Dr. Alper Sezener’in kaleme aldığı bu metin, Denis Johnson’ın eserinden uyarlanan Tren Düşleri filmi üzerinden modern insanın ilerleme ve durma arasındaki çatışmasını inceliyor. Yazar, başkarakter Robert Grainier’in sessizliğini ve sabitliğini, günümüz dünyasının bitmek bilmeyen hız ve değişim tutkusuna karşı bir ayna olarak kullanıyor. Metne göre raylar ve trenler teknolojiyi temsil ederken, insanın kendi özüne dönme çabası ancak dış dünyanın gürültüsü sustuğunda mümkün olabiliyor. Modernite ve bireysel huzur kavramlarını sorgulayan eser, gerçek ilerlemenin uzaklaşmak değil, insanın kendisiyle yüzleşmesi olduğunu savunuyor. Anlatıcı, hayatın içindeki sahte unvanlardan sıyrılıp suskunluğun gücünü keşfetmenin önemine vurgu yaparak, her şeyin nihayetinde aslına döneceği uyarısını paylaşıyor. Sonuç olarak kaynak, durmanın ve beklemenin geri kalmak değil, aksine en samimi farkındalık hali olduğunu zarif bir dille özetliyor.
Tren kadraja girmez. Önce yer titrer. Sonra ağaçların arasındaki kuşlar susar. Robert Grainier durur; elindeki işi bırakmaz ama devam da etmez. Sanki yaklaşan şey demirden değil de zamandan yapılmıştır. Amerikalı film yönetmeni Clint Bentley’in yazar Denis Johnson’ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarladığı, 20. yüzyılın başında geçen bir Amerikan draması, Tren Düşleri’nde (Train Dreams, 2025), tren böyle gelir; görünmeden, ama kaçınılmaz bir biçimde… Joel Edgerton’un hayat verdiği baş karakter Rober Grainier bakmaz; bekler. Çünkü bazı şeyler sadece gözlerle takip edilmez, insanın içinden geçip gider.
Bizim hayatımızda da trenler böyle gelip geçiyor. Gürültüyü duyuyoruz ama yönünü bilmiyoruz. “İlerleme” diyorlar, “hız” diyorlar, “çağa ayak uydurmak” diyorlar. Raylar çoğalıyor, makineler hızlanıyor, kelimeler sıklaşıyor. Ama insanın içindeki o eski soru hâlâ aynı yerde duruyor: Ben nereye gidiyorum?
“Sonunda her şey aslına döner,” sözü tam bu anda yakalıyor insanı. Çünkü bu cümle bir umut vaat etmiyor; bir uyarı gibi duruyor. Kaçışın bir sınırı olduğunu, o tren ne kadar uzağa giderse gitsin, insanın kendisinden kurtulamayacağını fısıldıyor. Modern hayat bize sürekli dönüşmeyi öğretti ama yüzleşmeyi öğretmedi.
Grainier’in hikâyesi tam da bu yüzden çarpıcı. Çağ değişiyor, ormanlar kesiliyor, demiryolları uzuyor. Ama onun iç dünyasında hiçbir şey yerinden oynamıyor. Direnmiyor, alkışlamıyor, açıklamıyor; sadece duruyor. Bugünün insanına en yabancı hâl belki de bu: durmak. Çünkü günümüzde durmak, geri kalmak demek. Oysa bazen durmak, ilk kez doğru yerde olmaktır.
Asıl dediğimiz şey; unvanlardan, planlardan, gerekçelerden önce vardı. Daha sade, daha az pazarlıkçı bir hâl. Sonra hayat başladı. Uyum sağladık. Mantıklı olduk. Kendimizi erteledik. Yorgunluk da burada başladı. Fiziksel değil bu; sabah kalktığında seninle birlikte bir türlü uyanmayan bir şey var içinde.
Tren geçer. Gürültü dağılır. Ortalık sessizleşir ve insan tam o sessizlikte şunu fark eder: İlerlemek başka bir şeydir, uzaklaşmak bambaşka. Trenin kadrajdan çıkmasıyla birlikte geriye kalan sessizlik, insanı rahatlatmaz; aksine huzursuz eder. Çünkü gürültü varken düşünmeye gerek yoktur. Gürültü bittiğinde ise insan, ilk kez kendi iç sesiyle baş başa kalır. Tren Düşleri’nde Grainier’in yaşadığı da budur.
Tren geçer, çağ ilerler, dünya değişir. Fakat, adamın içinde bir şey yerli yerinde durur. Kıpırdamaz. Alkışlamaz. Açıklamaz. Sadece bakar. Acı kayıpların yerine konulamadığı bir düş dünyasında yaşamanın tuhaf devinimini içinde taşır. Hiç gelmeyecek olanı bekler. Hiç gerçekleşmeyecek olanı arzular.
