Osmanlı Türk tarihine Mısır fatihi ve Şah İsmail ile olan rekabetin galibi olarak geçen Yavuz Sultan Selim, 22 Eylül 1520 tarihinde öldüğünde ardında sınırları olağanüstü büyümüş, açık denizlere ulaşmak üzere olan ve karşısında buna engel oluşturacak güç bulunmayan bir dünya devleti bırakmıştı.
Tarih; ne için/kimin için?
Tarihe olsaydı/olmasaydı diye bakmanın hiçbir anlamı olmayacağı gibi bu bakışın kimseye bir yararı da olmaz. Üstelik toplum içinde etkili ve tehlikeli olan bölünmüşlüğü, insanlar arasındaki sevgisizliği ve güvensizliği arttırır. Yavuz Sultan Selim, mezhep konusundan dolayı Türkler arasında bugün de tartışmaların konusu bir kişidir ancak bu tartışmalar onun tarihin gördüğü büyük cihangirlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Tarihe din ya da mezhep penceresinden bakıldığı sürece gerçekçi değerlendirmeler yapma imkânı olmaz ya da bu pencereden bakarak yapılan yorum ve değerlendirmelerle gerçeğe ulaşma/gerçeği bulma ihtimali bulunmaz. Çünkü böyle bir tartışmada herkes kendi haklılığına iman etmiştir, iman konusu ise tartışmaya kapalı, kabul gerektiren, yoruma ve ihtimallere bile izin vermeyen bir konudur. Dinler ya da mezhepler elbette hem kişilerin hem de toplumların hayatında son derece önemli ve etkilidir ancak aydınların bugünden tarihe bakarken olgu ve olayları gerçekçi bakışlarla, olayların geçtiği çağın koşullarına göre bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gibi bir sorumluluk ve zorunlulukları vardır, aydınların tarih karşısında yanlı davranma hakları olmaz, yanlı davranan kişi aydın değil, bir grubun, partinin, cemaatin sözcüsü olur ve mensubu olduğu kitlenin bakışının ya da kabullerinin dışına çıkamaz. Kısacası tarihi, kendi kabullerine ve ideolojilerine göre yorumlayan bir kişinin gerçeğe ulaşmak diye bir derdi yoktur, aksine tarihi kendinin ya da mensubu olduğu kitlenin/grubun/partinin yararına kullanmak amacı söz konusudur. Böyle kişiler belge de uydurur, tarihe yalan da söyletebilir. Nitekim pek çok örneğini duyup görüyoruz. Bunu kişiler yaptığı gibi devletler de yapar. Devletlerin de kendi amaçları ya da yararları için tarihî gerçekleri değiştirme çabaları her zaman olabilir.
Türklerin hem birbirleriyle hem de başkalarıyla olan mücadelelerinde yüksek amaçlar elbette söz konusu olmuştur ancak bu mücadelelerin ana nedenlerinden birinin de kişilerin iktidar, yani güç mücadelesi olduğu da akılda bulundurulmalı, kişioğlunun her çağda güçlü hatta en güçlü olma güdüsüne sahip bir varlık olduğu, bu güdünün kağanlarda, sultanlarda, krallarda, padişahlarda ellerindeki imkanlara bağlı olarak en üst düzeye ulaşacağı akıldan çıkarılmazsa tarihi daha gerçekçi değerlendirme imkânı olduğu gibi böyle bakılan tarih, toplumu bölen değil birleştiren bir öge durumuna da gelebilir. Sağlıklı ve geleceğe güvenle, akılla, akılcı bakan toplumlar; ayrılıkları değil ortaklıkları çok olan ve çoğaltan, ayrılmaları değil birleşmeleri önceleyen, geçmişinden utanan değil ondan dersler çıkarıp ibret alan ve gelecekte aynı yanlışları tekrarlamaktan uzak durmak için önlemler geliştiren, eğitim düzeneğini buna göre oluşturmayı becerebilen toplumlardır. Bunu yapabilenler kısa sürede inanılmaz ölçüde gelişme gösterip dünya ulusları içinde saygın bir konum elde eder.
