Eski Türkiye’nin, yaşarken iyi görmediğimiz, şimdiye göre çok çok iyi zamanlarıydı. TRT’de, şimdiki Avaz’ın, ilk adıyla Avrasya kanalının başındaydım. Her ay Millî Güvenlik Kurulu’nun bizi ilgilendiren konularda hizmete özel veya gizli yazıları gelirdi. Bir husus dikkatimi çekerdi. Askerler bazı kavramlar konusunda çok dikkatliydiler. Dile dikkat ettiklerini ve kavramları isabetle seçtiklerini gösteren bir titizlikleri vardı. Yanlış kavramlaştırmaları hemen fark eder ve uyarırlardı. Belli ki devlet dilini iyi biliyor, belli merkezlerden yayılan, bölücü-ayrıştırıcı propaganda diline karşı da hızlıca tedbir düşünüyorlardı. Mesela “Kuzey Irak denmemelidir, doğrusu Irak’ın Kuzeyidir” diyorlardı. Eski Türkiye’nin bazı temel kurumlarının sağlam yönlerine örnek tutum alışlardan biriydi.
Elbette onların da ciddi yanlışları vardı. Masum sayılacak, hatta fark edilmeyecek yanlışlardan bir örnek vereyim: Mesela, Irak Türkleri’ne Türkmen dediler. Irak Türkmen Cephesi, askerler tarafından kurulmuştu. Türkmen denmesi haliyle yadırganmadı. Tarihen, Anadolu’daki, Azerbaycan’daki ve Amuderya nehrinden bu taraftaki Türkler için kullanılan bir tabirdi. Yalnız, bu doğrunun, kullanıldığı yer ve zaman bakımından sıkıntı yaratabileceğini ve ayrımcı bir dile dönüşebileceğini düşünmediler.
Curzon’un o cümlesi
Hâlbuki bizim düşünmediğimizi, düşünmeyeceğimizi başkaları düşünmüş ve yapmışlardı. Hem de yüzyıl önce. Lozan’ı inceleyenler, bu isimlendirmenin Musul-Kerkük müzakerelerinde İngilizler tarafından ayrı bir millet adı gibi kullanıldığını bilirler. Bizim heyet, Lozan’da Musul-Kerkük’ün Türk bölgesi olduğunu ısrarla söylüyordu. Bir halkoylaması(plebisit) yapılması halinde durumun ortaya çıkacağını savunuyordu. Türk tezlerine karşı İngilizlerin güç gösterme dışında bir savunma silahı kalmamıştı. Lord Curzon son bir hamleyle, “Onlar Türk değil ki, Türkmen!” demişti. Dikkatinizi çekerim, “Türk değil, Türkmen”.
Curzon’un bu cümlesini hiç unutmadım. Benim için, herhangi bir boy adının, tarihi adlarımızın, sonunda nereye vardırılacağını görmek bakımından uyarıcı bir örnekti. Halis Türk, Türkmen’e Türk değil diyebilecek kadar gerçeğin tersyüz edildiği bir örnekti. Sovyet Rusyasında daha net ve katı uygulamalarda bunu gördük. Yüz elli yıldır işleyen Rus millet içinden milletler yaratma mühendisliğinin parçalayıcı ayırımcılığını hâlâ yaşıyoruz. Bunlar, bu tür isimlendirmeleri kullanırken de dikkatli olmaya mecbur olduğumuzu gösteriyor. Elbette ilim âlemi ve her alandan araştırıcılar, her türlü isimlendirmeyi inceleyecek ve yazacaklar. Analiz gereği ayırarak bakacaklar, fakat o bölerek isimlendirme ve anlamanın günlük kullanışa ve resmî dile aynı şekilde geçmemesi önemlidir.
Dünya çıkarına göre isimlendirir
Devlet ve millet hayatında bu renkli isimlendirmeler vardır. Özellikle bugünün şartlarında günlük dilde kullanılırsa kafa karıştırabilir. Döne döne hatırlatılacak bir husustur. Tarihte yaşadıklarımıza göre, boyculuk-kabilecilik gibi dar bakışların sizlik-bizlik ayrımına yol açacağı bellidir. Giderek ayrı millet haline gelmeyi ve getirilmeyi kolaylaştıracağı da akılda tutulacak ağır bir sonuçtur. İçerde, çeşitli etnik unsurlar üzerinden yapılan ayrıştırmalar yanında, eski tabirle “Türk Âlemi”nde, yeni adıyla “Türk Dünyası”nda bölücü-parçalayıcı isimlendirmeler dillere yerleşmiş görünüyor. Kanaatimce, bizim için temel meseleler arasındadır.
Sovyetler bunu Türk topraklarını istila sonrası, yüzyıllara yayarak yaptı. Amerika ve batı siyaseti de aynı bölücü dili kullandı. Hatırlayın, 1991’e kadar Amerika’nın Sesi’nde(VOA) ve Almanya’dan yayın yapan Radyo Liberty’de Esir Türkler tabiri etrafında hep Türk denirdi. Sovyetler dağılır dağılmaz dil değiştirdiler. Ya Müslüman dediler ya da Sovyet terminolojisini kullanmaya başladılar. Türk gitti, onlarca isimle anılan Türk devletleri ve toplulukları ayrı ayrı milletler olarak anılır oldular. Türkiye, bu çarpıcı değişmeyi fark etmedi. İçimizdeki baskın gruplar zaten o ayrıştırıcı dile yatkındı. TRT ekranlarında da o bölücü dil kullanıldı. Birkaç kişinin düzeltilmesine dönük söz, yazı ve hareketleri de kamu bakışı haline gelemedi. Yanlışlar, kuvvetli itiraz görmediği için normalleşti ve ne yazık ki yerleşti. Benim gibi bu dile direnmeye devam edenler de var.
