Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Günter Grass’ın Otuz Yıl Sonra Yeniden Okunan Romanı: Kurbağa Güncesi

Günter Grass’ın Otuz Yıl Sonra Yeniden Okunan Romanı: Kurbağa Güncesi

featured
0
Paylaş

Bu makale, Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu’nun dünyaca ünlü yazar Günter Grass ve onun Kurbağa Güncesi adlı eseri üzerine yaptığı kapsamlı bir incelemeyi sunmaktadır. Yazar, Alman milli kimliğinin inşasında ormanlar, bahçeler ve mezarlıkların taşıdığı derin sembolik anlamları ele alırken, romandaki “Barış Mezarlığı” projesi üzerinden göç ve aidiyet kavramlarını tartışmaktadır. Metinde, iki olgun aşığın ölüleri vatan toprağına kavuşturma çabası ile modern dünyanın kapitalist ve siyasi gerçekleri arasındaki trajik çatışma vurgulanmaktadır. Şahsuvaroğlu, otuz yıl aradan sonra kitabı yeniden değerlendirirken geçmişteki önyargılarını sorgulamakta ve eseri günümüzün kitlesel göç sorunlarıyla ilişkilendirmektedir. İnceleme, savaşların ve yerinden edilmelerin yarattığı toplumsal travmaların edebiyat aracılığıyla nasıl bir vicdan muhasebesine dönüştüğünü zarif bir dille özetlemektedir.

 

Yerinden, yurdundan edilenlerin acısı bugün kaç romanda konu ediliyor? Milyonlarca insan göç mühendisliğinin aparatı gibi oradan oraya savruluyor, Gazze boşaltılıyor, çoluk çocuk demeden katlediliyor. Eskiden binlerle onbinlerle ifade edilen göçler şimdi milyonlarla kısa haber bültenlerinde geçiyor.

Ne hayatlar var oysa romanı, hikayesi yazılması gereken…

Rastlantıyla geldiler bir araya dul erkekle dul kadın.

İkisinin de doğduğu topraklarla ve altında yatanlarla sıkı ünsiyetleri var.

Mezarlıklar…

Alman milliyetinde ormanların önemli bir yeri olduğunu yazmıştık.

“Das ist des Deutschen Vaterland, / Wo Eide schwört der Druck der Hand, / Wo Treue hell vom Auge blitzt, / Und Liebe warm im Herzen sitzt/ Das soll es sein!” [Bu Alman’ın atayurdudur/ El ele yemin edilen yerdir/ Sadakatin göze ışıldadığı yerdir/ Ve aşk kalbe sıcacık yerleşir/Ve öyle de oldu!] diye yazıyordu Ernst Moritz Arndt. Ona göre “Almanlar” samimi, sevecen ve yapmacıksızdılar; aşkta hesap yapmazlardı. Rousseau’nun doğa idealinden hiç de uzak olmayan ve son tahlilde, karakterleri de aşan uluslarüstü bir doğallıktı bu.”

Kurbağa Güncesinde geçen aşıklar da samimi… sevecen ve yapmacıksız…

Günter Grass’daki Alman ruhunun kurbağa sesini aryaya döndürmesi ölülerin hangi toprağı yurt edinirken çıkardığı ses gibidir. Öyle bir sestir ki ruhlar âleminden gelir.

Günter Grass Alman edebiyatının önemli kalemlerinden biri.

Kurbağa Güncesi 1992’de çevrildi Türkçeye. 1989 sonrası Avrupa’yı, Ortadoğu’da savaşı ve Almanya’nın birleşmesinin getirdiği sosyal psikolojik travmaları tel tel işlediği bir roman, ama daha çok ölülerin ve yer değiştirenlerin romanı…  Birkaç yıl yazmayan Grass’ın yeni dönemine ait ilk romanı.

