Kaynak metin, Hakikat Sonrası Çağda İnsan Özgürlüğü Meselesi başlığını taşıyan bir analiz sunarak, günümüz “ileri demokrasisinin” aslında gelişmiş bir tahakküm biçimi olduğunu savunmaktadır. Yazar, özgürlük, demokrasi ve erdem gibi kavramların, reklam ajansları ve medya manipülasyonları aracılığıyla tüketim sloganlarına ve sahte tercihlere indirgendiğini ileri sürmektedir. Bu çağda arsızlığın ve ahlaksızlığın bir erdem gibi sunulduğu bir tiyatro sahnesinin kurulduğunu ve insanların zincirlerini kimlik aksesuarı gibi taktığını belirtmektedir. Son olarak, bu durumu anlamlandırmak için okuyucuya gözetim toplumunu ve hakikat manipülasyonunu konu edinen The Truman Show ve George Orwell’in 1984 adlı eserlerini önermektedir.
Kentin duvarlarına kazınmış kelimeler var: özgürlük, demokrasi, ilerleme. Ne var ki bu kelimeler, çocukların tebeşirle çizdiği hayali evler gibi ilk yağmurda silinmeye mahkûm. Çünkü aslında kimsenin o evlerde oturmak gibi bir niyeti yok.
Bugün “ileri demokrasi” denilen şey, geçmişin mutlakiyetçi rejimlerinden daha kurnaz, daha cilalı bir tahakküm seviyesi. Artık kimse kamçıyla cezalandırılmıyor; onun yerine anket sonuçları, reyting grafikleri ve kurnazca yazılmış anayasa maddeleri var. Sakın, sesinizi fazla çıkarmayın; yoksa falan falan kanununun filan maddesine göre başkalarının gerçekleri fark etmelerine neden olup onların huzurunu kaçırmaktan cezalandırılabilirsiniz.
Bugün, halkın iradesi denen şey, reklam ajanslarının atölyelerinde tasarlanıyor. Sözde özgürlükler ise, büyük marketlerin raflarındaki ürün bolluğu gibi: Ne alırsan var ama hepsi aynı holdingin malı.
Arsızlığın altın çağı dediğimiz bu dönem, utanmazlığın erdem gibi sunulduğu bir tiyatro sahnesi. Bu sahnede, tüm performanslar akıl dışı bir ustalıkla sergileniyor. Hırsızlık “stratejik yatırım” diye adlandırılıyor, yalancılık “siyasi manevra”ya terfi ediyor. Kitleler de bu arsızlığın seyircisi değil, ellerine kısa replikler sıkıştırılmış figüranları. Çünkü itaat etmeyen herkes, özgürlük tiyatrosunun afişinde “terörist,” “marjinal,” “ajan” ya da “komplocu” olarak damgalanıyor.
Felsefenin, antropolojinin ve sosyolojinin ortaklaştığı bir nokta var: Bir toplumun çürümesi, en çok kendi erdemlerini tecimsel malzeme haline getirdiği anda belirginleşir. Bugün demokrasi, bir pazar sloganına, özgürlük ise tüketici tercihlerine indirgenmiş durumda. Böylece soy kütüğü yazılan ahlaksızlık, aslında atalarından devraldığı değil, çağdaşlığın göz kamaştırıcı vitrininde yeniden üretilen bir miras oluyor.
“Özgürsünüz!” denildiğinde kastedilen şey nedir? İstediğiniz markanın telefonunu alabilmek mi? Sosyal medyada kendi kendinizi sansürleyecek kadar özgür olmak mı? Yoksa gündelik kölelik döngünüzü unutturacak birkaç televizyon yarışmasına SMS atabilmek mi?
Asıl trajedi şudur: Bugünün insanı zincirlerini taşımaz; daha çok bir kimlik aksesuarı gibi onları giyinir. Kredilerle örülü prangaları, algoritmalarla biçimlenmiş düşünceleri, “beğeni”lerle ölçülmüş değer yargıları… Hepsi süslenmiş bir kölelikten ibaret. Özgürlük palavrası burada devreye giriyor: Bütün bu zincirlerin adını “tercih” koyduğun anda köleliğin tadı, özgürlük şerbeti gibi gelmeye başlıyor.
Toplumsal arsızlığın psikolojisi ise bundan daha da incelikli. Çünkü arsızlık, yalnızca baştakilerin sergilediği bir meziyet değil; alttakilerin hayranlıkla içselleştirdiği bir davranış kalıbı. Yönetici çalınca “zekasına hayran olunuyor,” komşu çalınca “namussuz” ilan ediliyor. Yalan, aleni hale geldiğinde bile alıcı bulabiliyor; yeter ki söyleyenin kravatı düzgün bağlanmış, bindiği araç, oturduğu ev, doldurduğu makam gösterişli olsun.
