Makale, iki dillilik kavramını dilbilimsel, sosyolojik ve özellikle politik bağlamda ele almaktadır. Prof. Dr. Nadim Macit tarafından kaleme alınan bu makale, iki dilliliğin Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut çok dilli gerçeği (fakat resmi dilin Türkçe olduğu) ile terör örgütü uzantıları tarafından siyasi amaçlarla öne sürülen ve Kürtçenin resmi dil yapılmasını talep eden ayrılıkçı gündem arasındaki ayrımı vurgulamaktadır. Yazar, bu siyasi taleplerin Türkiye’yi bölmeye yönelik asimetrik bir saldırı bahanesi olduğunu ileri sürmekte ve bu girişimlerin ülkeyi istikrarsızlaştırarak küresel güçlerin kontrolüne sokma amacı taşıdığını iddia etmektedir. Metinler, bu politikaların toplumsal çatışmayı derinleştirdiğini ve milli birliği tehdit ettiğini belirterek, bu sürece karşı siyasi ve entelektüel bir duruş sergilenmesi gerektiğini savunmaktadır.
İki dillilik; dil bilimin alanına giren ve farklı yönleri / boyutları itibariyle tartışılan bir konudur. Bir dilin lehçe ve ölçümlü öğrenimi iki dillilik sayıldığı gibi, bireyin ya da toplumun iki farklı dili en azından iletişimi sağlama düzeyinde öğrenmesidir. Ancak iki dil öğrenme kaydı bireyin ya da toplumun bulunduğu sosyolojik bağlama veya öğrenme nedenlerine göre anlam kazanmaktadır. Bağlam ve tanıma göre farklılık arz eden iki dillilik meselesi bütün dünyada tartışılmaktadır. Fakat bu noktada doğal ortamında öğrenilen iletişim dili, bir milletin kullandığı ortak yazı dili / ölçümlü resmi dil veya muteber / saygın görülmesi nedeniyle öğrenilen dil arasında ayrım yapmak gerekmektedir. Sözgelimi Türkçe konuşan bir kişinin prestij nedeniyle İngilizce öğrenmesi o kişinin sosyo-politik anlamda iki dilli olduğu anlamına gelmez. Fakat resmi dili İngilizce olan bir ülkede yaşayan / o ülkenin vatandaşı olan bir Türk’ün doğal ortamda öğrendiği Türkçe yanında İngilizceyi öğrenmesi onun iki dilli olması anlamına gelir. Kültürel ve siyasi bağlamda iki dillilik denildiği zaman kastedilen budur.
Dilbilimde bireyin çeşitli nedenlerle ve değişik şartlar altında birden fazla dil edinmesi, kullanması ya da ikinci bir dili anadiline yakın düzeyde öğrenmesi durumuna iki dillilik adı verilmektedir. [1] Ancak kültürel ve siyasi bağlamda iki dillilik iki ayrı toplumun ya da değişik toplumların bir arada yaşadığı ülkelerde görülür. Yukarıda yapılan açıklama ve tanım çerçevesinde iki dillilik doğal ortamında öğrenilen iletişim dili / ana dil ile ikinci bir dili ana diline yakın biçimde öğrenmesi anlamına gelmektedir. Belirtilen çerçevede ana dili farklı olan ve bu dille iletişimi sağlayan bir bireyin resmi dili, yani içinde yaşadığı milletin ortak dilini öğrenmesi iki dillilik olduğuna göre hem Osmanlı Devleti’nin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin iki ve hatta çok dilli olduğunu söz konusu anlamda söyleyebiliriz.
Türkçe Osmanlı Devleti’nin uygulamadaki resmi dili idi. Özel durumlar dışında Sarayın yazışmalarda kullandığı dil hep Türkçe olmuş, resmî belgeler hep bu dille üretilmiştir. Devletin çok farklı unsurlarının yaşadığı yörelerde ve devlet müdahalesinin dışındaki her alanda iletişimin ortak dili Türkçe idi.[2] Fakat milletler sisteminin gereği olarak her milletin fertlerinin doğal ortamında öğrendiği ve kullandığı bir ana dili vardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi dili Türkçedir. Fakat kendi doğal ortamında / yerel-kültürel duruma göre öğrenilen ve konuşulan hatta günümüzde öğrenilen diller vardır. Şu an itibariyle fiili durum budur. Bugün ülkemizde ana dilini konuşan ve bu dille iletişimi sağlayan, bununla birlikte milletin ortak dili / resmi dili olan Türkçe’yi konuşan vatandaşlarımız iki dillidir. Bilimsel tanım ve sosyolojik durum açısından Türkiye’de fiili olarak iki, hatta bazı bölgelerde çok dillilik söz konusudur.