Alman milli ruhunu oluşturan düzenli ağaçlar harika ormanlar, özel ağaçları ve habitatıyla düzenli büyük bahçeler Canetti’nin ve birçok yazarın işlediği bir konu.

Bahçeler ya da ormanlar, Alman büyük ordularının da simgesi olmuş adeta. Üç bölge ve üç devir içinde her biri Alman milliyetini inşa etmiş, birliğinin ve kitleselliğinin de…

Fakat düzenli bahçeler ya da orman dışında daha önce ihmal ettiğim, atladığım başka bir mekân da var.

Mezarlıklar… Şüphesiz Almanlar için yaşayan ağaçlarının altında yatan ölüleri de büyük hatıralar, acılar, heyecanlar taşıyor.

O yüzden mezarlıkları da Alman ruhunun kavramsal inşasında ihmal etmek olmazdı.

İşte Günter Grass’ın Kurbağa Güncesinde ele aldığı mezarlıklar ve ölülerinin başka diyarlardaki hayatlarını vatana taşıma heyecanı bir dava olarak tebellür ediyor. İki olgun yaştaki sevgili biri Polonyalı diğeri Alman, Barış Mezarlığı projesinde ve sonrasında yaşanan çelişkilerde aşklarını ve umutlarını, pişmanlıklarını ve acılarını paylaşıyorlar. Her tarafa yayılan Almanların ya da sadece Polonyadakilerin kendi topraklarına dönmesi umudu… Bir karış toprağı ölülerimizden esirgememe hasleti… Kurbağa seslerinin özellikle suya vuran söğüt ağaçları gölgesinde senfoni haline gelmesi de bir başka ruh hali Grass’ta…

Alman Ruhunun İfadesi

“Goethe döneminin öncü Alman bahçe kuramcısı Christian Hirschfeld tarafından bir “Alman bahçesi” tasarlanmıştı, gerçi bunu uygulamada değil sadece kuramda yapmıştı. Parkların halka açılmasını isteyen ilk kişilerden biriydi. Parklarda “belli bir ormanımsı” niteliğin bulunması gerekir; yani bahçe ideali, yabanıllık idealini bütünüyle dışlamamıştır. Bu bahçeler, “bütün arzuların sakinleştiği”, ruhun sağlığına kavuştuğu yerler haline geldi. Hirschfeld ayrıca, “Fransızlar içindeki” şehveti dürtüklemeye takmış “büyük alçaklığa” verip veriştiriyordu. Fakat bir romantik olan Ludwig Tieck, Hirschfeld’in bahçe ideolojisini daha o zaman gülünç buluyordu. Fuldau bahçe mimari Gustav Vorherr, 1808’de, Almanya’nın Güzelleştirilmesi Üstüne makalesinde, “Almanya, Almanya’nın tamamı bir büyük bahçe!” sloganını türetmişti. Vorherr’in nihai hedefi, “dünya olan büyük yapıyı güzelleştirmek” ve bu şekilde insanlığı arileştirmekti.
Modern çevre politikasının kıymeti bilinmemiş bir kaynağı, peyzaja doğru yayılmış bu bahçe yapım projelerinde aranmalıdır. Rita Gudermann’ın bize hatırlattığı gibi, 18. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın ortasına dek “Almanya’nın tamamı bir büyük bahçe!” sloganını benimsemiş bir “arazi güzelleştirme hareketi” var olmuştur ve estetik olan ile ekonomik ve sosyopolitik açıdan faydalı olanı yurtseverlik bayrağı altında birleştirmeye çalışmıştır. Ian Tyrrel, Kaliforniya’da ve Avustralya’da, modern çevre hareketinin unutulmuş öncüleri olarak benzer hareketler tespit etmiştir.
Yine de, Alman ulusal doğa romantizminin doruk noktasında bile, Alman doğasının ne olduğuna karar vermek zor olmuştur. Yeni İngiliz bahçe doğasının bir çeşitlemesi miydi? Friedrich Ludwig von Sckell, 1804’ten itibaren Münih’teki Isar çayırlıklarındaki İngiliz Bahçesi’nin kurulmasına nezaret etmişti. Kimileri bunu “Alman ruhunun ifadesi” olarak methetmiş; kimileri ise sıkıcı bulmuştu. Riehl, “zincirlenmiş”, yürüyüşçünün girmesini önleyecek şekilde çitle çevrilmiş İngiliz parklarından küçümseyerek söz etmiş, Alman hürriyetinin doğal temeli olan “özgür ormanı” yüceltmişti. Peki ama hangi orman?
Milli doğayı ortaya çıkarma ya da baştan kurma girişimlerinde ortaya çıkan güçlükler çok çeşitli olabilir. En nihayetinde, doğa daima, bitmek bilmeyen bir karmaşıklığın toplamıdır, bu da gözlemcileri, Alman doğasını daha en baştan çok katmanlı bir şey olarak düşünmeye mecbur bırakma açısından olumludur. Wilhelm Heinrich Riehl için, Alman doğası tarihin izlerini taşır, ama kesinlikle her açıdan üstün değildir: Her ne kadar, Riehl’in kendisinin de memleketi olan Mittelgebirge Almanya’nın eski kalbi olsa da, Riehl burayı arazi bölünmesi ve aşırı ekim nedeniyle halsiz düşürülmüş bir yer olarak görür; öte yandan, ona göre, dayanıklılık için gerekli kaynaklar sadece Kuzey Almanya’da ve Güney Almanya ile Avusturya’yı kapsayan geniş bir bölgede bulunur.” Bununla birlikte, Almanya’nın doğal olarak üçe bölünmesi, yapısı itibariyle hiçbir biçimde bir üçlülük [teslis] oluşturmaya elverişli değildi.

