H. Nurcan Yazıcı’nın metni, modern toplumda yalnızlığı bir zayıflık değil, yozlaşmış düzene karşı onurlu bir başkaldırı ve uyanış süreci olarak tanımlamaktadır. Yazar, kurumların ve medyanın dayattığı sahte uyum sürecine katılmayı reddeden bireylerin, toplumsal baskılarla bilinçli olarak yalnızlaştırıldığını savunur. Bu yalnızlık, kişinin kendi sesini duymasını sağlayan ve öz saygısını korumasına yardımcı olan dönüştürücü bir temizlik evresidir. Statükoya boyun eğmek yerine bedel ödemeyi seçenlerin, toplumsal değişimin asıl mimarları olacağı vurgulanmaktadır. Sonuç olarak metin, kalabalıklar içinde kimliğini yitirmektense, hür bir vicdanla tek başına ayakta kalmanın erdemini yüceltir.
Kurumlar susmayı öğretiyor, medya yalanı, yanlışı normalleştiriyor, sistem ödüllendiriyor. İtiraz eden “huzur bozucu”, susan “olgun”, boyun eğen “başarılı” ilan ediliyor. Sonra dönüp “neden bu toplum bu kadar yorgun?” diye soruluyor. Bu yorgunluk insanları yalnızlığa mecbur ediyor. Bu yalnızlık insanların ruh hâli değil; toplumsal olarak üretilmiş bir yorgunluk.
Maskelerin kalıcılaştığı, samimiyetin zayıflık sayıldığı, gerçeğin ise “uygunsuz” bulunduğu bir çağdayız.
Bugün yalnızlık bir ruh hâli değil, bir yaptırım. Doğruyu söylediğin anda başlıyor. Soru sorduğunda derinleşiyor. “Bu böyle olmak zorunda mı?” dediğinde kalıcılaşıyor. Çünkü bu düzende makbul olan, haklı olmak değil; uyumlu görünmek.
Çoğu insan cesur bir adım atıp yalnızlığı seçiyor.
Yalnızlık bir hedef değildir, çoğu zaman mecburi bir duraktır. Kimsenin alkışlamadığı bir yüzleşmedir.
Neye katlandığını, hangi haksızlığı “büyütmemek” adına içine attığını, hangi ilişkilerde kendinden vazgeçmenin normalleştirildiğini gösterir.
İnsan burada şunu fark eder: Sürekli kabulleniş, bir erdem değil; sistemli bir eksilmedir.
Yalnızlık bu yüzden bir kaçış değil, çoğu zaman bir uyanıştır.
İnsan orada sınır çizer. Herkese yetme zorunluluğunu, her şeyi taşıma mecburiyetini bırakır.
Sonra hayata döner. Daha az insanla belki, ama daha net, daha dik, daha kendine sadık.

Oysa yalnızlıktan korkmamak gerekir.
Bazen bir temizliktir. Gürültü çekilir, fazlalıklar dökülür. Alışkanlıktan sürdürülen ilişkiler, sırf kalabalıkta kalmak için katlanılan bağlar, kendinden vazgeçerek korunan masalar bir bir dağılır.
Ve o sessizlikte insan ilk kez kendi sesini duyar. Ne olmak istediğini değil, ne olmadığını fark eder. Kimler için sustuğunu, kimlerin yanında küçüldüğünü, hangi kalabalıklarda kendini kaybettiğini görür. Bu fark ediş kolay değildir. Ama dönüştürücüdür.
Dönüşmek bir yenilgi değildir. Bu düzenin sana dayattığı kimlikleri reddetmektir.
“Kalırsan varsın” denilen yerlerden kalkmak, “Susarsan kabul edilirsin” denilen masaları terk etmektir. Belki de bu yüzden umut, kalabalık sloganlarda değil; yalnız kalan ama kendinden vazgeçmeyen insanlarda filizlenir. Kendine kalan insan, her şeyi kabullenen değil; bir gün yeniden itiraz edebilecek olandır. Ve bazen bir toplum, en çok sessizce ayağa kalkanların içinden değişir.
Sonuç olarak:
İnsanlar yalnızlığı seçiyor.
Ama bu, herkes çekip gittiği için olmuyor. Gerçeği törpüleyenler, suskunluğu meziyet gibi sunanlar, itirazı “uyumsuzluk” diye damgalayanlar yüzünden. Herkes eğilip büküldüğü için. Kendini inkâr etmeyi reddettiği için. Yanlışın parçası olmayı kabul etmediği için.
Ama buradan net söyleyelim: Bu yalnızlık bir utanç değil. Bu, çürüyen bir düzene ortak olmamayı seçmenin bedeli. Kendine kalmak, hayattan kopmak değil, kirlenmeye razı olmamaktır. “Böyle gelmiş böyle gider” diyen kalabalığa sırt dönmektir.
Ve şimdi en can yakıcı yer:
Bu düzen değişecekse, bunu alkış tutanlar yapmayacak.
Susarak yükselenler hiç yapmayacak.
Bu düzen, yalnız kalmayı göze alıp susmayanlar yüzünden değişecek.
Bedel ödeyenler yüzünden. Dışlananlar yüzünden.
Çünkü tarih şunu defalarca gösterdi: Kalabalıklar düzeni sürdürür, yalnızlar bozar.
Tevfik Fikret’e kulak verin:
“Kimseden yardım ummam, dilenmem kol kanat
Kendi boşluğum, kendi göklerimde kendim uçarım
Eğilmek, tutsaklık boyunduruğundan ağırdır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”