Eğer iki dillilik ana dil ve resmi / ortak dil karşılığında kullanılıyorsa sorun yoktur. Zaten fiili durum da budur. Ancak Kandil’de hazırlandığı ortaya çıkan ve terör örgütünün sivil uzantıları, açık ve üstü örtük taraftarlarınca gündeme taşınan iki dillilikten maksat: Doğal ortamında öğrenilen ana dili, yani Kürtçeyi resmi dil haline getirmektir. İcat edilen etnik tutkunun ve duyarlılığın bir sonucu olarak gündeme taşınan ‘iki resmi dil çağrısı ve talebi’ ideolojik olarak milletler sistemi üzerine oturan imparatorluk geleneklerinin bile sınırlarını aşmaktadır. Böyle bir ‘iki dillilik’ tanımı ‘devlet içinde devlet / ya da bir devlet görüntüsü altında iki devlet veya belli topraklar üzerinde egemenliğini ilan eden başka bir devlet’ talebiyle kesişen bir anlama sahiptir.
Hem özerklik ve resmi dil talebi hem de özel güvenlik kuvvetleri oluşturma çalışmaları bir kalkışma hareketinin sosyo-politik gösterenleri olduğu halde, etnik ayrımcılık etrafında kümelenen etkili ve yetkili kişilerin ‘hiçbir Kürt bölünmek istemiyor, birileri bölmek isteseler de Kürt halkı bölünmek istemiyor’ şeklinde yaptıkları açıklamalar ne anlama gelmektedir? Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Dil Atlası’na[3] baktığımızda Türkiye’de etnik ayrımcılığın varlığından bahsetmek mümkün değildir. Operasyonel anlamda böyle bir ayrımcılığı işletmenin sosyolojik temeli yoktur. Çünkü doğal ortamından öğrenilen anadiller ile Türk Milleti’nin ortak dili olan Türkçenin birbiriyle iç içe olduğu bir coğrafya etnik ayrımcılığın etüt edildiği bir mekân olma özelliğini taşımamaktadır. İşte bu nedenledir ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu başta olmak üzere bütün Anadolu topraklarında etnik tutkuyu ve duyarlılığı sosyo-politik yaşantının bir parçası yapmak mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da. Çünkü etnik tutku ve duyarlılığın yaşandığı ülkelerde konuşulan dil ve hayat tarzı açısından tam anlamıyla bir kopukluk söz konusudur. Oysa ülkemizde tam tersi bir durum söz konusudur. Her bölgede, her mahallede, her cadde ve sokakta, her site ve apartmanda iç içe yaşayan bir kültürel doku vardır, bütün tahriklere karşın bu kültürel doku varlığını korumaktadır.
Sosyolojik tablo bu olduğu halde son zamanlarda ayrı bir devlet olmanın esaslarını işaret eden taleplerde bulunmak, hatta tabiri caiz ise sınırları zorlamak ne anlama gelmektedir? Türkiye’yi kontrol altına almak için üretilen ve kullanılan terör örgütü ‘politik-stratejik aklın’ ürünü olup, önemli mahfillerde üretilen ve geliştirilen bir hareket yöntemine sahiptir. Sivil alanda yasal-alt yapı sürecini tamamladığını düşünen terör örgütü ve uzantıları bir taraftan uyarıcı eylemlerle neler yapabileceğini göstermekte, diğer taraftan da değer içerikli kavramlar eşliğinde birlikte yaşama arzusu içinde olduğunu sürekli olarak telkin etmektedir. İkna etmeye yönelik olarak sahnelenen bu tutumun hemen ardından özerklik, iki dillilik, iki bayrak tartışması gibi hassas konular gündeme taşınmaktadır. Yasal alt-yapı terör örgütüne karşı mücadele eden güvenlik güçlerini şaibe altına alma, milli devletin kuruluş esaslarını her türlü kötülüğün sebebi gösterme ve demokratik sistemin temeli olan milletleşmeyi özgürlüğe aykırı göstererek kabileciliği kutsama ve benzeri girişimlerle tamamlanmıştır.
