Devlet mi, Millet mi?
On altıncı yüzyılın sonlarına doğru devlet düzeninin bozulmaya yüz tuttuğu, hanım sultanların devlet işlerine müdahalelerinin ve padişahlığa kimin geçeceği konusunda etkilerinin arttığı, paşalar, özellikle de damat paşalar arasındaki çekişmelerin artık iyice su yüzüne çıktığı ve bu çekişmelerin devletin başına büyük sorunlar açtığı görülür. Bu çağda devlet, en geniş sınırlarına ulaşmış ancak bu büyüklüğü sürdürecek, bu gücü koruyup daha ileri taşıyacak düzeyde sultan ve devlet adamı yoksunluğu hissedilmeye başlanmıştı. Bu durum, dönem tarihçilerinin yazdıklarından ve olup bitenlerden anlaşılır. Anadolu’da Türkmen ayaklanmaları sıklaşmış ve tarihimize Celali İsyanları adıyla geçen, bir yönüyle Türkmen katliamıyla sonlanan olaylar yaşanmıştı. Türkmen ayaklanmaları durup dururken olmayıp her birinde başta adaletsizlik ve devşirmelerin ya da kendini bilmez devlet adamlarının zulümleriyle halkı hor görmeleri başta olmak üzere pek çok haklı gerekçe söz konusudur. Bu dönemdeki ayaklanmalar, konuyla ilgili herkesin aklına öncelikle Kuyucu Murat Paşa’yı getirir. Bu kişi belki de bütün Osmanlı tarihinin en merhametsiz, en zalim kişisi olmak unvanına sahiptir. Beşikteki çocuklara varıncaya kadar binlerce kişiyi öldürdüğü kayıtlarla sabittir. Uzunçarşılı ünlü Osmanlı Tarihi adlı eserinde yapılan katliamı destekler bir tavırla son değerlendirme olarak şunları söyler: “Murad Paşa, yalnız Celâlileri değil onlarla uzaktan ve yakından temasları olan, onlara yataklık edenleri hatta aralarında bulunan çocukları bile sonradan şakâvete süluk eder (eşkıyalığa kalkışır) diye öldürtmüştür… Tarihlerin kayıtlarına göre Kuyucu Murad Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canboladoğlu, Kalenderoğlu, Tavil kardeşi Meymun kuvvetlerinden otuz bin ve bunlardan başka yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şakâvet yapan kırk sekiz çeteci kuvvetlerinden yirmi beş bin kişinin öldürüldüğü ve bunlardan hariç diri olarak elde edilip katledilenlerin de on bin kadar olduğu tahakkuk etmiştir ki mecmuu altmış beş bindir.” Burada belirtilen cinayetleri işleyen kişi, adaletiyle ünlü olduğunu düşündüğümüz bir devletin baş veziridir. Gelecekte Celali olmaları ihtimalinden dolayı çocukları bile öldüren bir baş vezir… Tarihin bu yönü örtülmemelidir. Tarihte bazı kişiler adaletleriyle bazıları ise zulümleriyle yer aldı. Haccac bir zalimdi, Kuteybe bir zalimdi, Kuyucu Murat da bir zalimdi… Celali isyanları konusuna devlet penceresinden bakmayı seven tarihçilerin yaşanan gerçekleri göz ardı ettikleri, isyan edenleri devlet düşmanı olarak sundukları, isyanların nedenlerini görmezden geldikleri sık görülür. Bu taraflı tavır, tarihçilik değil, hanedancılıktır, hanedanı kutsamaktır. Devletin yok saydığı Türkmenlerin Selçuklunun son büyük sultanı Sencer’e yaptıkları hatırlanırsa Türkmen’in tabiatı daha iyi anlaşılır.