Alman Ormanı

“Nazi döneminde, geniş yapraklı ormanları korumak üzere Deutsche Heimatbund bünyesinde bir komite oluşturuldu ve 1941’de bir bildiri (memorandum) ile kamuya duyuruldu. Bir şair şöyle yakınıyordu: “O deutscher Wald, o Buchengrün / Und Kraft der starken Eichen / O deutscher Wald, du sinkst dâhin / Von deines Würgers Streichen!” [Ey Alman ormanı, ey huş ağacı yeşili ve de yaman meşelerin gücü/ Ey Alman ormanı, yere indirdi seni celladının darbeleri!]. Komite, Hitler’in “halkımızın güç ve kuvvet kaynağı olan Alman peyzajının”, “bedeli ne olursa olsun korunması” gerektiği yönündeki beyanlarından güç aldı. Ancak eylemciler, “gerçek bir Alman peyzajının” geri getirilmesinden evvel, öncelikle “eski ormanın ne olduğunu tespit etmenin” ve bunu mevcut beklentilerle örtüştürmenin gerektiğini kabul edecek kadar dürüsttüler. Bildiriyi destekleyen sözler kalabalığı içinde, ulusal gerekçenin ekolojik ve hidrolojik gerekçelerin tamamen gerisinde kalması kayda değerdir; üstelik 1941’de! Ve bütün bunlara rağmen, özellikle “Alman” olan bir orman varsa, o da aslında, huş ağacı ormanıdır.
Popüler Alman edebiyatının orman romantizmi -ister Ludwig Ganghofer’in Schweigen im Walde’si [Ormanda Sessizlik], ister Peter Rosegger’in Waldbauernbub’u [Orman Çiftçisinin Oğlu] ister Heinrich Hansjacob’un Waldleute’si [Orman Halkı] olsun- baskın biçimde, ulusal değil, bölgesel karaktere sahiptir: Bu, Alpler’in ve Kara Orman’ın Heimat edebiyatıdır. Kuzey Almanya’da, en tutkulu doğa romantizmi, insan kökenli ormansızlaşmanın bir sonucu olan, fakat Hermann Löns ve onun hayranları için muhteşem yabanıllığın simgesi haline gelen Lüneburg Fundalığı’na odaklanmıştır.
Riehl için Alman doğası, yani orman yabanıllığı, her ne kadar “doğa karşıtı” pek çok kuvvetin tehdidi altında olsa da onun zamanında hâlâ mevcut olan bir peyzajdı ve çok yaygındı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonlarında giderek artan sayıda karamsar, mevcut durum ile en eski Alman doğası arasındaki mesafenin daha önce hiç olmadığı kadar büyüdüğüne inanıyordu. Ludwig Klages 1913’te, “Cermenya faunasının” neredeyse bütünüyle tahrip olduğunu düşünüyordu. Ötücü kuşlar bile “yıldan yıla” azalmaktaydı. “Sadece bir insan ömrü kadar öncesinde” diyordu Klages, “yaz mevsiminde, mavi gökyüzü şehirlerde bile kırlangıçların pır pırlarıyla doluydu”; şimdi ise, “taşrada dahi ürkütücü bir sessizliğe” dönüşmüş halde. Burada, daha o zamandan -küresel bir perspektiften-Rachel Carson’un 1960’larda ABD’de toplumu telaşa düşüren “sessiz bahar” tasavvuruna rastlarız. Bu iç karartıcı senaryoya karşı, o dönemde yeşermeye başlayan “doğa koruma”, geride kalan küçük alanların korunması haline dönüştü. Böyle olmak zorunda mıydı? Özellikle de en tutkulu korumacılar sıklıkla, (sözde) el değmemiş doğanın dışında korunmaya değer çok şey olduğunu, hatta yeni şeylerin ortaya çıktığını görmekte başarısız olmuştu. Örneğin 19. yüzyılda, bozkıra özgü küçük bir kuş türü olan tepeli toygar, yolunu, giderek büyüyen “ekili bozkırlarda” kendine habitat bulduğu Almanya’ya çevirdi.”