Yasa Koyucu Bir Sultan…
Batılı kaynaklarda genellikle “büyük”, “muhteşem” gibi sıfatlarla anılan Yavuz Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman bizde genellikle “Kanuni” sıfatıyla anılır. Çünkü insanların zihninde kanun/yasa her şeyin üstünde olduğu gibi yasa koyuculuk özelliği de her durumun üzerindedir. Osmanlı tarihinde yasa koyucu sultanlar içerisinde Fatih’in de önemli bir yeri vardır ancak Kanuni sıfatı Sultan Süleyman’a verilmiştir. Bu yasaların genellikle örfi yani geleneğe bağlı hukuktan kaynaklanan ancak çağın din otoritesi her kim ise ondan da fetva alınarak konulduğu bilinen bir durumdur. Toplumu ve devleti zamana uydurmak gerekir. Gelişen koşullar dikkate alınarak yasa konulmazsa zaman değişir ancak toplum donar ve çağı ıskalar. Bu durum da gerilemenin, çağa ayak uyduramamanın, gelişme ve yenilikleri ıskalamanın kısacası çöküşün ana nedeni olur.
Şehzade Süleyman; babasının sağlığında Trabzon’da, Manisa’da ve Edirne’de sancak beyliği ve babasının vekili olarak görevler yapıp şehzadeliğinde devleti tanıyıp devlet işleyişi hakkında bilgi ve görgü sahibi olarak yetişti. Kuruluş ve yükseliş dönemlerinde hemen bütün şehzadelerin benzer biçimde yetiştirildiği, ayrıca sultanların da ordunun başında seferden sefere koştuğu, saray hayatı içinde kaybolmadıkları önemli bir özellik olarak karşımıza çıkar. Hakanı ile savaşa giden askerin daha canla başla savaşacağı, daha disiplinli davranacağı, canını daha kolay feda edebileceği, böyle bir savaşta bulunmanın asker için farklı anlamlar taşıyacağı kuşkusuzdur. Devletin gerileme ve çöküş dönemlerinde sultanların saray hayatı içinde kayboldukları, asker ile ilişkilerinin son derece sınırlandığı, halk ile ancak cuma selamlıklarında tören içerikli olarak karşılaştıkları, dolayısıyla halktan, ordudan, çarşı-pazardan uzak bir hayat yaşadıkları, ülkede olup biten pek çok şeyden ancak aracılarla ve aracıların istediği kadarıyla haber alabildikleri bilinmektedir.
En Uzun Süre Tahtta Kalan ve En Çok Sefere Çıkan Sultan…
30 Eylül 1520 tarihinde tahta çıkan Sultan Süleyman 46 yıl yani 1566 yılına kadar Osmanlı tahtının sahibi olarak hüküm sürdü. Bu süre içerisinde çoğunda ordusunun başında olmak üzere on üç büyük sefere çıktı. Tarihçiler Sultan Süleyman’ın bu seferlerini Batı, Doğu ve Deniz seferleri olmak üzere üç başlık altında inceler. Batı seferlerinin ilki, Belgrat’ın alınmasıyla sonlanan seferdir. Bu kalenin alınması, Osmanlı’nın sonraki seferleri için önemli bir üs sahibi olması anlamına gelmekteydi. Nitekim Avrupa’ya yapılan seferlerde bu kale sürekli kullanıldı. Kanuni’nin ikinci seferi Macarlar üzerine idi. Bu sefer öncesinde Fransa kralının annesi oğlu için Kanuni’den yardım istemiş ve isteği büyük bir memnuniyetle kabul edilmişti. Ayrıca Katolik Kilisesine karşı bir hareket başlatan ve Protestanlık mezhebini yaymaya başlayan Martin Luther de Kanuni tarafından büyük destek görmüş, bu destekle de mezhebi günden güne yayılmış, Katolik Kilisesi büyük güç kaybına uğramış ve uğramaya devam ediyordu.
Büyük devlet olmanın önemli gereklerinden biri yalnız kendi sınırları içini düzenlemek değil sınırları ötesinde de geleceğini belirleyici eylemleri yapabilmektir. Bu, her çağda böyle olduğu gibi günümüzde de böyledir. Yukarıda belirtilen yardım konusuyla yeni mezhebin çıkması ve yayılması Kanuni tarafından düşmanlarının gücünü bölmek için önemli fırsatlar olarak görülmüş ve değerlendirilmiştir. Herhalde o çağda hiç kimsenin aklına bizim devletimiz niçin böyle şeylerle uğraşıyor sorusu gelmemiştir. Çünkü büyük devletin vatandaşı da büyük düşünür, ileriyi düşünür, geleceği bugünden düzenlemenin arkasından koşar, günübirlik yaşamaz. Günübirlik yaşamak, gelecekle ilgili millî amaçları olmayan kişilerin ve toplumların özelliğidir. Bu tür toplumların bağımsız yaşamaları ancak dünya dengelerinin izin verdiği sürece mümkün olur, aksi durumda en kısa süre içinde köleleştikleri görülür. İnsanlık tarihinde bu durumun sayısız örnekleri vardır.
