lutfu-sahsuvaroglu
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Nihat Genç’in Edebiyat Dünyasındaki Kavramlar: Cınıvız’ın Ormanları

Nihat Genç’in Edebiyat Dünyasındaki Kavramlar: Cınıvız’ın Ormanları

0
Paylaş

Şahsuvaroğlu, Nihat Genç’in edebi eserlerinde orman temasını mercek altına alıyor ve ormanın farklı kültürler için taşıdığı anlamları inceliyor. Özellikle Afrika’daki Lele kabilesinin ormana kutsal bakışı ile Almanların ormanı milli kimliklerinin bir parçası olarak görmesi karşılaştırılıyor. Metin aynı zamanda Osmanlı’dan günümüze Anadolu ormancılığının tarihsel süreçlerini, özellikle ağaçların kullanımı ve tahribatını ele alıyor. Son olarak, modern çağda ormanların madencilik gibi faaliyetlerle yok edilmesine ve Nihat Genç’in bu duruma karşı doğayı savunma çağrısına dikkat çekiyor.

 

Canetti Kitle ve İktidar adlı eserinin Avcılık ve Orman bölümünde Mary Douglas adındaki İngiliz antropologun Afrika’daki Lele kabilesi hakkındaki araştırmasına yer verir. Buna göre, Kasai nehrinin yakınlarında yaşayan bu kabile yüz köye sahiptir ve her biri kareler halinde çayırlara kurulmakla birlikte ormandan uzakta değillerdir. Her nimetlerini ormandan alırlar. Orman onlar için yaşam kaynağıdır. Ormandan açtıkları alanlarda darı yetiştirirler, köy yakınlarında palmiye ağacı… bu ağaçların genç yapraklarından kumaşlarını dokudukları malzeme sağlanır. Ayrıca mayalanmamış şarap yapımında da bu ağaçtan yararlanırlar ayrıca yer fıstığı ve muz da köy yakınlarında geçimlerini ve beslenmelerini sağlar. Her iyi şey ormandan gelir.

“Su, ateş yakmak için odun, tuz, darı, manyok, yağ, balık ve hayvan eti…”

Daha çok erkeklerin bölgesidir orman…

Kadınlar üç günde bir ormandan uzak tutulur. İnanç sistemleri ile ormanları arasında korelasyon katsayısı yüksektir. “Ormanın prestiji müthiştir. Leleler ormandan neredeyse şiirsel bir coşkuyla söz ederler. Genellikle ormanı köyle karşılaştırırlar. Gün ortasında, tozlu köy çekilmez ölçüde sıcak olduğundan, ormanın serinliğine ve karanlığına kaçmaktan hoşlanırlar. Ormandaki işler ilginç ve keyiflidir oysa başka yerlerde ağır ve sıkıcıdır. “Zaman köyde yavaş ormanda hızla geçer” derler. Ormanda erkekler bütün gün acıkmadan çalışabilmeleriyle övünürler ama köyde sadece yemeği düşünürler.”[1]

 

Orman Şifadır

Thomas Mann’in Buddenbroklar ailesi anlattığı romanında da ağaç ve orman önemli bir gizem dünyasıdır.

“Öğle sonunun bu saatinde tapınağın bulunduğu tepe sessiz ve büyüleyiciydi. Kuşların cıvıldayışı, ağaçların hafif hışırdaması, aşağıda göz alabildiğince uzanan masmavi denizin uğultusu birbirine karışıyordu. Tony ve Morten çok uzaklardaki bir geminin yelkenini seçebiliyorlardı.”

Bir doktorun bekleme odasındaki papağan da ormanı hatırlatır. O büyüleyici ormandan gelmiştir.

Bekleme odasına giren ilk bu papağanın “buyurun” nidasıyla irkilir.

Öfkeli bir koca karı sesi gibidir.

“Oturun lütfen!”

Hanno Buddenbrook papağana korku ve sevgi karışımı bir duygu besliyordu. Bir papağan… Josephus adında ve insan gibi konuşabilen renk renk tüylü kocaman bir kuş! İda’nın evde kendisine okuduğu Grimm masallarındaki sihirli  ORMAN’dan kaçıp buraya gelmiş bir kuş olmasın?..” [2]

“Hızın rüzgâr gibi, yavaşlığın orman gibi olmalı.

Ateş gibi saldırıp yağmalamalı

Dağ gibi kıpırdamaz olmalısın.

Karanlıklar gibi görünmez

Yıldırımlar ve şimşekler gibi hızlı olmalısın.

Sun Tzu’nun sözü bu.

Orman yavaştır, ama rüzgâr hızlı…

Canetti’nin kitleleri arasında deniz, ekin ve orman benzerdir. Geniş ve yavaş… Ağırbaşlı. Dağlar da ağırbaşlıdır. Ama onlar hiç kımıldamaz. Dimdik dururlar.

Ekinler, deniz ve orman rüzgârın etkisine açıktır.