Alman ruhunun derinliklerinde Grimm Masallarında da ortaya konduğu gibi her çocuğun odasında bir kapı ormana açılır ve ormanın derinliklerinde maceralar birbirini izler. Her ağaç bir Alman gibi dimdik durur ve hep birlikte orduyu temsil eder. Ormanlar kadar mezarlar da yaşar Alman ruhunda. O yzden mezarlıklar da belki toprağın altındakilerin yaşayan ahfadına bir yol göstericidir. Mezar taşlarıyla, üstündeki simgeler ve hatırlattıklarıyla…

 

Barış Mezarlığı

“Durmadan tazelenen kahve eşliğinde uzun uzun konuşmuş olmalılar, ‘çanın tam dokuzu çalışından biraz önce’ bu fikri ortaya atmış, olgunlaştırıp önce ‘fikir’ sonra da halkları uzlaştıran bir fikir haline getirmiş olacaklar. Kadında coşma yeteneği vardı, erkekse bu fırsatla ‘İnsanların Yerlerinden Edildiği Bu yüzyıl’ temasını ele aldı, yerlerinden edilen ya da göçe zorlanan, kaçmak zorunda kalan herkesi, yüzbinlerle insanı, Ermenileri ve Kırım Tatarlarını, Yahudileri ve Filistinlileri, Bengallileri ya da Pakistanlıları, Estonyalıları ya da Litvanyalıları, Polonyalıları ve son olarak da denklerini sırtlayıp Batıya yollanan Almanları bir bir saydı döktü. “Çok kişi yollarda kırıldı, sayısız ölü verildi.”