İnsan bilimlerinin ironisi tam burada gizli: Halk, kendisine atılan tokadın acısını değil, tokadı atan elin hangi güç sahibine, hangi partiye, hangi lidere ait olduğunu sorguluyor. Eğer el “bizden” sayılıyorsa tokat bir şefkat göstergesi olarak algılanıyor. İşte bu, modern toplumun en sofistike kölelik icadıdır: Arsızlığı hakikat gibi benimseyen bir bilinç.
Ve işin en acıklı yanı, kimsenin utanmıyor olması. Çünkü utanmak, hala bir ölçüde vicdanla bağlantılıdır. Oysa vicdan çoktan özelleştirilmiş, küçük hissedarlara dağıtılmış durumda. Şimdi herkes, kendi küçük çıkarının hissesi kadar “etik” sahibi.
Bu tiyatro oyununda perde kapanmak bilmiyor; çünkü seyircinin alkışı, oyunculardan çok kendi hayalini alkışlıyor. “İleri Demokrasi” tiyatrosu, aslında bir komedi değil, absürd bir trajedidir. Herkesin rolü önceden yazılmış: Liderler tanrısal kahramanlar, gazeteciler şakşakçı palyaçolar, yurttaşlar ise figüran ordusu. Ve bu sahnede en çok alkışlanan replik şudur: “Hepiniz Özgürsünüz!”
Ama bu özgürlük, sahte bir karnaval alanının iç gıcıklayıcı neon lambaları kadar gerçek. İleri demokrasi denilen şey, ileri teknolojiyle donatılmış bir kafesten ibaret: Kapısı hep açık görünüyor, ama kapıdan çıkmayı düşündüğün an etiketleniyorsun. Yani, bir bakıma kafesin dışı da içeriden farklı değil; sadece isimler değişiyor.
Ahlaksızlığın soy kütüğü burada nihai halini alıyor: Hırsın, arsızlığın, utanmazlığın erdem gibi sunulduğu bir çağda, sahiciliğin kendisi güldürüye dönüşüyor. Bir politikacı yalan söylediğinde bu artık bir skandal değil; “oyunun doğası.” Bir medya patronu yalan haber ürettiğinde bu bir rezalet değil; “ticari strateji.” Bir yurttaş kendi vicdanını ve değerlerini hiçe saydığında bu bir utanç değil; “fırsat değerlendirme.”
Ve belki de en ironik olanı şu: Herkes, bu oyunu bozacak bir “hakikat” olduğunu içten içe biliyor, fakat kimse o hakikat ile yüzleşmek istemiyor. Çünkü hakikat, alınan karşılıksız yardımları, rahat koltukları, alışveriş merkezlerini, taksitli tatilleri, kredi kartı ayrıcalıklarını tehdit ediyor. Böylece, her daim hakikatin yerini, sahte bir huzur alıyor.
İleri Demokrasi tiyatrosunun son perdesi böyle kapanıyor: Seyirciler salonu terk etmiyor, çünkü dekorun kendisi onların evi haline gelmiş.
Ve perde kapanırken geriye sadece şu fısıltı kalıyor: “Özgürsünüz… ama yalnızca size çizilen sınırlar içinde.”
***
Tam da burada size iki yol arkadaşı bırakmak isterim.
İlki bir film: The Truman Show. 1998 yapımı film, Amerikalı yönetmen Peter Weir’in yönettiği ve başrolünde Jim Carrey’in yer aldığı önemli bir eser. Film, gözetim toplumunu, medyanın manipülasyon gücünü ve “özgürlük” adı altında kurulan görünmez kafesleri sorguluyor. Bireyin hakikati arayışını, modern çağın illüzyonları karşısında bir direniş metaforu olarak işliyor. Gerçekle kurmacanın, özgürlükle kafesin nasıl iç içe geçtiğini, bir insanın hayatının tümüyle sahneye dönüştürüldüğünde bile nasıl coşkuyla alkışlandığını hatırlatıyor. Mutlaka izlenmeli.
İkincisi ise bir kitap: İngiliz yazar George Orwell’in kült eseri “1984”. Genç sayılacak bir yaşta, 46 yaşında hayata veda eden ama ardında Hayvan Çiftliği (1945) ve 1984 (1949) gibi iki ölümsüz eser bırakan Orwell’in kâbusu, artık uzak bir distopya değil; gündelik alışkanlıkların, gözetimin normalleşmiş ritüellerinin ta kendisi. Hakikatin çarpıtılarak yeniden yazılabileceği, özgürlüğün sloganlarla boğulabileceği bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla, “1984” her yönüyle geçerliğini koruyor.
Gerçekten üstüne düşünülmesi gereken şey, bu eserlerin yıllar önce bir uyarı olarak kaleme alınmış olmasıdır. Oysa biz onları uyarı değil, eğlence niyetine tükettik. Belki de o yüzden sahnede hala aynı replik yankılanıyor:
“Özgürsünüz… özgürlüğünüzü onurlandırmayı ve alkışlamayı unutmayın.”