Rüzgâr o yüzden daha çok erkeksi bir saldırganlık ve hareket ettirici yankısını arayan âşık gibidir. Bu yankısını ekinde, denizde ve ormanda görmek ister gibidir.

Deniz, orman ve ekin anaç karakterlidir.

Akdeniz uygarlıkları hakkında en kapsamlı eserleri vermiş bulunan Fernand Braudel’in dağ ve ova ayrımı gri alanlar barındırsa da tarihi özetleyen bir batı perspektifi için net bir çözümlemedir: Dağlar köylülere, çobanlara aittir, ovalar senyörlere…[3]

Mehmet Âkif’in Safahat’ında şu mısraları hiç dilimden düşüremem:

“Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla

Koca mer’a dolu baştan başa sağmallarla

İğne atsan yere düşmez o ekin bir tufan…”

Atatürk taklidi yapan, melon şapka giyen Deli Musa’dan Tanju Gürsu’ya ve abilerine kadar ele aldığı muhatapları ile ön sahnede karakterleri didikleyen Nihat Genç, Arkası Karanlık Ağaçlar’da “ön safta dövüşen şu süslü ağaçlar değil meramım, daha derinde daha içeride.” Diyerek geçtiği yolları, kentleri, tipleri tahlil ederken asıl amacının ormanın derinliği olduğuna vurgu yapar.

“Şu, bütün hayata kuvvet veren. Tüm ormanı kucaklayan, şu arkası karanlık ağaçların yanına usulca girebilsem. Şu zırva dünyadan kurtulup, karanlıklara gömülü köyün ardındaki ormanların içine… Kuşlar geliyor, “o dünyanın en güzel ağbisi, işte bak okuttu seni, öğretti sana, soylu bir mesleğin oldu, sakın ağlama!” Başka bir serinliği var ağaçların, çiğ damlaları başka, kurumuş kuş tüyleri başka, yabancısı olmadığım bir yer. Geniş bir düzlük saklıyor içinde. Orada simsiyah gözlü yorgun atlar olmalı, çok çalışmışlar, koşmuşlar, kardeşlerini, ailesini utandırmamış, aç koymamış.” [4]

Lelelerin ormana bakışı ne kadar kutsal sayılıyorsa Cınıvız’ın ormana bakışı da öyle…

Nihat’ın akrabaları, konu komşusu, Leleler gibi, Kızılderililer gibi bakardı ormana.

“Duvara açılmış canavar ağızlı kara fırında minderden büyük ekmeklerin yapılması kutsal tören gibiydi. Tuzlu, yağlı, ıslak tereyağının yayıkta günlerce sallanıp, mermer kaya parçası gibi bir kâse içinde önümüze konması kutsal tören gibiydi. Dağdan dağa büyük yatak çarşaflarını çırparak gererek Kızılderililer gibi konuşmaları kutsal tören gibiydi. Şeref Amca, ormandan kaim ağaç kütükleri sürükleyip getirmediği, deniz gibi dalgalanan yonca çayırında orakla ot biçmediği, diz boyu çamura dönen tarlayı komşularla birleşip bellemediği zamanlarda arı kovanlarıyla uğraşırdı.”[5]

Aynı eserde modern çağın canilerinden olarak tasvir ettiği güzel sanatlar genel müdürü görevlerinde bulunmuş ve tabloları sağa sola dağıtmış eski bir bürokrattan bahsettiği yazısında da yirmi yılını balta girmemiş bir ormanda başım yerde kaybolarak geçirmişim diye hayıflanır.

Ağaçlara da kişilik yüklediği çok Nihat’ın…

Mesela dedesi yaşlı bir elma ağacıdır.

Küçük bir el arabasıyla bir ağaç gövdesi taşımaktadır hayalinde…

Bir rahip yol boyu flüt çalıyor yoksa ormanın müziği mi bu…

Ormanın içinde yaşayan köylülerle birlikte ormanın derinliklerine bir kütüğü niye taşır insan?

“Daha öncekilerin hepsi devrildi dedikleri yere diktik ağaç gövdesini. İçimizde 19. Asrın bütün yazarlarının coşkusu.”

Flütün sesiyle bir tüy gibi uçuyor ve bulutlara, oradan ormanlara karışıyor Cınıvız.