Devlet ile millet ilişkisinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili başta Orkun Yazıtları ve Kutadgu Bilig olmak üzere pek çok eser yazılmış, başka konularda yazılan eserlerde de her fırsatta buna değinilme gereği duyulmuş, konu sürekli gündemde olmuştur. Bu eserlerin döne dolaşa üzerinde durduğu konu, il ve töredir. Yani millet, devlet ve yasa. Bu kadar çok eser yazılmasının bir nedeni olmalı. Düşüncelerimizin merkezine devleti mi yoksa milleti mi yerleştirmemiz gerekir, başka bir deyişle devlet mi millet için yoksa millet mi devlet için var? Bu, üzerinde durulması ve karşılığı verilmesi gereken bir sorudur. Devleti, milletin örgütlenmiş biçimi diye tanımlar, bunu sağlar, uygular ve bundan kuşku duymayıp inanırsak sıkıntı olmaz, milletin düşünceleri devlette egemen olur ve devlet millete hizmet etmekle görevli bir aygıt konumunu koruyup sürdürür. Adaletli davranıldığı sürece de ancak bireylerle ilgili sıkıntılar yaşanabilir, toplu başkaldırmalar olmaz. Bireylerin sıkıntılarının ana nedeni de genellikle bireylik çıkarlar olur. Bu da oldukça sınırlı bir çevreyi ilgilendirdiği için toplum üzerinde yönlendirici etkisi olmaz.
Milletin devletine güveni, devletin adaleti ölçüsündedir. Adalet herkes için işlediğinde onun kestiği ve keseceği parmağın acımayacağı inancı sürüp gider ancak yasalar kişi ve zümre yararlarına göre yorumlanmaya başlanır ve yasalarla mağdurlar oluşturulur, yasalar karşısında imtiyazlı sınıflar olursa orada huzur da olmaz, başkaldırı da olur. Celali olarak adlandırılan kitlelerin ve benzeri Türkmen başkaldırılarının devlet ya da hanedan kutsayıcılığı ile değil bu açıdan değerlendirilmesi gerekir.
Aydınlar Uyarmaya Başlar Ama…
On altıncı yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı tarihçilerinin devlet düzeninde ve işleyişindeki bozulmalara, yaşanan sıkıntılara dikkat çektiği, hatta bazı Avrupa ülkelerindeki adaletle ilgili uygulamaları övmeye başladığı, Osmanlı’daki yöneticilerin yetersiz ve yeteneksiz kişiler olduğundan ve dolayısıyla pek çok olumsuzlukla karşılaşıldığından söz ettiği görülür. Emecan Hoca, dönemin önde gelen bilginlerinden Gelibolulu Ali’nin Künhü’l-Ahbar adlı eserinden şöyle bir bölüm aktarır: “Ona göre güya esaretten kurtulan Murad Çavuş, Habsburgların adil hükümdarlar oldukları, halkına adaletle davrandıkları, zahirelerinin fazla olduğu hazinelerinin bol, askerinin sayısız ve üstün teçhizatlı bulunduğu haberini getirmiştir.” Bu anlatılanlar, ezber bilgilerimizle örtüşmemekte, hatta onları yalanlamaktadır. Çünkü biz, sürekli tarihimizdeki adalet ile övünür ve Batının bu adalete hayran olduğunu bilir ve düşünürüz ancak Gelibolulu bu anlattıklarıyla ezberlerimize büyük bir darbe vurur. Bu anlatılanların çok azı bile doğru olsa devletin artık birtakım şeyleri yanlış yapmaya başladığı, düzenin bozulmaya yüz tuttuğu ve aydınların bu durumdan rahatsız olduğu, düşmandan verdiği örneklerle rahatsızlıklarını dile getirdiği anlaşılır. Cafer Iyani adlı bir tarihçi daha da acı olaylar anlatarak durum tespiti yapar. Ona göre daha önceki adaletli yönetim dolayısıyla Doğu Avrupa halklarının gözü Osmanlı’ya dönükken on altıncı yüzyıl sonlarında durum değişmeye başlamış ve Budin valilerinin zulmü ve özellikle fazla vergi toplamaları dolayısıyla halk Avusturyalılara sığınmak zorunda kalmıştır. Bunu öğrenen Avusturya yöneticileri durumdan yararlanmışlar ve yurtlarını terk eden insanların Macar ve Hırvat akıncılarına katılmalarını sağlamak üzere sınır kalelerinin komutanlarını devreye sokmuşlardır.