Macar İmparatorluğunun Sonu
Bir Batılı tarihçi Mohaç için “Tarihte hiçbir savaş gösterilemez ki Mohaç’ta olduğu gibi, bir tek muharebe, bu derecede kesin netice alabilsin ve büyük bir milletin bütün istiklalini asırlar boyunca ortadan kaldırsın.” diyor. Bilindiği üzere Macar ulusu, köken olarak Türklerin akrabası olan Asyalı bir ulustur. Hristiyanlığı benimsedikten sonra da bir türlü tam olarak içlerine almayan ve onlara her zaman yabancı muamelesi yapan Avrupalıların bu tavrına rağmen Macarlar, Hristiyanlığın ve dolayısıyla Avrupa’nın Türklerle mücadelesinde hep en önde olmuşlar, büyük mücadele vermişlerdir. Mohaç’ta yüz bin kişiden oluştuğu belirtilen Osmanlı ordusu karşısında iki yüz bin kişilik Macar ordusu içinde Avrupa uluslarının da askerlerinin bulunduğu bilinmektedir. Yalnızca bir buçuk saat süren bu büyük savaşın sonunda büyük Macar ordusu hemen bütünüyle yok edilmiş, 657 yıllık Macar devleti tarihe karışmıştı. Savaş sırasında Kanuni’yi öldürmeye yemin etmiş otuz beş Macar şövalyesi sultana doğru savaşa savaşa giderken otuz ikisi ölmüş, üçü de sultanın kılıcıyla can vermişti. Atılan ok zırhına isabet etmiş ancak işlememiş ve sultan yara almadan kurtulmuştu. Macar ordusunun büyük bölümü bataklıkta boğulmuş, yirmi beş bini esir alınmıştı. Türk ordusunun bu savaştaki kaybı 150 şehit ile birkaç bin yaralı idi.
Batı seferlerinin üçüncüsü de Macaristan üzerine yapıldı ve bu seferle Osmanlı’nın tayin ettiği kral yeniden Macar tahtına oturtuldu. Dördüncü sefer Viyana üzerine yapıldı ve şehir kısa süre kuşatmada tutulduktan sonra ordu geri döndü. Daha sonra Macaristan’a yönelik üçüncü sefer yapıldı, bunun arkasından da Almanya seferine çıkıldı. Sonraki sefer Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki donanmanın büyük rol oynadığı ve etkili olduğu Venedik üzerine yapılmış, Venedik’in barış istemesi ve Fransa’nın araya girmesi üzerine sefer sonlandırılmıştı. Boğdan (Moldavya), Budin ve ünlü Estergon kalesi üzerin yapılan seferler de hemen bütün hayatı at üzerinde geçen Kanuni’nin Batı’ya yaptığı öteki seferlerdir. Bu seferlerin sonucunda 1545 yılında Almanya ile bir anlaşma imzalandı ve bu anlaşmaya göre Almanya, Osmanlı’nın üstünlüğünü açık biçimde kabul ve ilan ediyordu.
Doğuya doğru…
Kanuni zamanında doğuya yapılan ilk sefer, Osmanlı’nın doğunun büyük denizlerine açılmasının önünde engel olarak görülen ve Basra Körfezini kontrol eden Safeviler üzerine yapıldı. Bu sırada Safevi Türk devletinin başında Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasb bulunuyordu. Bu sefere Kanuni değil, baş vezir komuta etmişti. Seferin sonunda Safevi egemenliğinde olan Van Gölü ve Erzurum çevresi Osmanlı egemenliğine girdi. Daha sonra Kanuni de baş veziriyle birleşmek üzere sefere çıktı, baş vezir Tebriz’i ele geçirdi, Şirvanşahlar Osmanlı egemenliğini benimsedi ve 1534 yılında da pek çok özelliğiyle bütün İslam tarihi için çok önemli olan Bağdat, ardından kutsal kentler Kerbela ve Necef Osmanlı egemenliğine geçti. Kanuni, mezhep imamı Ebu Hanife’nin, Hz. Ali ile Hz. Hüseyin’in türbelerini ziyaret edip buralarda sadaka dağıttı. Bu arada Tebriz defalarca el değiştirdi. Ayrıca Şah Tahmasb’ın kardeşi Sam Mirza, Kanuni’ye sığındı ve bunun üzerine Şah Tahmasb, Ustacalu Han Türkmen adlı elçisini göndererek barış istedi. Bu sefer sona erdikten sonra da bölgede fetihler sürdü ve Erzurum’daki Osmanlı güçleri Ahıska üzerinden Gürcistan’a yürüyüp bu ülkenin büyük bölümünü egemenlik altına aldı, ayrıca Arap yarımadasının da önemli bölümü Osmanlı egemenliğini benimsedi. Şah Tahmasb’ın öteki kardeşinin Osmanlı’ya sığınması yeni bir İran seferinin gerekçesi oldu ve 1548 yılında yapılan bu sefer de bazı bölgeler el değiştirdi. 1553 yılında üçüncü İran seferi yapıldı ve bu seferin sonunda İran ile Amasya Anlaşması imzalandı.