Tek tek veya toplu mezarlar…

Şimdi geç sevgililerin icadı Barış Mezarlığı için bir ölülere haklarını teslim etme ve en azından yurt toprağı içinde yatabilecekleri bir değiş tokuşu gerçekleştirme…

Otuz bin Polonyalı ve Almanın kendi yurtlarına taşınması için bir proje bu barış mezarlığı…

“Fazla hatıra düşkünlüğüyle kurcalamamalıyız eski hikâyeleri, çünkü Brakup’un da söylediği gibi çamuru fazla karıştırma üzerine sıçratırsın. Ayrıca zaten mezarlıkta yeterince yapılacak iş var. ölülere altında yatılacak bir karış yurt toprağı vermek için bile olsa fikrimiz ileriye yönelik.”

Toprak olmuş insanlara adanmış bir iş bu. Onları vatan toprağına kavuşturmak…

Bu bir son değil ki. Öl ve ol!

Çabalarımız bir işe yaramalı ve Barış Mezarlığında ölüler yuvaya dönüşün neşesini yaşamalılar.

Bu cümleler metafizik ürpertime yoldaş olabilirdi. Ta ki ardındaki paragrafta dullardan Gdansk bölgesindeki dul kadının Sobiyevski hatırlatması olmasaydı:

İki dul Polonyalı ve Alman ölülerin yerlerini değiştirip yurtlarına kavuşturma mücadelesi verirken, kadın yabancı kokularından nefretini kusuyor.

“Garipmiş adam, yabancı kokuyormuş.” Bir sömürge İngilizi hakkında beyan. “Onu da un ufak edeceğiz, biz Polonyalılar Viyana önde yaptığımız gibi Türkleri…”

1992’de elimden kitabı düşüren de bu cümle oldu. Kitaptaki Türk düşmanlığı Günter Grass’ı okumamı zorlaştırmıştı o zaman. 1993’te babamı kaybettim. Benim de mezarlarla ünsiyetim çoktu. Yüzlerce, binlerce şehit vermiştik. Birçoğunun otopsi masasında bulundum. Hatta birçok yaralı olarak hastaneye getirilen arkadaşımızın şehadetine şahit olmuştuk. Cenaze merasimlerinde yeminler okumuştuk. Ailelerini teselli ederken anne ve babasından, kardeş ve ablasından hiç de az olmayan acılar çektik.

Çanakkale Şehitliği, bütün o yarımada vatan evlatlarının gerçek yurdu ve paylaştıkları topraklar, başka uzak diyarlardan gelerek İngiliz hesabına çarpışan kandırılmış müstemleke savaşçıları ile dolu…

Berlin Duvarının yapılışını da ve yıkılışını da en iyi Günter Grass’tan dinleyebilirsiniz.

Berlin Duvarının yıkıldığın zamanlarda ben de Berlin’e ve Almanya’nın birçok kentine konferanslar için gitmiştim. Günter Grass ile tanışma fırsatım da vardı ama elini sıkmadım. Çünkü yazdıklarından ötürü ona karşı bir ön yargım vardı.

Oysa ilk okumamdan tam otuz yıl sonra yeniden okuyunca bir Nazinin tekrar insan oluşunun edebî çerçevesini tuvale ya da rölyefe geçirebiliyordum.
Sanat tarihçisi, mezar taşı uzmanı Reschke Alexander, Polonyalı dul Alexandra ile Barış Mezarlığı projesine adandıklarında binlerce mezar taşı üstünde ölümle yazılmış tarihin de izlerini, hatıralarını, bilgilerini paylaşıyorlar. Her mezar taşında ayrı simgeler, mesela paslanmış bir çıpanın 1914’de batan torpido gemisinin mürettebatından birine ait olması…

Ihlamurlar, dişbudaklar, akçaağaçlar, kavaklar, salkım söğütler… Mezarlık bahçelerinin Alman ruhunu inşa eden ormanlar ve büyük düzenli bahçeler kadar önemi olduğunu kitle ruhunun yansıması olduğunu anlıyordunuz.

Büyük ağaçlıklı yolun karşısında geniş park alanı ve orada sonsuza kadar duracak olan Sovyet tankı da incinmiş Alman ruhunun derinde yatan bir hesabını yansıtmıyorsa ben de bir şey bilmiyorum.