Sultanlar Sefere, Şehzadeler Sancağa Çıkmaz Oldu…
Kuruluş ve yükseliş dönemi Osmanlı sultanlarının hemen bütün hayatları seferlerde ve at sırtında geçmiş, bazıları savaş alanında şehit olmuş, bazıları sefer yolunda ölmüştü. Şehzadelerin her biri, devleti yönetebilecek birikimi elde edebilsin diye sancaklara gönderilir ve yanlarına verilen deneyimli devlet adamları ve çağın önemli bilginleri marifetiyle yetiştirilirlerdi. Özellikle Amasya, Manisa, Trabzon gibi kentler, şehzade şehirleri olarak ün yapmıştı. Kanuni’den sonra bazı istisnalar dışında bu gelenekler uygulanmaz oldu ve hem şehzadeler için hem de sultanlar için saray rahatlığı tercih edilmeye başlandı. Sultanını yanı başında gören askerin savaşma isteği ve gücü artmakta, cepheden geri çekilmeyi düşünmemekte ve canını feda etmekten çekinmemekteydi.
1595 yılında arka arkaya başarısızlıkların ardından adına marşlar söylenen ve “su başı durak” olan ünlü Estergon kalesinin düşman eline geçmesi üzerine dönemin sadrazamı Sinan Paşa sultanın ordunun başında sefere çıkması için birtakım faaliyetlerde bulunmuş ve bir cuma günü hutbe sırasında bazı bilginler ayağa kalkıp padişahın ve devlet ileri gelenlerinin niçin seferlere katılmadıklarını sormuşlar, yeniçeriler de baş vezirin ya da ordu komutanlarının yöneteceği bir sefere katılmayacaklarını dillendirmeye başlamışlardı. Şeyhülislam da bu koroya katılmış ve ülkenin düşmanların ayakları altında ezildiğini söyleyince sultan göz yaşlarını tutamayıp sefere çıkacağını söylemek zorunda kalmıştı. Sultanın sefere çıkıp çıkmamasından, yaşanan bu zihniyet değişikliği daha büyük önem taşır. Söylendiği üzere seferden sefere koşan ve hayatı at sırtında geçen sultanlar gitmiş, onların oturmak için zaman bulamadığı tahtta şimdi saray entrikaları içinde boğulan, saraydaki hiziplerin oyunlarına bile engel olamayan torunları sözde hüküm sürmeye başlamıştı. Sarayın gerçek hakimi valide Safiye Sultan idi ve tarihçilere göre hakimiyetin elinden gideceği ve oğlunun güçleneceği endişesini taşıdığı için bu sefere çıkma işine şiddetle karşı çıkıyordu ancak bütün çabalarına rağmen sultan sefere çıktı. Bu seferde Osmanlı’nın son büyük meydan savaşlarından bir yapıldı ve Haçovası’nda Haçlı ordusu yenilgiye uğratıldı. Saray entrikaları Kanuni döneminde iyice gün yüzüne çıkmaya başlamış ve şehzadelerin öldürülmesinin kapısını aralayacak düzeye ulaşmıştı ve bu durum gittikçe azgınlaşarak sürdü. Valide sultanların büyük etkisi, damatların önemli makamlara getirilmesi, sürekli çekişmelerin yaşandığı ve huzursuzlukların egemen olduğu bir ortam dolayısıyla devletin çağın gerçeklerinden gün geçtikçe uzaklaşması… Devleti baba olarak gören Türkler, bütün tarihleri boyunca gözü devlete bakan, onun yönlendirmesiyle davranan, ona güvenen bir millet olmuş, devletin bir şeyleri yanlış yapabileceğini pek düşünmemiş ancak zaman zaman bu teslimiyetin büyük sıkıntılarını yaşamıştır.