Bizim çağımızda bu bakış neredeyse yasaklıdır. Sürekli hareket hâlindeyiz. Durmak şüpheli, yavaşlamak riskli, susmak neredeyse ayıp. O yüzden ilerlediğimizi sanıyoruz. Takvimler doluyor, ajandalar kabarıyor, hayat “ilerleme” kelimesiyle tanımlanıyor ama içten içe herkes aynı hissi taşıyor: Çok yol aldık ama bir yere varamadık.
Tren Düşleri’ndeki tren ilerlemenin sembolü. Raylar uzadıkça dünya büyüyor, ama Grainier’in iç dünyası küçülmüyor. O yüzden film, bir adamın kişisel öyküsünün ardında ilerlemenin kutsallığını sorguluyor. Daha doğrusu şunu fısıldıyor: İlerlemek her zaman doğru olduğu sanılan yöne gitmek değildir. Bazen sadece uzaklaşmaktır.
Durmak ise sandığımız gibi tembellik değildir. Bazen tam da doğru yerde direnmektir. Grainier’in duruşu bir protesto değil; bir teslimiyet de değil. Daha çok bir farkındalık. Rayların kenarında durup şunu sormak gibi: Ben bu yolculuğa neden çıktım? İnsan en çok bu sorudan yorulur. Çünkü cevap çoğu zaman planladığımız gibi değildir.
Tren geçer. Gürültü dağılır. Ortalık sessizleşir. Ve insan tam o anda fark eder: İlerleme başka bir şeydir, aslına yaklaşmak bambaşka. Sessizlik sanıldığı kadar boş değildir. Çoğu zaman en dolu anlar, sesin çekildiği yerlerde başlar. Tren Düşleri’nde tren geçtikten sonra kalan boşluk, filmin en gürültülü anıdır aslında. Grainier konuşmaz; ama suskunluğu, çağın bütün iddialarından daha ağırdır. Ne ilerlemeyi lanetler ne de yüceltir. Sadece onun içinden geçer.

Bugünün dünyasında neredeyse imkânsız bir duruş bu. Çünkü biz susmayı artık bilmiyoruz; sadece konuşmamayı biliyoruz. Arada büyük bir fark var. Konuşmamak çoğu zaman yorgunluktan gelir. Suskunluk ise bir eşiğe işaret eder. İnsan her şeye cevap vermekten vazgeçtiğinde başlar. Her fikre yetişmek, her saçmalığı ciddiye almak, her gürültüye katılmak zorunda olmadığını fark ettiğinde, suskunluk bazen bir geri çekilme değil, bir reddiyedir.
Bugün toplantılarda, kalabalıklarda, ekranların önünde çok konuşuluyor ama kelimeler değerinden, anlamından, içsel ağırlığından çok şey yitirmiş. Cümleler çabuk tüketiliyor. Herkesin bir fikri var ama kimsenin özgün bir hikayesi, sahici bir derdi, yaşama karşı net bir duruşu yok gibi. İşte bu yüzden bazı insanlar susuyor. Çünkü konuşmanın değeri düştüğünde, sessizlik ağırlaşır.
Grainier’in suskunluğu romantik değildir. İçsel bir bilgelik de pazarlamaz. Daha çok şunu söyler: Bazı hayatlar anlatılamaz, sadece yaşanır. Modern insanın en büyük huzursuzluğu da burada başlar. Her şeyi açıklamak, gerekçelendirmek, sunmak zorunda kalmak… Oysa bazı kayıpların dili yoktur. Bazı dönüşlerin adı konamaz.
“Sonunda her şey aslına döner,” cümlesi de yüksek sesle gelmez zaten. Bir slogan gibi bağırmaz. Daha çok içten içe sızar. Rüyalarda, ani duraksamalarda, bir pazar sabahı sebepsiz yere gelen ağırlıkta ortaya çıkar. Filmde rüyaların bu kadar merkezi olmasının nedeni de budur. Rüya, bastırılanın geri dönüş yoludur. Konuşulmayanın, ertelenenin, üstü örtülenin başka bir dille geri gelmesi.
Aslına dönmek, geçmişe kaçmak değildir. Çocukluğa sığınmak hiç değildir. Daha çok şudur: Artık kendinle pazarlık yapmamaya karar vermek. Bazı şeyleri “idare etmekten” vazgeçmek. Herkes gibi görünme çabasını bırakmak. Ama bu kolay bir yol değildir. Çünkü aslına yaklaşan insan yalnızlaşır. Gürültüden uzaklaştıkça kalabalık azalır. O yüzden çoğu kişi dönüşü yarı yolda bırakır. Biraz durur, biraz düşünür, sonra yeniden koşmaya başlar. Raylar tanıdıktır çünkü.
Tren Düşleri’nin en sarsıcı tarafı burada saklıdır: Grainier geri dönmez. İsyan da etmez. Acısını yaşar. Hayatı “düzeltmez”. Sadece olduğu yerde durur ve şunu kabul eder: Her şey ilerler, ama insanın içindeki çekirdek yerinde kalır. Belki de huzur tam olarak budur: Bir yere varmak değil, bir şey olmak değil, artık kendinden kaçmamaktır.
Üstüne düşünelim.