Yasal alt yapıyı oluşturma adına Kürt açılımı / Terörsüz Türkiye şeklinde ilan edilen başlıklar altında toplumu ikna etme dönemi fiilen başlatılmıştır. Ayrıca psikolojik hareketin ve zihin yönlendirme tekniğinin bir gereği olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘dini-etnik ayrımcılık yaparak belli kesimlere baskı yaptığı’ görüşü iç ve dış mahfillerde işlenmektedir. Yönlendirme ve ikna etme politikasını etkinleştirmek için, daha doğrusu psikolojik eşikleri sancısız bir şekilde aşmak için belirtilen plana uygun ‘bürokratik zemin, politik dil ve stratejik akıl’ üretilmiştir. Nitekim devletin en hassas kurumları anılan projeyi benimsemiş ve bunun gerçekleşmesi için aracılık yapmaya soyunmuştur. İkna etme politikası felsefi ve siyasi temalara eklenerek milli devletin miladını doldurduğu görüşü, başkanlık sistemi, federatif yapı gibi tanımlar eşliğinde gündeme taşınmış ve tartışmaya açılmıştır. Yaşanan tüm sorunların ‘milli devlet sisteminden kaynaklandığı’ vurgusu toplumu ikna etmenin bir aracı olarak pazarlanmıştır. Politikacı, Bürokrat ve Aydın üçlemine dayalı bu propaganda faaliyeti söz konusu projenin gerçekten de demokrasinin standartlarını yükseltmeye yönelik olduğuna toplumu ikna etmek için planlandığı anlaşılmaktadır. Bu noktada alınan kararlar ve uygulamalar demokratik standartları yükseltmekten daha çok siyasi ve toplumsal alanda gerilimlere neden olmakta ve bazı illerde kardeş kavgasına yol açması muhtemel psiko-sosyo gerilimi ateşleme niteliği yüksek olaylara kapı açmaktadır. [4]
Türkiye çok planlı bir şekilde ‘bıçak sırtını andıran’ sosyo-politik sürece taşınmıştır. Sağlanan yasal alt yapıyı ve demokratik standartları yükseltme adı altında alınan kararları geriye çevirmek mümkün olmadığı için terör örgütü ve uzantıları taleplerini bir adım daha ileri götürmüşlerdir. Önemli bir psikolojik eşiği aşmak için oluşturulan zemin TBMM’de atılan sloganlar, istiklal marşını okumama, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret, bizzat meclisin resmî sitesinde Kürtçe bayanın yayımlanması gibi gelişmeler nedeniyle mesele mahiyet değiştirmeye başlamıştır. Oluşturulan zeminin mahiyet değiştirmesinin tarihi, siyasi ve jeo-politik nedenleri bulunmaktadır. Fakat bu noktada en önemli husus: Siyasi müttefikler arasında yaşanan dil farkı, terörü meşrulaştırmaya mesnet teşkil eden beyanlar, bu süreci eleştirenlerin baskı alınması, terör faaliyetlerinin görmezlikten gelinmesi “Terörsüz Türkiye” söyleminin muhtemel iyimserliğini ortadan kaldırmıştır. Yapılan uygulamalar üzerinden önlerinin açıldığını fark eden terör örgütü ve uzantıları politik-eylemin stratejik mantığına uygun olarak nihai amaçlarına yönelik talepleri gündeme taşımaya başlamışlardır. İki dillilik, özerklik ve iki bayrak gibi tartışmalar geri çevrilmesi zor olan ‘algı kalıbına’ eklenerek siyasi eylem dönemi fiilen ilan edilmiştir. Yasal alt yapı oluşturma ve demokratik açılım sürecinde toplumu ikna etmek için üretilen yeni medya diline yönelik çıkışlar bir rastlantının ve ferdi kızgınlıkların eseri değildir. Medya, yükselen etnos algısını post-modern izafiliğin diliyle kutsallaştırıp, adeta Türk Milleti’ne mensubu olmaktan başka marifetin varsa saygınsın, yoksa bir hiçsin algısını üretmesi içtimai çatallanmaya yol açmaktadır.
Gelinen nokta belirtilen şekilde olmasına karşın yeni sermaye / neo-muhafazakâr ve milliyetçi ittifakın medyada etkin rol almasına paralel olarak toplumsal tabanda gelişmelere karşı tepki göstermek ise adeta bir cürüm olarak nitelendirilmiş ve farklı nedenlerle gösteri yapanlara karşı güvenlik kuvvetlerinin ve bürokratların tavrında ilginç değişmeler tebarüz etmeye başlamıştır. İşte böyle bir sosyo-politik bağlamda terör örgütü ve sivil uzantılarının yapması gereken siyasi eylem aşamasını başlatmak olmuştur. Binlerce insanın şehit edilmesine sebep olan terörist başı için yürüyüş tertip edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’nın ilçesi Haymana’da Özerk Kürt Aşireti tarafından sürece karşı çıkan siyasi lideri için tutuklama kararının sosyal medyada ilan edilmesi son derece ilginç ve korkunç bir kara tehlikeye işaret etmektedir.
