Makale, bireylerin doğal haklarından feragat ederek güvenlik karşılığında düzeni tesis ettiği toplum sözleşmesi fikrinin, tarih boyunca vekil-asil ilişkisi üzerinden nasıl sürekli sınandığını incelemektedir. Dr. Alper Sezener, güce tapınmanın evrensel bir veri olduğunu kabul ederek, adaletsizliğe karşı sessiz kalınmasının temelinde yalnızca fiziksel baskının değil, aynı zamanda kültürel normlar ve ekonomik zorunlulukların yattığını ileri sürmektedir. Yazar, modern çağda bilinç artışına rağmen eylem eşiğinin yükselmesi gibi bir paradoks oluştuğunu ve hatta muhalefet sembollerinin pazarlanarak tüketim nesnesi haline getirildiğini vurgulamaktadır. Batı’da bireysellik, Doğu’da kolektivist değerlerle örgütlenen modernleşmenin ortak sonucu, eylemlerin fayda-maliyet analizine tabi tutulmasıdır. Çözüm olarak tek bir evrensel yanıt olmadığını ancak şeffaflık, hesap verebilirlik ve küçük bireysel kararların kolektif dayanışmayla birleşmesinin değişimi tetikleyeceğini savunmaktadır.
Toplum sözleşmesinin özünde bireylerin doğal özgürlüklerinden vazgeçmesi karşılığında güvenlik ve düzenin garanti edilmesi ilkesi temelinde şekillenen evrensel bir konsensüs vardı. Vekalet ilişkisi bu pazarlığın temeliydi. Asıllar, yani “doğal” haklarından feragat eden bireyler, çıkarlarını korumak için aralarından seçtikleri vekilleri yetkilendiriyordu. Tarih boyunca bu denge sürekli sınandı. Bazen vekiller asıllarını unuttu, bazen asıllar haklarını hatırlamakta gecikti. Bu, insanlık tarihinin tekrar eden bir trajedisidir.
İnsanın güce tapınması antropolojik bir veri olsa da her çağ bu tapınmaya farklı biçimler verdi: Fiziksel güç, maddi refah, para, mevki, şöhret… Bu kavramlar yalnızca dış nesneler değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin örgütlenme biçimleri. İktidar yapıları her toplumda farklı şekillerde tezahür eder. Bazı toplumlarda daha görünür, bazılarında daha dolaylı. Bu evrensel bir dinamik.
Hep sorulan bir soru: Peki, insanlar tarih boyunca neden adaletsizlik karşısında sessiz kalabildiler? Yanıt: Çünkü güç ilişkileri hiçbir zaman salt fiziksel baskıyla sürdürülemez. Sosyal yapılar, kültürel normlar, ekonomik zorunluluklar, bunların hepsi bir arada iş görür. “Dünya böyle işliyor” cümlesi, farklı coğrafyalarda farklı dillerde söylense de, evrensel bir öze sahip. İnsanlar bazen değişimin imkansız olduğuna inanır, bazen maliyetini ağır bulur, bazen de başka öncelikleri olur.
Modern dönemde bu mekanizmalar daha karmaşık hale geldi. Batı’da sanayi devrimiyle biçimlenen özne, bireysel özgürlük söylemiyle şekillenirken, Doğu’da modernleşme daha çok devlet eliyle, kolektivist değerler üzerinden örgütlendi. Fakat, sonuç benzer oldu: Her iki coğrafyada da yeni özne tipi, eylemlerini giderek artan bir şekilde fayda-maliyet analizine tabi tutmaya başladı. Kolektif dayanışma biçimleri, bireyselleşme süreçleriyle kaynaşarak dönüşüme uğradı. Bu, Latin Amerika’dan Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya küresel bir eğilim olarak gözlemlenebilir. Fazla detaya girmeyeceğim.

Ancak bu dönüşümün bedelleri var. Sosyal bilimciler uzun zamandır şunu gözlemliyor: Büyük toplumsal sorunlar, çoğu zaman sıradan insanların gündelik tercihlerinin toplamı sonucu derinleşir. Bir yerde imzalanan bir evrak, başka yerde görmezden gelinen bir haksızlık, bir başka yerde alınan bir bireysel karar, bunların birikimi sistemleri ayakta tutar ya da değiştirir. Bu anlamda sorumluluk dağılmış ve kolektiftir.