Yine de asil insan olabilmek için Nihat’a göre insan önce anlamsızlıkları keşfeder sonra bunun dehşetinden bütün denizleri kurutur, çaresizliğin büyüklüğünden bütün ormanları yakar, bu boşluğu izaha kalkışır daha sonra… [6]

Alman Millî Ruhunun Döşeği: Orman

Batı’da, özellikle Avrupa’da kitle simgeleri pek değişiktir; İsviçreliler için dağlar onlara dünya ne kadar yerinden oynasa etraftaki ülkeler ne kadar savaşa girse kendilerine bir zararı olmayacaktır, dağlar gibi durmaktadırlar, duracaklardır yerlerinde…

Fransızlar için devrim kutsaldır. İngilizler ve Hollandalılar için denizler…

Almanlar için: orman…

“Almanların kitle simgesi orduydu. Ancak ordu, ordudan fazla bir şeydi; ordu uygun adım yürüyen bir ormandı. Diğer hiçbir modern ülkede orman duygusu Almanya’da olduğu kadar canlı olmamıştır. Dimdik duran ağaçların bu dikliğe koşut eğilmezliği, yoğunlukları ve sayılan, Almanların yüreğini derin ve gizemli bir hoşnutlukla doldurur. Atalarının yaşadığı ormanın ta derinliklerine gitmeyi bugün bile sever, kendilerini ağaçlarla bir hissederler.

Ağaçların düzenli bir biçimde ayrılmış olması ve dikeylikleri üzerindeki vurgu, ormanı çalıların her yönde büyüdüğü tropik ormandan ayırt eder. Tropik ormanlarda gözler önplanda yolunu kaybeder; çünkü her türden düzeni hatta tekrar duyusunu yok eden renkli, yaşam dolu, karmaşık ve bağıntısız bir kütlesel büyüme vardır. Öte yandan, ılıman bölge ormanının bariz bir ritmi vardır. Gözler eşit mesafelerde, net bir biçimde görülebilen ağaçların oluşturduğu hat boyunca hareket eder. Her bir ağaç teki her zaman bir insandan uzundur ve bir dev olana kadar büyümeyi sürdürür. Ormanın dayanıklılığında aynı erdeme sahip olan bir savaşçıyla ortak pek çok yan vardır. Bir tek ağacın kabuğu, bir insanın üstündeki zırha benzer, aynı tülden pek çok ağacın birlikte büyüdüğü bütün bir orman bir ordunun üniformasını getirir akla. Açıkça bunun farkında olmasa bile bir Alman için ordu ve orman, olası her biçimde birbirinin içine geçmiştir. Başkalarına ordunun sıkıcılığı ve verimsizliği gibi gelen şey Alman için ormanın taşıdığı yaşam ve ihtişamdır. Alman ormanın içindeyken hiç korkmamıştır; kendisini, benzerlerinin arasında biri olarak güvende hissetmiştir. Ağaçların eğilmezliğini ve dimdik oluşunu kendisi için yasa kabul etmiştir.

Grimm masallarını bilenler oradan birçok çocuk filminin de çağımızda üretildiğine şahit olmuşlardır. Genellikle bir evin odasından, bir bahçeden veya daha farklı bir mekândan sihirli bir kapı ile derin bir ormana erişilir. O ormanın derinliklerinde binbir macera bizi beklemektedir.

Eve kapatılmışlıktan orada yalnız kalıp hayal kurabileceğini düşünerek ormana kaçmış olan bir çocuk, aslında orduya girişini önceden yaşamış olur. Ormanda diğerlerini, gerçek, sadık ve kendisinin her zaman olmak istediği gibi dimdik kendisini beklerken bulmuştur; her biri dimdik büyüdüğü için bir diğeri gibi olan, ama yine de yükseklik ve güç bakımından oldukça farklı ağaçlar bulmuştur. Almanlar üzerindeki bu erken orman romantizminin etkisi asla azımsanmamalıdır. Orman, Alman şiir ve şarkılarına konu olmuştur; bu şiir ve şarkılarda yer alan ormana çoğu zaman “Alman” adı verilir.

İngiliz insanı kendisini denizde düşlemeyi sever; bir Almansa ormanda.
Onların ulusal duygularının arasındaki farkı bundan daha öz bir biçimde dile getirmek imkânsızdır. [7]

 

Değirmencinin Özgüveni ve Kral – Demokrasi ve Ekmek

Almanların ormana dair duyguları ve kitle olarak onu kutsallaştırmaları konusu sadece Canetti’nin eserinde görülmez. Doğa ve İktidar adlı eserinde Joachim Radkau da Almanların ormana dair ünsiyetlerini ele alır.

Hatta bahçeler ve parklar bile ormanı andırmalıdır.

Berlin’deki krala ait büyük bahçenin de orman gizemlerini barındırması bundandır.

