriyet kavramının yüksek sesle dillendirilmeye başlanması ve yeni bir yönetim biçimi olarak meşrutiyetin gündeme gelmesi oldu. Toplumda sultan aleyhinde gelişen hava, 1876 yılında onun tahttan indirilmesi ve yerine 5. Murat’ın getirilmesiyle son buldu. Tahttan indirildikten sonra Topkapı sarayına, oradan da Ortaköy’de bulunan Feriye sarayına götürülen Abdulaziz’in sürekli öldürülme korkusuyla yaşadığı bilinmekte ancak kaynaklar ölümünün kuşkulu olduğunu belirtmektedir. Resmî kayıtlara göre makasla bileklerini keserek intihar etmiştir ancak bu kayıt hep şüpheyle karşılanmış ve öldürülmüş olabileceği düşünülmüştür.