Deniz Gücü
Akdeniz, insanlık için bütün çağlarda önemli olmuş ve bu denizin çevresi uygarlıkların, bilim, kültür ve sanatın, zenginliğin, tarımın merkezi olduğundan sürekli bir mücadele alanı da olmuştur. Buradaki adalar; özellikle Kıbrıs, Girit, Rodos, Midilli ve Malta gibi deniz yolunu kontrol etmekte önemli olanlar, mücadelelerin nedenini oluşturmuş, mücadelelerin merkezinde yer almıştır.
Osmanlı, Barbarosların komutasında Kuzey Afrika’ya egemen oldukları gibi Akdeniz’de de önemli bir deniz gücü olmuş, denizci devletlerle başa baş mücadele edebilecek bir güce erişmişti. Akdeniz’deki ticaretin sağlıklı sürdürülebilmesi için bu adaların kontrol edilmesi son derece önemliydi. Ticaret güvenliğini sağlamak ve her fırsatta verilen zararın önüne geçmek için Sen Jan şövalyelerinin elinde olan Rodos adasının alınması gerekiyordu ve ada 1522 yılında teslim alındı. Cem Sultan’ın oğlu şehzade Murat Rodos şövalyelerinin elindeydi ve Kanuni, Hristiyanlığı benimsemiş olan şehzadenin yakalanması için büyük çaba göstermiş, sonunda şehzade ile iki oğlu yakalanıp öldürülmüştü.
Kuzey Afrika’da sürekli bir mücadele olduğu bilinmektedir. Avrupa, özellikle İspanyollar ve Portekizliler bölgeyi elden çıkarmak istemiyor ancak Osmanlı’nın gücüyle de başa çıkamıyorlardı. Cezayir’de egemenlik sağlanmıştı ancak Tunus ve Fas sık sık el değiştiriyordu.
Dönemin Akdeniz’de yaşanan büyük olaylarından biri de Preveze deniz savaşı idi bu savaşta Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması büyük bir Haçlı donanmasını yendi.
Büyük sultan Kanuni çağında bu belirtilenlerin dışında da hem karada hem de denizde savaşlar olmuş, zaferler kazanılmış ve devlet en geniş sınırlarına ulaşmış hem kara gücüyle hem de deniz gücüyle o çağın en büyüğü olmuştu. Denizlerdeki mücadele Akdeniz ile sınırlı kalmamış, Kızıldeniz’den geçen Osmanlı donanması Hint Okyanusu’na açılmış, Sudan ve Habeşistan ele geçirilmiş, büyük denizci ve bilginlerimizden Piri Reis, Murat Reis ve Seydi Ali Reislerin komutasındaki donanma Hint Okyanusu’nda Portekizliler ile mücadele etmiş, Hindistan’daki Babürlü Devleti üzerindeki baskı kırılmaya çalışılmış, insan ve silah gücü olarak onlara yardım yapılmıştır.
Hayatı at üzerinde geçen bu büyük sultanın ölümü de yaşadığı hayata uygun biçimde oldu. Son seferi, 1566 yılında çıktığı Sigetvar seferi oldu ve kuşatma sürerken yakalandığı hastalıktan 7 Eylül 1566 günü öldü. Cenazesi İstanbul’a getirilip Mimar Sinan’ın kalfalık eserim dediği Süleymaniye Camisi’nin yanındaki türbesine konuldu.