Berlin’e oradaki gurbetçilerimize sıklıkla konferanslar vermek için gittim. Berlin yakınlarında Alman Pnusya Kralı 2. Frederick’in yaptırdığı Radkau’nun bahsettiği büyük Orman-Bahçe niteliklerine uygun Postdam Sarayı ve eteğindeki ormanı ya da bahçeyi gezdim. Kralın sarayına tepeden bakan muhteşem ahşap işi bir değirmen binası gördüm. 1750’den beri Alman çocuklarına bir efsane anlatılır. Kral değirmenin eşiğindeki arazileri satın almış ve büyük bir OrmanBahçe yaptıracak, o ormanı seyretmek üzere de mütevazı bir saray inşa ettirecektir. Fakat değirmen küçük bir tepenin üzerindedir ve o orada olduğu müddetçe kralın sarayına tepeden bakacaktır. Kralın adamları değirmenciye giderler ve satmasını söylerler. Değirmenci satmak niyetinde olmadığını söyler. “Buna nasıl cüret edebilirsin” derler kralın adamları; uzatmayalım, değirmenciyi kralın karşısına getirirler. Değirmenci istifini bozmadan krala: “Sen kral olabilirsin ama Berlin’de de hâkimler var” der. Bu söz Hukuk tarihine geçmiştir ve seçkin Hukuk fakültelerinde okutulur. Kral artık değirmenci ile dost olmuştur. Değirmenci: “Hey Frederik ekmek sıcak, göndereyim mi?” der krala. Kral ile birlikte kahvaltı yaparlar. Kralın sözü de ilginçtir: “Benim ülkemde adalet her sabah şu sıcak ekmeğin kokusu gibidir.”

Ormanın su döngüsünü anlayan ilk topluluklar bizim coğrafyamızda görülür. Mezopotamya ve Anadolu…

Hidrolik mühendislik ile yeşilin muhafazası ve geliştirilmesi MÖ 10 binlere tarım devriminin ortaya çıktığı asırlara kadar uzanır.

Siyasetin ve teknolojinin, çevre politikası açısından merkezi önem taşıyan çeşitli sektörleri içinde, ormancılık ve hidrolik mühendislik, ta geçmişe dek uzanan tarihsel bir bilinci haizdir. Ormancıların tarihsel bilincinin kilit bir hadisesi, 18. yüzyıldaki sözde büyük odun kıtlığı krizidir, öyle ki bu hadiseden doğan modern ormancılık şeklinde devam eder efsane, önce Orta Avrupalıları sonra da insanlığın geri kalanının büyük bölümünü kurtarmıştır. Bu kitap, bu sava tekrar tekrar eleştirel bir gözle bakmıştır.

Hidrolik mühendislerin tarihsel tablosu, iki yüz ya da üç yüz yıl önceye değil, beş bin yıl öncesine, ta Antik Mısır’a ve Mezopotamya’nın en eski kültürlerine dek uzanır. Hidrolik mühendisliğinin, insan kültürünün asli bir temeli oluşundan şüphe duyulmamasının nedeni budur, bu da, çok fazla hidrolik mühendislik diye bir şey olmadığı, zira bu bağlamdaki her türlü büyümenin kültürün ilerleyişini temsil ettiği sonucuna götürür. Aynı zamanda, insan hidrolik literatürde ürkütücü bir şizofreni olduğunu tekrar tekrar tespit edebilir: Bir yanda, devasa su projeleri ile göz kamaştırıcı bir büyüleyicilik; diğer yanda, ekolojik çağdan çok daha önce, bariz bir çevresel farkındalık, özellikle de ormanın su döngüsü açısından önemine ilişkin bir farkındalık.

Güç Politikaları ve Kraliyet Ormanları: Tarih boyunca büyük ormanlar ve veya bahçeler kralların, hakanların, padişahların güç politikalarının ve egemenlik göstergelerinin bir yansıması gibi değerlendirilmiştir. Doğudan Batıya kadar iktidarın saray yanındaki büyük yeşil ve ilginç kudret gösterisi ortaya koyan bahçe ve orman peyzajı tarihteki en somut ve en estetik egemenlik nişanesidir.

Güç politikalarının ve ekonominin çekicilikleri vardı hiç kuşkusuz, ama hepsi bu kadar değildi. Milliyetçilik, bir ulusun bütün mensuplarına, kendine ait olarak tanımlayabileceği küçük bir toprak parçasın ötesinde, o kişinin hayali mülkü olarak muazzam bir toprak ve dolayısıyla bu toprağa somut biçimde iştirak etme hakkı vermişti.

Bu haliyle, özel aidiyet algısını, başka hiçbir koşul ya da beklenti olmaksızın, bir insanın sadece doğum veya evlilikle ait olduğu aileyi andırır. Kişinin belli bir dine veya gerçek deneyimine aykırı bir şeye inanması gerekmiyordu; ortaklığın bir parçası olarak tasavvur edilen maddi varlığının bir sonucu olarak “öylece” öz milletine ait oluveriyordu. Burada milliyetçilik, bütün idealist duygulandırma yeteneği için kösnül bir altyapıya sahipti, böylece içsel ve dışsal tabiat arasında bir birlik yaratıyordu.