Eğer süreç devam eder veya ettirilirse izlenmek istenen politika: Türk ve Kürt milliyetçiliği üzerinden sosyolojik dokuyu toplumsal ihtilafı ve ayrıştırmayı derinleştirmektir. Ancak Türk milliyetçiliğinin milletin iradesine dayanma ruhu ve bu coğrafyanın tarihi ve kültürel varoluş tarzını milliyetçi bakışına temel yapması politik oyunu bozacaktır. Tarihi ve kültürel mirasın dili olan, emperyalizme karşı siyasi direnişin adı olan bir milliyetçi söylem: Etnik tutkunun yapay düşünceye dönüştürülmüş biçiminin bir cephesi olamaz ve olmamalıdır.
İki dillilik tartışması, gündeme taşınan konular içerisinde ayrışmayı toplumsal alana en hızlı biçimde taşımanın yolu olduğu için, gündemin en fazla tartışılan konusu haline gelmiştir. Amaçlı olarak gündeme taşınan bu konu, kelimelerin anlam derecelerine dikkat edilmeden tartışılmakta, terminolojik kaosa neden olmaktadır. ‘Oysa Osmanlı Devleti iki ve hatta çok dillidir. Fakat devletin resmi dili Türkçedir.’[5] Türkiye Cumhuriyeti Devleti iki dilli, hatta çok dillidir. Fakat devletin resmi dili Türkçedir. Bu gayet tabiidir ve devlet olmanın gereğidir. Oysa bu ‘masum ifadenin altına saklanarak’ talep edilen şey iki resmi dili olan bir Türkiye’dir. Böyle bir çıkışın arkasında eskiyen kutuplaşmaların yerine Kürt-Türk milliyetçiliğini yerleştirerek etnik tutkuyu ve duyarlılığı aşırı uçlara taşımak ve bunun üzerinden toplumsal çatallanmayı gerçekleştirmektir. Eğer siyasi iktidar ve müttefikleri bu kirli tezgâhın önüne geçmezse bu yönde yaşanacak gelişmeler Türkiye’nin tamamen küresel siyasi otoritenin himayesine girmesiyle sonuçlanacaktır. Bilinmelidir ki bu topraklarda Kürtçülük kartı her zaman küresel güç denkleminin bir aracı olarak kullanılmıştır.
İki dil tartışması Türkiye’yi içinden çıkılmaz sorunlara sürükler. Neden? Çünkü bazı kesimlerin gündeme taşıdığı bu konu Kürt halkının ana dilini konuşması ve dilin öğretimi, öğrenilmesi değildir. Anadilin konuşulmasını ve öğretimini engelleyen herhangi bir neden söz konusu değildir. Böyle bir engel zaten demokratik sisteme de uygun değildir. Çünkü anadil, nesilden nesile intikal eden bir gelenektir. Milletin ortak dili olma özelliğini taşımayan bir dili, resmi dil yapma çabası ve uygulama girişimi toplumu tepeden aşağı doğru parçalar. Resmi dil; kurucu akıl, ontolojik temel, tarihi etkinlik ve bir dilin dünya-dil sistemi içindeki yeri ve benzeri nedenlere dayalı olarak varlık kazanır. Ve bu, her milletin kendine özgü tarihinden hareketle oluşur. Belirtilen niteliklerden yoksun bir dili; devletin ikinci dili yapmaya kalkışmak birlikte yaşama arzusunun sonucu değildir. Asimetrik saldırının yeni bir bahanesidir. Çünkü Türk milletinin kimliği ve varlığı, bir etnoloji meselesi değil, jeo-kültürel ve siyasi strateji meselesidir.