Bunları yaşadık
Yıllar önce, yaşadıklarımızın da etkisiyle bir karara vardım: “Önüne arkasına bir söz getirmeden Türk’e Türk diyeceğiz!” görüşünü kendim için şaşmaz bir ilke haline getirdim. Konuya böyle girdiğime göre söyleyip geçecek değilim. Siyaset kültürü ve günün acil ihtiyacı zorlamazsa sonraki yazılarımda da devam etmek isterim
Askerlerimiz içinde bu dil yanlışını görenler olduğunu söylemiştim. Evet, Millî Güvenlik Kurulu’nun hassas davrandığını görüyor ve rahatlıyorduk. Yalnız, onların dikkati de devlet dikkati haline gelemiyordu. Kuzey Irak ve Irak’ın Kuzeyi örneğini verdim. Bu tür dil tercihlerinin ve kavramlaştırmaların ne gibi sonuçlar vereceğini takip ederdim. Ne olurdu dersiniz? Verdiğim örnek üzerinden gidersek içine düştüğümüz yanlışa ayarlı psikolojinin düşündürücü sonuçlarını görürüz. Bizim TRT haberlerinde, bir kere Kuzey Irak geçiyorsa ikiye çıkardı. Şaşırırsanız şaşırın ama öyleydi. Buralara durduk yere gelmedik. Bilinmez bir el “Demek iyi yere vurmuşuz” der gibi o arızayı katlardı. Haber Dairesi Başkanı ve yöneticileri dâhil defalarca ikaz ettiğimizi ve netice alamadığımızı bilirim. Millî Güvenlik Kurulu’ndan basınla irtibatlı bir albay vardı. Onunla uzun uzun dertleşirdik.
“Âzerî”
1992 yılıydı, Karabağ’ın Ermenilerce işgal edildiği aylar. Her gün şehit haberleri geliyordu. Bizim TRT, “Şu kadar Azeri askeri öldü” şeklinde verirdi. Hemen her gün haberlere gider veya telefon ederek bu yanlışlığı söylerdim. Bir gün Televizyon Program Müdürümüz Ünlen Demiralp(Prof. Dr.)’le beraber, öğle haberlerini dinledik. Karabağ haberleri veriliyordu, yine aynı şekilde şehit haberi verildi. Ünlen Hoca, bu yanlışlığı benden çok dinlemişti. “Hadi Haber Dairesi Başkanı Şahap Alp’a gidelim” dedi. Gittik, anlattık. Şahap Bey, Dış Haberler Müdürü’nü aradı, “Bu haberi akşam haberlerinde düzeltelim, Âzerî demeyelim.” dedi. Peki, ne oldu dersiniz? Öğle haberlerinde iki defa “Âzerî” deniyordu demiştim ya, akşam haberlerinde o dörde çıktı. Niçin böyle yaptıklarını ve bunun ne manaya geldiğini düşünmenizi isterim. Böyle onlarca örnek verebilirim.
Dikkat edin, uluslararası olaylarda isimlendirmeler ve kavramlaştırmalar çarpışır. Her biri kendi açısından bazı tabirleri öne çıkarır. Tam bir propaganda savaşı yürütülür. Irak ve Suriye meselesinde de öyle oldu. Yine aynı örnekten gidelim, “Kuzey Suriye” dediler ve dilde-kavramlaştırmada(kafada) böldüler. “Suriye’nin Kuzeyi” deseler bir bütünün yukarı yöndeki ayrılmaz parçasından bahsettiklerini anlayacaktık. “Kuzey Suriye” dediler, biz uyanmadık. Etnik ve kahrolası mezhep tabirlerini kullandılar. Öyle de böldüler.
Bu bölücülükte Türkler değil, birileri öne çıkarıldı. Suriye’de kalan Türklerin(onlara da Türkmen dendi tabii) yaşadığı bölgeleri hallaç pamuğu gibi attılar, çoğunu yerlerinden ettiler. Çok yönlü bir stratejiyi adım adım uyguladılar. Bizim hükümetimizin bunların farkına vardığına dair hiçbir işaret yok. Yönetenlerimizin, son yıllara kadar -görünüşe göre- bile isteye seyrettiğini ve hatta onlara yardım ettiğini gördük. Aynelarab’ın PYD’nin eline geçişini hatırlayın. Davul zurnayla kebap ikramlarıyla topraklarımızdan geçirdiğimiz peşmerge, Suriye’de güç durumda kalan yerli unsurları kurtardı ve orada kantonlar ilan ettiler. Aynelarab’ın ismi de değişti. Ne Türkçe Arapgözü veya Arap Pınarı dendi, ne de Arapçası, Kobani dediler.
Diyeceğim o ki, “Türkiye neden bu haldedir?” diyenler dile bakacaklar. Şuur veya şuursuzluk dilden görünür. Irak’ta, Suriye’de-İran’da, konularınızı, insanlarınızı birilerinin koyduğu adlarla anarsanız olanlar olur. Bir de bakmışsınız etrafınız boşalır. Türk, sadece Anadolu’da yaşayanlara denir hale gelir. “Öyle denirse ne olmuş yani?” diyen kim varsa, ayrışmanın-çözülmenin kapısını biraz da o aralamış demektir.