 

Ormanın Sosyal Psikolojisi

Bu anlayış milli bir doğaya, memleketteki ve insanların içindeki “doğaya” dair belli fikirlere sahip olmayı gerektirir. “Das ist des Deutschen Vaterland, / Wo Eide schwört der Druck der Hand, / Wo Treue hell vom Auge blitzt, / Und Liebe warm im Herzen sitzt/ Das soll es sein!” [Bu Alman’ın atayurdudur/ El ele yemin edilen yerdir/ Sadakatin göze ışıldadığı yerdir/ Ve aşk kalbe sıcacık yerleşir/Ve öyle de oldu!] diye yazıyordu Ernst Moritz Arndt. Ona göre “Almanlar” samimi, sevecen ve yapmacıksızdılar; aşkta hesap yapmazlardı. Rousseau’nun doğa idealinden hiç de uzak olmayan ve son tahlilde, karakterleri de aşan uluslarüstü bir doğallıktı bu.

Johann Gottfried Herder 1765’te Letonya’da, Letonyalı kadın ve kızların yanan katran varilleri altında yabanıl danslar edip şarkılar söylediği bir güneş festivaline tanık olduğunda, Friedrich Meinecke’nin yazdığı gibi, “ilkel insanın şarkı söyleyişi ve dans edişi”, cisimleşmiş bir algı ve doğal milli karakterin modeli haline geldi.[8]

Cınıvız da ormanlarında nefes aldığında şarkı söylüyor, otlarına uzanıyor, ufuklarında ve karanlığında kayboluyor; kâh korkuyor, yine ormana sığınıyor, kâh ormanın derinliklerinin verdiği güvenle bu toprakların sihirli yaratıcılığına güveniyor, kendini buluyor.

Hatta doğa ile bütünleşmiş, yaşadığı coğrafyayı kendi organizması içinde hissetmiş insanların oluşturduğu topluluk millettir Cınıvız’a göre. Bu toprakların biraradalıklarının üstünde sosyoloji tanımamaktadır Nihat.

Doğa ve İktidar adlı eserinde de yazar aslında Cınıvız’ın tabiatına tercüman olmaktadır:

“Millet söz konusu olduğunda doğa ikircikliydi. Bir bakış açısından, insanların hepsi tabiat itibariyle aynıydı ve hatta egzotik bir kabuk altında bile bulup bulabileceğimiz sevgi ve acının benzer temel görüngüleriydi. Öte yandan, doğa tek tek insanları ve halkları çarpıcı farklılıklarla donatmıştı.” [9]

İklim, peyzaj ve yaşam biçimi sonucunda ortaya çıkmış olan kavim ve ırk çeşitliliği, Antikçağ’dan günümüze dek seyahat notlarının bitmez tükenmez bir konusu olagelmiş; sayıları giderek artan araştırma, keşif ve bilgilendirme yolculuklarıyla ilk ilgi patlaması dönemini, erken modern çağın başlangıcında yaşamıştı. Bu yıllar, “doğa tarihi” disiplininin ve belli bir bölgedeki flora ve fauna betimlemesinin doğduğu yıllardı: Thomas Elyot 1531’de “İnsanların, hayvanların, kuşların, balıkların, ağaçların, meyvelerin ve şifalı bitkilerin çeşitliliklerini seyretmekten”, “insanların türlü türlü isimlerini ve yaşam koşullarını ve onların doğalarının çeşitlerini tanımaktan ne kadar olağanüstü bir haz alındığını” yazıyordu. Bununla birlikte, Alman peyzajından, Fransa’dan farklı bir Alman mizacı bile çıkarsamak kolay değildi: Her şeyden öte, Alman peyzajı, Kuzey ve Orta Fransa’daki peyzajdan çok da farklı değildir.

Norveçliler gibi bir halk, bu bağlamda bunu daha kolay yapmıştır. 1814’te Danimarka’dan ayrıldıklarında ve neredeyse kendi ulusal kimliklerini hiç yoktan var ettiklerinde, kendilerini, ağaçsız düzlüklerin halkı Danimarkalılardan farklı olarak, ormanın ve dağın Kuzeyli [İskandinav] halkı diye tanımlamışlardı. Bu örnekte, ulusal doğa peyzajı neredeyse önceden hazırdı ve Norveç’in uzun kış mevsimlerindeki “açık hava kültürü” olan kros kayağı sayesinde tecrübe edilen bir olay haline geldi. Bu kuzeylilik unsurunda çok daha güçlü bir gerçek ve Almanya’da olduğundan daha az ideoloji vardı.
Bu arada, 18. yüzyıl İngiltere’si, tüm araziyi debdebeli bir bahçeye dönüştürme yaklaşımının doğuşuna tanıklık etti. Tabii ki bu, Fransız mutlakiyetçiliğinin yapma parklarının tersine İngiliz tarzında bir doğal bahçe olacaktı. Bu örnekte ulusal doğa, uygulamayla yaratılması gereken bir şeydi. Alexander Pope “Burlington’a Risale” (1731) şiirinde, Stowe’daki arkadaşı Lord Temple’ın, ilklerden olan peyzaj bahçesini Versay’ın bir karşıt örneği, kulluk etmek üzere doğmuş Fransız ulusunun tersine Britanyalının doğuştan gelen bağımsızlık arzusunun ifadesi olarak methediyordu.