Dillerin farklılığı, bazı dilerin elenmesi, bazılarının ise varlığını sürdürmesi tarihi arkaplana dayanır. Bu tarihi arkaplan dünya kurma birikimine ve etkinliğine bağlı olarak işler. Milletler varlıklarını dille gösterirler, ‘çünkü dünya deneyimi bize doğrudan değil, dil vasıtasıyla verilir.’[6] Dolayısıyla dil hem iletişimin ve diyaloğun hem de tarihte var oluşun öncelikli unsurudur. Kaşgarlı Mahmud (1008 / 1085) Dîvânü Lügati’t Türk adlı yapıtında Türk eline sonradan gelen boylar haricinde bütün Türk boylarının farklı ağızları olmasına karşın Türkçe konuştuklarını, fakat asıl lügatte ve kelimede değişikliğin az olduğunu ve bu değişikliğin bazı harflerin yerine başka harfler gelmesi ya da atılması yüzünden olduğunu [7] söylemektedir. Bu veri hem tarihi durumu hem de dil yoluyla iletişimin ve diyalogun imkânını göstermektedir. Bugün yaklaşık 12 milyon km karelik bir saha ve 250 milyonu aşan bir nüfus, bazı istisnalar ve lehçe farklılıklarına karşın Türkçe konuşmaktadır.
Türkçe’nin konuşulduğu coğrafi alana ve yayılma süreçlerine bakılırsa tarih yapmanın ne anlama geldiği kolayca görülür. Lehçe / Diyalekt bağlamında üç ana eksen Oğuz, Kıpçak, Karluk etrafında şekillenen Türkçe’nin coğrafi alanı şu şekilde gösterilebilir: Oğuz lehçesi Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Rumeli, Irak ve Suriye, Azerbaycan, Gagauz, Türkmenistan Türklerinin lehçesidir. Kıpçak lehçesi Kazak, Karakalpak, Kırgız; Karaçay, Balkır, Nogay; Tatar, Başkurt, Kumuk ve Karay Türklerinin lehçesidir. Karluk lehçesi ise Uygur ve Özbek Türklerinin kullandığı lehçedir. Bunlar kendi içlerinde rahatça birbirini anlarlar. Belirtilen büyük tabloya Sibirya eksenini, (Tuva, Hakos, Altay ve Yakut) eklememiz gerekir. Her lehçe kendi içinde birbirini rahat bir şekilde anladığı gibi, bunların her birisi farklı düzeylerde birbirini de anlar. Kaşgarlı Mahmud Türkçe’nin merkezi konumuna değinerek ‘bir dünya tasavvurunun dilsel bağlama nasıl yerleştirildiğini ve bir tarihi tecrübenin, hayat biçiminin nasıl üretildiğini anlatır, Türkleri ve Türkçeyi dünya haritasının merkezine koyar.[8] Kaşgarlı Mahmud’un yaklaşımı bencilliğin ya da tarihi yüceltmenin eseri değildir. O, dil yoluyla bir dünya tasavvurunun nasıl inşa edildiğini anlatır ve esaslarını gösterir.
Bir medeniyeti ve devlet geleneğini temsil eden ortak dille, sadece bir gelenek olarak varlığını devam ettiren bir dil arasında önemli bir farkın olduğu açıktır. İki dillilik adı altında iki durumu denkleştirme girişimi ortak medeniyeti ve varoluş tarzını parçalamanın ötesinde başka bir anlam taşımaz. Konuşma dilinden yazı diline taşınan ve bugün de resmi dil olsun diye dayatılan Kürtçe belirtilen tarihi gelenekten ve ortak algıdan yoksundur. Kaldı ki yaygın dillerin etkisiyle çok sınırlı sözcüğü kapsayan bir dilin / yakın mesafede bile görülen lehçe farklarının ortak bir dil algısı üretmesi ancak iç sömürgeciliğin katkısıyla mümkün olabilir. Tarihi açıdan aynı kaderi paylaşan ve asırlardır aynı ortak dili kullanan bir milleti iki resmi dil etrafında kutuplaştırma girişimi büyük bir coğrafyanın içinde özel bir yeri ve rolü olan devleti yeniden parçalama girişimidir. Bunun ebesinin de artık AB ve ABD olduğu bütün yönleriyle tebarüz etmiştir.
