Metin, sosyal bilimlerin çağımızın karmaşık küresel sorunları karşısındaki durumunu ve sınavlarını eleştirel bir mercekle incelemektedir. Yazar, bölgesel savaşlar, iklim krizi, dijitalleşme ve göç gibi olguların sadece istatistiklerle veya mevcut yöntemlerle açıklanamayacağını savunmaktadır. Özellikle göç, iklim ve büyük veri konularında sosyal bilimlerin, gerçekliğin çok parçalı ve insani boyutunu ıskalama riskiyle karşı karşıya olduğu vurgulanır. Veriye aşırı odaklanmanın getirdiği körlüğün altı çizilerek, disiplinin kendi konfor alanını terk etmesi ve eksiklikten yola çıkarak düşünme cesaretini göstermesi gerektiği öne sürülür. Sonuç bölümü ise düşünmenin radikal bir eylem haline geldiği bu dönemde, Ursula K. Le Guin’in bir romanı ve Gece Vurgunu filmi üzerinden sorgulayıcı bir duyarlılığı yeniden inşa etme çağrısı yapmaktadır.
Anlam haritasının sürekli yer değiştirdiği, dünyanın yapay ritminin her gün yeniden üretildiği bir çağdayız. Masumları hedef alındığı bölgesel savaşlar ve küresel güç odaklarının gövde gösterileri, iklimin ağır nabzı, dijital ağların görünmez mühendisliği arasında sosyal bilimler, hala hakikati açıklamanın eşiğinde sendeleyen bir tanık gibi duruyor. Ne tamamen içerde ne de güvenli bir dışarıda olabilme durumu bu. Sorun artık yalnızca yöntemlerin sınırlılığı değil; bilimsel bakışın kör noktalarının büyümesi aynı zamanda. Dünya hızla parçalanırken, sosyal bilimler hâlâ bütünlüklü bir hikâye arıyor. Oysa önümüzde duran şey, tamamlanmamışlığın acımasız yüzü. Asıl mesele de burada beliriyor; sosyal bilimler, bu çok parçalı hakikate dokunabilecek bir duyarlılığı yeniden kurabilir mi; yoksa verinin parlak yüzeyinde kayarak derinliği ıskalayan bir disipline mi dönüşecek?
Örneğin, göç meselesi, sosyal bilimlerin uzun zamandır düzleştirmeye çalıştığı en pürüzlü yüzey. Oysa göç sıradan bir yüzey değil; kesilen, duran, yeniden başlayan bir insanlık krizi. İnsanlar yalnızca hareket etmez; bekler, tereddüt eder, geri döner, yolunu değiştirir. Bu aksak ritmi anlamaya çalışan araştırmacı çoğu zaman istatistiğin parlak çizgisine sığınır, çünkü orada belirsizlik yoktur. Fakat belirsizliği dışarıda bıraktığı her an, hakikatin merkezinden de uzaklaşır. Göçün özü tam da bu merkezde şekillenir. Sosyal bilimcinin asıl sınavı, iki kapının arasında asılı duran o insanî aralığı görebilmekten geçer. Göç özü itibarıyla çok katmanlı ve hegemonik olarak üretilmiş bir olgudur.
Diğer yandan, iklim meselesi sosyal bilimlerin en keskin sınavlarından biri haline geliyor; çünkü burada fazlalık ile eksikliğin tuhaf bir düeti var. Bir yanda modeller, grafikler, uydular, küresel bilim ağlarının ürettiği devasa bir bilgi kütlesi… Öte yanda ise bir çiftçinin sabah gökyüzüne bakarken hissettiği uğultu, toprağın değişen kokusu, yılların içinden süzülüp gelen sezgisel bir hafıza. Bilgi çoğaldıkça duyarlılık azalıyor; dünya yanarken dosyalar kalınlaşıyor. Bu çelişki, yalnızca bilimsel bir açmaz değil, aynı zamanda bir ontoloji kırılması. Çünkü iklim dediğimiz şey, sayılarla temsil edilebilen bir “durum” değil; insanla dünya arasındaki kadim ilişkinin bozulmuş ritmi.

Rapordan rapora koşan araştırmacı, çoğu zaman bu ritmin içsel titreşimini ıskalıyor. Oysa iklim, yalnızca yükselen sıcaklık değil; bir kuşağın kaybolan mevsimi, bir topluluğun artık tutunamadığı toprak, bir çocuğun geleceğini tarif edemeyen benliği. Bilimsel modeller kesinlik sunarken, insanların yaşadığı belirsizlik görünmez oluyor. Sosyal bilim bu görünmezliği fark etmediği sürece, çözüm bulsa bile sahicilikten uzak kalıyor.