Fakat Fransa’da bile, yeni özgür doğa rüyası yeşermişti. Her iki ülkede de Arkadyan şiirin esin kaynağı otlak peyzajı idi. Bununla birlikte, William Blake 1804’te, bir vakitler “Tanrı’nın kutsal kuzusunun” yuvası olan “İngiltere’nin latif otlaklarının” “karanlık şeytani değirmenler” tarafından deforme edildiğini görmüştü.[10]

 

Ülkeyi Büyük Bir Bahçe Olarak Tasavvur Etmek

Goethe döneminin öncü Alman bahçe kuramcısı Christian Hirschfeld tarafından bir “Alman bahçesi” tasarlanmıştı, gerçi bunu uygulamada değil sadece kuramda yapmıştı. Parkların halka açılmasını isteyen ilk kişilerden biriydi. Parklarda “belli bir ormanımsı” niteliğin bulunması gerekir; yani bahçe ideali, yabanıllık idealini bütünüyle dışlamamıştır. Bu bahçeler, “bütün arzuların sakinleştiği”, ruhun sağlığına kavuştuğu yerler haline geldi. Hirschfeld ayrıca, “Fransızlar içindeki” şehveti dürtüklemeye takmış “büyük alçaklığa” verip veriştiriyordu. Fakat bir romantik olan Ludwig Tieck, Hirschfeld’in bahçe ideolojisini daha o zaman gülünç buluyordu. Fuldau bahçe mimari Gustav Vorherr, 1808’de, Almanya’nın Güzelleştirilmesi Üstüne makalesinde, “Almanya, Almanya’nın tamamı bir büyük bahçe!” sloganını türetmişti. Vorherr’in nihai hedefi, “dünya olan büyük yapıyı güzelleştirmek” ve bu şekilde insanlığı arileştirmekti.

Modern çevre politikasının kıymeti bilinmemiş bir kaynağı, peyzaja doğru yayılmış bu bahçe yapım projelerinde aranmalıdır. Rita Gudermann’ın bize hatırlattığı gibi, 18. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın ortasına dek “Almanya’nın tamamı bir büyük bahçe!” sloganını benimsemiş bir “arazi güzelleştirme hareketi” var olmuştur ve estetik olan ile ekonomik ve sosyopolitik açıdan faydalı olanı yurtseverlik bayrağı altında birleştirmeye çalışmıştır. Ian Tyrrel, Kaliforniya’da ve Avustralya’da, modern çevre hareketinin unutulmuş öncüleri olarak benzer hareketler tespit etmiştir.

Yine de, Alman ulusal doğa romantizminin doruk noktasında bile, Alman doğasının ne olduğuna karar vermek zor olmuştur. Yeni İngiliz bahçe doğasının bir çeşitlemesi miydi? Friedrich Ludwig von Sckell, 1804’ten itibaren Münih’teki Isar çayırlıklarındaki İngiliz Bahçesi’nin kurulmasına nezaret etmişti. Kimileri bunu “Alman ruhunun ifadesi” olarak methetmiş; kimileri ise sıkıcı bulmuştu. Riehl, “zincirlenmiş”, yürüyüşçünün girmesini önleyecek şekilde çitle çevrilmiş İngiliz parklarından küçümseyerek söz etmiş, Alman hürriyetinin doğal temeli olan “özgür ormanı” yüceltmişti. Peki ama hangi orman?
Milli doğayı ortaya çıkarma ya da baştan kurma girişimlerinde ortaya çıkan güçlükler çok çeşitli olabilir. En nihayetinde, doğa daima, bitmek bilmeyen bir karmaşıklığın toplamıdır, bu da gözlemcileri, Alman doğasını daha en baştan çok katmanlı bir şey olarak düşünmeye mecbur bırakma açısından olumludur. Wilhelm Heinrich Riehl için, Alman doğası tarihin izlerini taşır, ama kesinlikle her açıdan üstün değildir: Her ne kadar, Riehl’in kendisinin de memleketi olan Mittelgebirge Almanya’nın eski kalbi olsa da, Riehl burayı arazi bölünmesi ve aşırı ekim nedeniyle halsiz düşürülmüş bir yer olarak görür; öte yandan, ona göre, dayanıklılık için gerekli kaynaklar sadece Kuzey Almanya’da ve Güney Almanya ile Avusturya’yı kapsayan geniş bir bölgede bulunur.” Bununla birlikte, Almanya’nın doğal olarak üçe bölünmesi, yapısı itibariyle hiçbir biçimde bir üçlülük [teslis] oluşturmaya elverişli değildi.