Dilin iletişim boyutu, millet olma gerçekliğinin bir unsurudur. Fakat dünya kurmak için bu yeterli değildir. Bir kültürel kimliğe ve medeniyete yol açan dil: İletişimin ötesinde bir tarihi varoluşun diyaloga dönüşmesini zorunlu kılar. Bir yönüyle diyalog, karşılıklı konuşma ve eleştirel geleneği canlı tutma, diğer boyutu ile insanlar arasında ortak duygu, düşünce, milletleşme, tarih sahnesinde somutlaşma, insanlığın ortak tecrübesine fikir, bilim, sanat, iktisadi ve siyasi değer gibi süreçlere katılımı kapsar.[9] Hayatın içine giren ve hayatı inşa eden ve dönüştüren dil, dünya-dil sisteminin dışına düşmez. Dünya dil-sistemi, belli bir tarihi dönemin, en azından bir çağın ufkunu oluşturan bilgi, değer ve yaşantı biçimlerini ifade eden dildir. Dünya-sistemine eklenen dil kaydı, her fikri inşanın dil yoluyla kurulduğuna yapılan bir göndermedir. Esasen dil, kendi başına bir dünya değildir. Fakat bütünleştirici tarihin dili,· bir dünyadır. İnsan dil yoluyla dünya kurar. Dünyevi durumlardan etkilenir, dünyevi durumlara bilinçle yönelir. Bu nedenle her zaman insanın söyleyecek bir şeyi, dile getirecek bir tecrübesi vardır.[10] Fakat bu dil; tarihi oluşturan milletlerin ve kültürlerin içinde öne çıkan, rekabet denkleminde varlığını koruyan işlenmiş bir dildir. Bir medeniyet ve kültür dili olarak tarih içinde birlikte ortak ruhu göğüsleyen ve hayat tarzı olarak aynı yaşantı biçimine sahip insanları etnik tutkunun kölesi haline getirmek özgürlük arayışının bir gereği değildir.
Açılım sürecinde “Haydi, Ayaklanın Çağrısı”, Terörsüz Türkiye sürecinde ise özerklik için yürüyüş çağrısının yapılması toplumsal dokunun tüm ilmiklerini söker. Çünkü bir terör eylemi, siyasi alana taşındığında taleplerin ve mücadelenin niteliği değişir. Ülkeyi zayıflatmak için kullanılan her türlü aracın siyasi dile taşınması ‘asimetrik saldırının’ bir türüdür. Ve bir ülke için nükleer savaş kadar tehlikeli sonuçlar üretme niteliğine sahiptir. Özerklik / özel güvenlik kuvvetleri oluşturma ve iki dillilik çağrısı görünüşte sözlü bir taleptir. Fakat işleyişi ve sonuçları itibariyle bir saldırı talebidir. Şu anda yapılmak istenen de budur. Belli bir merkezden sivil hareket kitlelerini eyleme teşvik eden bu çağrının Körfez Savaşı sırasında VOFI: Hür Irak’ın Sesi adlı radyodan yapılan ‘Kürtler haydı ayaklanın, ayaklanma zamanı geldi, bu sefer müttefikler sizi yalnız bırakmayacaktır. Her kalp atışınızda bizler yanınızdayız. Ne yaparsanız, neye karar verirseniz, sizi desteklemeye devam edeceğiz, çağrısından hiçbir farkı yoktur. [11]
Saldırı ve ardından Çekiç Güç vasıtasıyla fiili olarak Kürdistan’ın temellerini atan ABD, Arap Baharı altında demokrasi havariliği üzerinden Orta Doğuyu tanzim etme girişti. İsrail’e alan oluşturma amacına matuf olarak Suriye’yi parçalamanın en etkili yolunu devreye sokmuştur. PYD, YPG adı oluşturduğu PKK uzantılı oluşum sağlanmış açık ve üstü örtük Kürt Devleti’ni kurma planı devreye sokulmuştur. Bu gelişmelere karşı Türkiye’nin tepkisini düşürmek amaçlanmıştır. Bir eylemin cinsini gösteren onun sonucu olduğuna göre ABD ve AB adına vekâleten savaş sürdüren bir örgüt liderinin özerklik, iki dillilik, iki bayrak çağrısının bölünmeye değil, birlikte yaşamaya dönük olduğu iddiası da bir önceki açılım sürecine benzemektedir. Etnik tahrike dayalı bir şiddet hareketinin bu aşmaya gelmesinin nedeni üç sebebe bağlı olarak açıklanabilir;
Birincisi: Terör uzmanı olarak farklı mahfillerde boy gösteren, meseleden habersiz olan kişilerin basın-yayın araçlarında terörle mücadele eden güvenlik kuvvetlerinin taktiklerini ve hamlelerini sosyal olgunun izahı için kullanmalarıdır. Nitekim sosyal olguyu izah etmenin araçlarından habersizliğin bir sonucu olarak ‘asla olmaz’ dedikleri her şey olmaktadır. Bizzat mecliste atılan sloganlar ve özgürlük yürüyüşleri bunun kanıtıdır. Bu durum, terör örgütünün söylemi, hedefleri bizzat ve araçları konusunda yapılan tahlillerin ve teklif edilen önerilerin yetersiz ve olguyla bağdaşmadığını göstermektedir. Belirtilen bağlamda konuşan insanların doğrudan bir alan çalışması yapmadan ve bölgede yaşanan sorunları tespit etmeden taraf olan güvenlik güçlerinin diliyle konuşmaları toplum kesitlerinde zihni ve iradi bitkinliğe ve ciddi endişelere yol açmaktadır. Milli hissiyatı yıkmaktadır.