Dijital alan da benzer bir yanılgıyla kuşatılmış durumda. Büyük veri parlıyor, ama hakikat o parlaklığın altında kararıyor. Algoritmaların ölçtüğü davranışların toplamı, davranışın kendisi sanılıyor; oysa insan, ölçülen şeyden çok daha karmaşık, daha kırılgan, daha tutarsız. Sessiz kullanıcıların, çevrimdışı dayanışmaların, görünmeyen mikro-devinimlerin izleri, algoritmaların radarına takılmadığı için yok varsayılıyor. Veri, temsil ettiği şeyi değil, temsil ettiğine inandırdığı şeyi büyütüyor. Bu büyüme sahte bir berraklık; sistemin gölgesini daha da koyulaştıran bir yanılsama.
Tam da bu nedenle, metin haritaların bittiği yerlere odaklanmalı. Çünkü tamlık, çoğu zaman körlük üretir. Eksiklikse bir yön duygusu doğurur: Hâlâ keşfedilecek, hâlâ sorulacak, hâlâ anlaşılmayı bekleyen şeylerin varlığını hatırlatır. Sosyal bilim, kendi konfor alanını terk edip bütünün parçalarıyla uyum içinde çalışmaya başladığında, gerçek değişim potansiyeli ortaya çıkar. Parçalanmışlığın içinden düşünme cesareti olmadan, dünyanın parçalanmışlığına dokunmak imkânsızdır.
Bu bağlamda asıl yük, sosyal bilimcinin kendi gölgesine bakma cesaretinde gizli. Neyi görmediğini, kimi duymadığını, hangi deneyimleri “veri dışı” ilan ederek sessizleştirdiğini fark etmek… Tarafsızlık, uzun yıllar boyunca bir erdem gibi sunuldu; oysa steril bir mesafenin ardına saklanmak, bazen en yumuşak biçimde işleyen bir şiddete dönüşebilir. Aşırı yaklaşmak da körlük yaratır, aşırı uzak durmak da. Önemli olan, doğru gerilimi bulmak, hakikatin tam üstüne değil, tam yanına düşen o ince çizgiye yerleşmek.
Sonuçta mesele dünyayı açıklamak değil; onunla düşünmeyi göze almak. Çünkü açıklamak çoğu zaman kapatır, anlamı sabitler, hareketi dondurur. Oysa düşünmek açar, soruları canlı tutar, çatlakları görünür kılar. Ve ışık, her zaman önce çatlaklardan sızar. Dünyanın bugünkü hikâyesi de tam orada başlıyor: Gözden kaçan bir yarığın kenarında, anlamın yeniden nefes aldığı o ince aralıkta.
***
Dünyanın gürültüsü büyüdükçe hakikatin sesi inceliyor. Hakikatin örselendiği bir dönemden grçiyoruz. Yönlendirilmiş algı, görünmez ideolojik akımlar ve bizim, fark etmeden onların ritmine kapılışımız… Düşünmek bugün neredeyse radikal bir eyleme dönüştü; çünkü sorgulamak, kusursuzca kurgulanmış dünyanın akışını bozar.
Yine de ince, inatçı, ışığı sızdıran, yol gösteren çatlaklar var. Bir cümlenin kenarında, bir yüzün gölgesinde, bir suskunluğun karanlık titreşiminde beliriyorlar. Mesele o çatlakları büyütecek duyarlılığı diri tutmak. Bu yüzden finali iki ayrı kapı aralayarak, zihni genişleten bir kitap ve bugünün gerçeklik estetiğini sorgulatan bir film ile bağlayalım.
Kitap önerisi, Ursula K. Le Guin’in “Karanlığın Sol Eli” isimli eseri. Kimliğin, iktidarın ve insan olmanın ne kadar akışkan olduğunu gösteren, kategorilerin soğuk duvarlarını sessizce çözen bir roman. Bugünün yapay kutuplarına karşı bir hatırlatma… Mesaj: Dünya, bize sunulandan çok daha geçirgen.
Film önerisi, “Gece Vurgunu” (Nightcrawler, 2014, Yön: Dan Gilroy). Haberin nasıl bir metaya dönüştüğünü, şiddetin nasıl pazarlanabilir bir estetik haline geldiğini ve medya etiğinin hangi karanlık dehlizlerde kaybolduğunu anlatan keskin bir modern klasik. Gerçeklik ile görüntü arasındaki sınırı bulanıklaştıran çağımızın en sert alegorilerinden biri.
Sonuç itibarıyla, bütün bu katmanların ardından tek bir soru kalıyor:
“Düşündüğümüzü sandığımız şeyler gerçekten bize mi ait, yoksa görünmez mekanizmalar çoktan zihnimizin derinliklerine mi yerleşti?”
Bu soruyu sormak, dünyanın gürültüsünü bir anlığına susturmak demektir. Belki o an, kendi gölgemizin yönünü ilk kez kendimiz belirleriz.
Üstüne düşünelim…