Bunun tersine, halka mal olmuş ve yüksek duygular aşılayan milli doğa, kendini gerçek doğayı stilize eden ve onun sadece belirli unsurlarını kullanan resimlerde sunuyordu. Belli peyzaj türlerinin korunmasını gerekçelendirme çabasındaki doğa ve peyzaj korumacıları da, çoğunlukla doğayla ilişkilendirilmiş resimsel nitelikten medet umuyorlardı. Milli doğaların ortaya çıkışı en erken ve en açık biçimde, geniş bir tüketici kitlenin zevkini yansıtan peyzaj resminde görülebilir. Başlangıçta, Hollandalıların ülkelerini denizden kazandıkları ve sürekli suyun tehdidi altında olan bir yer olarak tasvir ettiklerini görürüz. Eski Hollandalı peyzaj resmi İtalya modeliyle benzerliğini kopardığında, dağların ve vadilerin pitoresk romantizminden vazgeçtiğinde, kendine su ve bulutlardan ve kış mevsiminin hoşluklarından geniş bir alan oluşturdu. Bütün bunlar vahşi doğayı içeriyordu; halbuki Hollanda İtalya’ya kıyasla daha fazla ekilip biçilmiş vaziyetteydi. İtalyan kırlarına tezat olarak, Kuzeyli bir nitelik taşıyan ve çoğu, en başta Kuzeyli ressamların hayal gücünden kaynaklanmış olan milli peyzajlar yaratma eğilimi Almanya, Rusya ve İskandinavya’da da vardı.[11]

 

Alman Peyzajı

Bir insanın, milli doğayı somut ifadelerle nasıl tasavvur etmesi gerektiği sorusu, özellikle orman bağlamında, tartışmalı bir soru olagelmiştir. Yine de yanıt, günümüze dek, Almanya’ya kıyasla çok daha fazla bir geniş yapraklı ormanlar ülkesi olarak kalabilmiş Fransa’da oldukça açık gibi görünmektedir. 19. yüzyılın ortalarında, Fontainebleau Ormanı’nın kıyısındaki Barbizon Ressamlık Okulu, geleneksel otlak ekonomisi tarafından yok edilmiş olan karışık geniş yapraklı orman bölgesinde, iğne yapraklı ağaçlandırmaya karşı örgütlü ve etkin bir mücadele vermişti. Bu okul, empresyonist açık hava resminin başlangıç noktasıdır, ormana, stüdyo ressamlarının duyduğundan daha çok gereksinme duymasının nedeni de budur; hatta 1860’ta, bilhassa sanatsal amaçlarla bir doğa koruma sahasının oluşturulmasını kabul ettirmiştir. Bu, Fransa’da peyzaj koruma adına yapılmış ilk eylemdi. Fransa’nın tersine, Wilhelm Pfeil’in vurguladığı gibi, Alman ormancılığı “tamamen Almanya’nın farklı eyaletlere ayrılmış olmasının bir ürünüydü,” “Alman” ormanı diye bir şey tanınmamasının nedeni de budur, en azından şu anda.
Caspar David Friedrich, Özgürlük Savaşları’nın etkisi altında yapılmış olan “Ormandaki Avcı” resminde, Gotik bir katedrali andıran, iğne yapraklı kesif bir koru ormanı tasvir etmişti; Alman ormanının somutlaşmış hali olarak, bu orman Fransız davetsiz misafiri yiyip yutuyordu. Köknar, 19. yüzyılda, Almanların Noel ağacı olarak muteber hale gelmişti. Gerçi Almanların çoğu yazları, karışık geniş yapraklı ormanı tercih ediyorlardı; polen bilimcileri, bu tip ağaçlıkların, Almanya’nın pek çok bölgesindeki doğal bitki örtüsü olduğunu 20. yüzyılda doğrulamıştı. Bu esnada, polen bilimi, “doğal” ormanı oluşturan tür silsilesinin yayıldığına ilişkin kanıtlar sunuyordu: Polen bilimi Son Buzul Devri’nin öncesinde, daha sonra buzul tarafından güneye sürüklenecek pek çok türün Almanya’da yerli tür olduğunu ortaya çıkarmıştı. Almanya’da ve Fransa’da 1800’den sonra ormancılar arasında tam anlamıyla hizipleşmeye yol açan en meşhur anlaşmazlık, Kuzey Amerika Douglas köknarının Avrupa’ya getirilmesiyle ilgiliydi. Bununla birlikte, polen analizleri, Douglas’ın atalarının Avrupa’da önceden var olduğunu ve ancak Buzul Devri sırasında yok olduğunu ortaya koydu.