Helalleşme İsterken…

Yazar, kahramanı yerine koyuyor kendini, bazen kendinden kaçıyor kahramanına söyletiyor söylemesi gerekenleri, hem Nazi dönemlerine dair vicdan muhasebesi yapıyor, bu kaçışları ona aynı zamanda suçluluk psikolojisinden kurtulup tarihsel düşmanları eleştiri imkânını veriyor hem de toprağın altındakilerle helalleşme fırsatı…

“Konuşmasının burasında Reschke sesini yükseltmiş olsa gerektir. Neyse onun sesiyle okuyorum: “Burada, bugün her türlü dayanma sınırımız aşılmıştır! Mezarlara yakınlıkları itibariyle aslında ölüme hazırlık mahiyetinde olsalar da yaşlılar için açılan huzurevlerini gene de sineye çekebilirdik; ama yeniden gömme ticareti, üstelik de bunca kârlı hale geldiği için, haydi müstehcen demeyelim ama özellikle çirkindir. Şimdi sıra toprak almaya geldi. Bunun için gereken para torun torbanın yeterince bilinen zevk sefa düşkünlüklerinden elde edilecek. Tasarının tümü yatıştırıcı kelimelerle süslenip püsleniyor, sanki golf sahaları irice birer mezarlıkmış gibi. Hayır! Bu artık bizim ortaya attığımız fikir olmaktan çıktı. Burada savaşla kaybedilen ekonomik üstünlükle yeniden elegeçirilmek isteniyor. Elbette her şey barışçı yollardan yapılıyor. Bu defa tanklar, bombardıman uçakları yok. Diktatör değil, serbest piyasa ekonomisi hüküm sürüyor. Değil mi Herr Vielbrand! Değil mi Pan Merkez Bankası Müdür yardımcısı! Söz paranın! Bu kadarından üzülerek söylüyorum, biz iki üye elimizi eteğimizi çekiyoruz, istifa ediyoruz.”

Yazar da kahramanı gibi elini eteğini çekmek istiyor; bu yazdıkları aslında ruhunu incitmiştir. Kahramanı Reschke, Günter Grass’tan başından geçeni yazmasını istemiştir güya… ve iki sevgili Napoli yolcusu iken arabaları takla atınca hayatlarını kaybederler.  Reschke’nin notları mektup biçiminde miydi, yoksa transandantal bir iç okuma mı? “Bir tek sen becerebilirsin bunu. Bütün olgulardan daha olgu düşkünü olmak her zaman hoşuna gitmiştir:” diyerek romanın kahramanı yazarı gaza da getirmiştir.

“Ben de burada bitirmek isterdim” diye kaza öncesi romanı bitirmek isterken “Polonya elden gitmedi” diyerek sanki bugüne de bir mesaj bırakmak niyetinde. “Barış mezarlıkları dolup taşıyor. Almanlar ölü olarak yuvaya dönüyor.”

Arabanın enkazı da yanmış, Alexander ile Alexandra bilinmeyen bir mezarda isimsiz yatıyorlar.

Yerinden yurdundan edilmişler, kapitalizmin gösteri alanında barış mezarlığına kavuşacakken golf kulübüne ram oluyor.

Bugün de BOP çerçevesinde bir göç mühendisliği yapılıyor. Öyle otuz bin filan değil, milyonlar göçe zorlanıyor. Milyonlarca hayat sönüyor, barış mezarlığı gibi fantastik teklifler bile artık yapılamıyor. BOP dahilindeki bütün ülkeler kargaşaya sürüklenirken modern dünyanın yaptırımcıları hiçbir vicdan azabı duymuyor, tanklar bile durduğu yerde bir hatıranın, suçun izi olamıyor; bütün deliller yok ediliyor.

Günter Grass’ı otuz yıl sonra yeniden okurken ona karşı önyargımı tekrar sorguladım.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!