İkincisi: Türkiye’yi istikrasızlaştırarak kontrol etme amacına bağlı olarak üretilen terör örgütü, dönemsel olarak egemen güçlerin siyasi ve stratejik planlama yapan kuruluşları tarafından desteklenmiştir. Sözgelimi WINNEP (Washington Institute for Near East Policy), RAND (National Security Research Division) ve National Committee on American Foreign Policy gibi Amerikan dış politikasını yönlendiren kuruluşlar ve bizzat devlet kurumları Kürt Sorunu adı altında raporlar hazırlamakta, ordu kurmakta ve silah vermektedir. Bunu da radikal cihatçı örgüt DEAŞ’ a karşı mücadele ile açıklamaktadır. Oysa DEAŞ ve benzeri cihatçı örgütlerin aynı devletler tarafından kurulup, piyasaya sürüldüğüne dair önemli literatür bulunmaktadır. Ayrıca AB ölçeğinde resmi ve gayri resmî kurumların önemli bir kısmı maddi ve siyasi destek sağlamış, terör örgütü mensuplarının eğitimlerine, basın ve yayın alanında faaliyet göstermelerine katkı sağlamıştır. Avrupa Birliği Parlamentosu terör örgütü lehine kararlar çıkartmıştır.[12] Burada belirtilen kurumlar, bunların arkasında yer alan devletler ve bunların içimizdeki ortakları uzun süredir sürdürülen şiddetin ve psikolojik harekâtın mimarlarıdır. Belirtilen mahfillerde hazırlanan raporları nerede ise aynı ifade ve kavramlarla taşıyan aydınların etnik ayrımcılığı demokrasi etiketi altında sunmaları ve basının desteği ile oluşturdukları algı kalıbı sorunun çözümünü engellemiştir.
Üçüncüsü: Siyasilerin uzun süredir dış telkinlere açık olması ve küresel güç denkleminin mantığına göre raporların hazırlanması, bir tehdit aracı olarak siyasilere karşı kullanılması teröre karşı mücadele de güvenlik güçlerinin yalnız bırakılmasına neden olmuştur. Meselenin sosyo-politik alana dağılımı sürecinde sivil toplum kuruluşlarının, aydınların ve akademisyenlerin geride durması terör örgütünün etkinlik alanını genişletmesine yol açmıştır.
Kabileciliğin milletleşme üzerine, ayrımcılığın birlikte yaşama üzerine, doğal ortamında öğrenilen ana dilin milletin ortak dili üzerine hâkimiyet kurmasına yol açan felsefi ve içtimai çatlaklar demokrasinin ve özgürlüğün göstereni yapıldığı bir ülkede ne söylersen gider ne satarsan müşterisi bulunur. Radikal çıkışları ayakta tutmak için hiçbir geçerliliği olmayan ‘saf özgürlük ve çoğulculuk’ söylemini baskıcı eğilimlerin karşısına koyarak kendini konumlamanın ürettiği çelişki, bizzat post-modern izafiliğin kültürel rahminde derin sancılara neden olmaya başlamıştır. Artık dünya, parçaların kaynaşması noktasında yeni bir felsefi ve siyasi dil üretme arayışındadır. Farklılıkların içinde ortak deneyimi tanımlayan felsefi ve siyasi dilin ırkçılığa, yoksulluğa, eşitsiz coğrafi gelişmeye karşı mücadele etmesi gerektiğine yaslanan yeni tarihi ufuk ülkemizde özgürlük ve demokrasi adına telkin edilen etnik bölücü siyasi anlayışın, faşizmin bir parçası olduğunu ortaya koymaktadır.