Kadızadeliler, Hür Düşünceye Karşı…
Dördüncü Murat döneminde Osmanlı din ve düşünce hayatında etkili olan ancak dar görüşlülüğün de örneği olarak gösterilen din adamları ortaya çıktı. Bunlar, kendilerine 1573 yılında Birgi’de ölen ve bazı önemli eserler bırakan, ayrıca Nihal Atsız’ın biyografisini hazırladığı Birgili Mehmet Efendi’yi örnek aldıklarını söylüyor ancak öne dürdükleri düşüncelere bakıldığında onunla çok da ilgili olmadıkları anlaşılıyordu. Saraya kadar ulaşan Kadızadeliler, Dördüncü Murat’ı da etkiliyor ve onun acımasız davranışlarının dindeki yerini hazırlıyorlardı. Bunların karşısında ise tarikat mensupları vardı ve onlar da Sivasiler adıyla tanınmaktaydı. Uzunçarşılı, bu iki grup arasında on altı konuda ayrılık söz konusu olduğunu belirtir ve bunların neler olduğunu sıralar. Bu on altı konudan birkaçı, toplumun niçin ve nasıl geri kaldığını, bütün insanlığa büyük katkı sağlamış olan İslam’ın ilk dönemlerinde Bağdat merkezli, sonraki dönemlerde Maveraünnehir ve Horasan merkezli bilimden uzaklaşmanın ne ölçüde olduğunu göstermesi bakımından son derece önemli. Bunlardan birkaçı:
1.Müspet bilimlerin ve bu anlamda matematiğin eğitiminin meşru olup olmadığı,
2.Ezanın, Peygamber için yazılan naatların, mevlit ve benzeri şeylerin makamla ve güzel sesle okunmasının caiz olup olmadığı,
3.Sigaranın, kahveni ve benzeri şeylerin haram olup olmadığı,
4.Kabirleri ziyaret edip etmemek,
5.Rüşvet konusu…
Bu maddelerin bir bölümü din tartışmalarında bugün de güncelliğini korumaktadır ancak bunların çoğu toplumun büyük kesimini çok da ilgilendirmeyen ancak dar çevrelerde konuşulan konulardır. Burada asıl önemli olan konu birinci maddede yer alan “müspet ilimler” konusudur. Hayatının merkezine dini koyduğunu düşünen bazı kesimler bugün bile müspet bilim sınıfına sokulan bilgi alanlarını “ilim” saymakta zorlanır, onlara göre ilim olmak şerefi ancak tefsir, fıkıh, hadis gibi din bilimlerine aittir. Onlara göre matematik, fizik, kimya, biyoloji, tıp, dil, edebiyat, tarih, sanat, astronomi, geometri gibi çağımızın bilgi düzeyini ve teknolojisini hazırlayan, insanlığın uygarlaşmasını sağlayan, geçmişe göre hayatı daha kolay yaşamamıza katkısı olan konular, birilerinin adeta eğlencesi ve oyalanma, zaman geçirme alanıdır. Onlara göre bu bilim ve sanat alanları, manevi dünya ile değil maddi dünya ile ilgilidir ve din dışıdır. Onlar, kişi ve toplum hayatının maddi ve manevi yönleriyle bir bütün olduğunu düşünmezler ancak birey olarak da dünya zenginliğine kavuşma çabasını bir yana bırakamazlar.
Bu ve benzeri sorulara öncülüğünü Abdulmecid Sivasi Efendi’nin yaptığı mutasavvıflar topluluğu olumlu cevap verdiler. Onlara göre müspet bilimlerin eğitimi gerekli idi. Diğer konularda ise akıl ve mantığın uygun ve güzel gördüğü şeylerin yapılmasının bir sakıncası olmazdı, ayrıca kahve ve tütünün haramlığı da söz konusu değildi. On yedinci yüzyıl Osmanlı toplumundaki tartışma konulardan biri olan bu ve benzeri durumlar, çağın aydınlarının ve toplumun düzeyini göstermek bakımından da büyük önem taşır.