Çağdaş dünyada ilginç bir paradoks var: Farkındalık seviyesi artıyor ama eylem eşiği yükseliyor. İnsanlar birçok sorunu biliyor, tartışıyor, eleştiriyor, ama eleştiri ile eylem arasındaki mesafe açılmış durumda. Belki de bilgi bombardımanı bir yorgunluk yaratıyor. Belki de sorunların büyüklüğü karşısında bireysel eylemin anlamsızlığı hissi güçleniyor. Her halde bu, sadece bir coğrafyanın değil, küreselleşen dünyanın genel sorunu.
Burada ilginç olan başka bir dinamik de var: Direniş ve muhalefet biçimleri bile piyasa ekonomisine dahil olabiliyor. İsyan sembolleri tüketim nesnesi haline gelebiliyor, eleştirel söylemler pazarlanabiliyor. Meşhur, saygıdeğer halk liderlerinin yüzleri tişörtlerde, özgürlük ve devrim sloganları reklamlarda artık. Bu görüntü sadece kapitalist Batı’ya özgü değil, küresel bir hakikat. Bu durum, gerçek değişim arayışını zorlaştıran bir unsur.
Peki, çözüm ne? Belki de evrensel tek bir çözüm yok. Her toplum, kendi tarihsel bağlamında, kendi koşullarında yollar bulmak zorunda. Ama bazı ilkeler evrensel görünüyor: Kolektif dayanışma, şeffaflık talebi, hesap verebilirlik mekanizmaları, sivil toplumun güçlenmesi. İskandinavya’dan Yeni Zelanda’ya, Kosta Rika’dan Uruguay’a farklı modeller var ve başarı örnekleri mevcut.
Tarih, statükoyu sorgulayan hareketlerin önemini gösteriyor. İstiklal savaşları, ırkçılıkla mücadele, kadın hakları mücadelesi, işçi hakları, sivil haklar hareketleri… Bunların hiçbiri kolay kazanılmadı. Her biri küçük bir azınlığın ısrarıyla, uzun mücadelelerle ve büyük fedakarlıklar sonucu gerçekleşti. Fakat tüm çabalara rağmen bu mücadeleler hiçbir zaman “tamamlanmış” değil. Her nesil, kendi mücadelesini vermek zorunda.
Toplum sözleşmesi sabit bir metin değil, canlı bir süreç. Her gün, her toplumda, milyonlarca küçük eylem ve tercihle yeniden yazılıyor. Seçimler, tüketim tercihleri, sosyal baskılara verilen tepkiler, dayanışma pratikleri, bu sözleşmenin güncel halini belirliyor.
Tarih bize gösteriyor ki, değişim mümkün. Fakat, aynı zamanda, değişimin kendiliğinden gelmeyeceği de bir gerçek. Bilinçli tercihler, organize çabalar, sabır ve ısrar gerektiriyor. Her toplum, kendi yanıtını kendi bulacak. Önemli olan, soruyu sormaya devam etmek, yani sorgulamak ve adaletli eylemde bulunmayı ilke edinmek…
***
Bir film önerisiyle yazıyı tamamlayalım. Bu temayı derinlemesine işleyen Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Başkalarının Hayatı” (The Lives of Others, 2006) filmi, güce boyun eğme meselesini insan ölçeğinde anlatıyor. 2007’de En İyi Yabancı Film Oscar’ını alan yapım, Doğu Almanya’da, hükümetin gizli servisi, Stasi gözetimini konu alıyor. Film, sistemin dişlisi olan bir ajanın, izlediği sanatçı çiftin hayatına tanıklık ederken yaşadığı vicdani dönüşümü anlatıyor. Burada asıl çarpıcı olan, güç mekanizmasının nasıl işlediği: Gözetim, ihbar, korku, işbirlikçilik ve hepsinin ötesinde, sıradan insanların sistemin parçası olarak nasıl işlev gördüğü. Ama film aynı zamanda umut veriyor, çünkü insanın vicdanının sesini dinleme ve değişme kapasitesini gösteriyor. Sonuçta toplum sözleşmesini yeniden yazan da bu küçük, cesur, bireysel kararlar oluyor.