Doğu-Batı arasındaki jeo-politik gerilim Doğu’da yaşanan gelişme ve değişim, özellikle ekonomik sermayenin yer değiştirmesi ve ilişkilerin farklı seçenekler düzleminde artması nedeniyle yumuşama sürecine girme eğilimindedir. Öteki üzerinde uygulanan asimetrik saldırıların ürettiği çatlakların kenarlarından itibaren yeniden iliştirilmeye başlanması kültürel farklılığı insani ve ahlaki bir durumun göstereni olarak görmeyi ve bunu ortak deneyim alanına taşıyarak post-modern büyüden kurtularak gerçekliğe dönüşün başlangıcı saymayı gerektiren felsefi ve siyasi göstergeler ‘varlığımızı ve geleceğimizi’ tarihi ve coğrafi bir durum olarak kavramamız gerektiğini tembihlemektedir. Böyle bir felsefi temelde, “anlatının imgeye karşı, etiğin estetiğe karşı, bir oluş projesinin varlığa karşı bir karşı taarruzunu başlatmak ve farklılık içinde birliği aramak, ama bütün bunları, imgenin ve estetiğin gücünün, zaman-mekân sıkışmasının ürettiği sorunların, jeo-politiğin ve ötekiliğin öneminin açıkça anlaşıldığı bir bağlamda yapmak mümkündür.”[13]
Yeni bir tarihi oluşun ortak deneyimleri öne çıkaran dili, bir kez daha bu topraklarda etnik ayrımcılık üzerinden politika yapmanın tarihte tatil yapmak anlamına geldiğini hatırlatacaktır. Çünkü 1980’lerden itibaren fikri ve siyasi dilin ürettiği ve kutsadığı ‘etnos’, bizzat söz konusu fikre zemin oluşturan kültürel evrenlerde sorunun temel nedeni olarak görülmeye başlanmıştır. Eğer geleceğin matrisi ayrımcılığı körükleyen etnik tutku ve duyarlılık olacaksa dünyanın bir zaman çöküşüne doğru sürükleneceği rahatlıkla söylenebilir. Fakat aşırılıkları gören ve buna karşı ahlaki tavır alma ihtiyacı hisseden sağduyu, insanlığın çöküşüne razı olmadığını gösteren işaretler sunmaktadır. Demokratik Çözüm sürecinde ‘Kürtler ayaklanın ayaklanma zamanı geldi, bu kez müttefikler sizi yalnız bırakmayacaktır’, şimdi ise “özerklik ve umut hakkı için yürüyüş çağrısı, buna eklenen meydan okumalar, hatta isyan telkinleri yönünde atılacak her adım, tarihi mirasın ördüğü ortaklık zemininde oluşmuş bir milletin geleceğini yok edecek ve buna alet olanların tarihi yanılgısını vatan sathına yazacaktır.
[1] Doğan Aksan (2007: 3 /26) Her Yönüyle Dil: Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
[2] Hayati Develi (2009: 9) Osmanlı’nın Dili, İstanbul: Kesit Yayınları.
[3] Bakınız: Ahmet Buran (2009) Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Dil Atlası, İstanbul: Bayrak Yayımcılık
[4] Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Nadim Macit (2010) Uzun Savaş: Açılım mı Vassallık mı, Ankara: Berikan Yayınları.
[5] Bakınız: Hayati Develi (2009) Osmanlı’nın Dili, İstanbul: Kesit Yayınları.
[6] John Wilson (2003: 136) “Politik Söylem”, (Çev: Z. Özarslan) Söylem ve İdeoloji: Mitoloji, Din ve İdeoloji, İstanbul: Su Yayınevi.
[7] Kaşgarlı Mahmud, (1986: 1/29, 31) Dîvânü Lügâti’t Türk, (Çev: Besim Atalay) Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
[8] Kaşgarlı Mahmud, (1986: 1/28)
[9] Geniş bilgi için bakınız: Nadim Macit (2010) Dünya Dil Sistemi ve Dini Söylem: Laik-Demokratik Sistem ve Teoloji, Ankara: Sarkaç Yayınları.
- Bütünleştirici tarihin dili Marc Bloch’un kullandığı bir deyimdir. O, belirtilen deyimi bütünlük düşüncesi karşılığında kullanır. Tikel toplumsal dinamikleri kavramak için zorunlu bağlamı veren toplumsal bütün düşüncesidir. Bütünleştirici tarihin dili, dünya ilgili bir düşünüş tarzını ifade etmektedir. Bakınız: Daniel Chirot (1999: 36) “Marc Bloch’un Toplumsal ve Tarihsel Manzarası”, Tarihsel Sosyoloji, (Çev: Ahmet fethi) İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
[10] Paul Riceour (2007: 28) Yorum Teorisi: Söylem ve Artı Anlam, (Çev: G. Yavuz Demir) İstanbul: Paradigma Yayınları.
[11] Bakınız: Nadim Macit (2010) Uzun Savaş: Açılım mı Vassallık mı, Ankara: Berikan Yayınları.
[12] N. Macit (2010: 266-270)
[13] David Harvey (2003: 393) Postmodernliğin Durumu, (Çev: Sungur Savran) İstanbul: Metis Yayınları.