Bazı doğa korumacıları, geniş yapraklı ve iğne yapraklı ağaçlardan oluşan karışık ormanı “halis muhlis Alman” (urdeutsch) diyerek övüyordu. Yine de, iğne yapraklı ormanların baskın olduğu yerler aslında tamı tamına Avusturya Alpleri ile Prusya’nın iç bölgeleri idi. Nazi döneminde, geniş yapraklı ormanları korumak üzere Deutsche Heimatbund bünyesinde bir komite oluşturuldu ve 1941’de bir bildiri (memorandum) ile kamuya duyuruldu. Bir şair şöyle yakınıyordu: “O deutscher Wald, o Buchengrün / Und Kraft der starken Eichen / O deutscher Wald, du sinkst dâhin / Von deines Würgers Streichen!” [Ey Alman ormanı, ey huş ağacı yeşili ve de yaman meşelerin gücü/ Ey Alman ormanı, yere indirdi seni celladının darbeleri!]. Komite, Hitler’in “halkımızın güç ve kuvvet kaynağı olan Alman peyzajının”, “bedeli ne olursa olsun korunması” gerektiği yönündeki beyanlarından güç aldı. Ancak eylemciler, “gerçek bir Alman peyzajının” geri getirilmesinden evvel, öncelikle “eski ormanın ne olduğunu tespit etmenin” ve bunu mevcut beklentilerle örtüştürmenin gerektiğini kabul edecek kadar dürüsttüler. Bildiriyi destekleyen sözler kalabalığı içinde, ulusal gerekçenin ekolojik ve hidrolojik gerekçelerin tamamen gerisinde kalması kayda değerdir; üstelik 1941’de! Ve bütün bunlara rağmen, özellikle “Alman” olan bir orman varsa, o da aslında, huş ağacı ormanıdır.

Popüler Alman edebiyatının orman romantizmi -ister Ludwig Ganghofer’in Schweigen im Walde’si [Ormanda Sessizlik], ister Peter Rosegger’in Waldbauernbub’u [Orman Çiftçisinin Oğlu] ister Heinrich Hansjacob’un Waldleute’si [Orman Halkı] olsun- baskın biçimde, ulusal değil, bölgesel karaktere sahiptir: Bu, Alpler’in ve Kara Orman’ın Heimat edebiyatıdır. Kuzey Almanya’da, en tutkulu doğa romantizmi, insan kökenli ormansızlaşmanın bir sonucu olan, fakat Hermann Löns ve onun hayranları için muhteşem yabanıllığın simgesi haline gelen Lüneburg Fundalığı’na odaklanmıştır.
Riehl için Alman doğası, yani orman yabanıllığı, her ne kadar “doğa karşıtı” pek çok kuvvetin tehdidi altında olsa da onun zamanında hâlâ mevcut olan bir peyzajdı ve çok yaygındı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonlarında giderek artan sayıda karamsar, mevcut durum ile en eski Alman doğası arasındaki mesafenin daha önce hiç olmadığı kadar büyüdüğüne inanıyordu. Ludwig Klages 1913’te, “Cermenya faunasının” neredeyse bütünüyle tahrip olduğunu düşünüyordu. Ötücü kuşlar bile “yıldan yıla” azalmaktaydı. “Sadece bir insan ömrü kadar öncesinde” diyordu Klages, “yaz mevsiminde, mavi gökyüzü şehirlerde bile kırlangıçların pır pırlarıyla doluydu”; şimdi ise, “taşrada dahi ürkütücü bir sessizliğe” dönüşmüş halde. Burada, daha o zamandan -küresel bir perspektiften-Rachel Carson’un 1960’larda ABD’de toplumu telaşa düşüren “sessiz bahar” tasavvuruna rastlarız. Bu iç karartıcı senaryoya karşı, o dönemde yeşermeye başlayan “doğa koruma”, geride kalan küçük alanların korunması haline dönüştü. Böyle olmak zorunda mıydı? Özellikle de en tutkulu korumacılar sıklıkla, (sözde) el değmemiş doğanın dışında korunmaya değer çok şey olduğunu, hatta yeni şeylerin ortaya çıktığını görmekte başarısız olmuştu. Örneğin 19. yüzyılda, bozkıra özgü küçük bir kuş türü olan tepeli toygar, yolunu, giderek büyüyen “ekili bozkırlarda” kendine habitat bulduğu Almanya’ya çevirdi.

19. yüzyılın sonundan başlayarak, doğa koruma ve Heimat muhafazası -bu ikincisi, geleneksel kırsal mimarinin ve köy görünümünün muhafazası olarak anlaşılmaktadır- Almanya’da yakın bir dayanışma içindeydi, benzer biçimde Fransa’da da. Bu iki girişim arasında bir gerginlik tespit etmek olanaklıdır: Heimat, yuvanın emniyetine duyulan arzuyu yansıtır, “doğa” ise özgürlüğe arzuyu. Fakat bunun mutlaka bir çelişki olması gerekmiyordu. Avrupa koşullarında, bu ikisini birleştirmek anlamlıdır, zira yabanıl denilen sahalar çoğunlukla eski otlak bölgeleridir. Her iki arzu da bölgesel peyzaj imgelerinden beslenir: İnsanlar her ne kadar “Alman Heimat’ından” söz etseler de aslında çoğu zaman en yakınlarındaki, en tanıdık çevrenin Heimat’ından söz ediyorlardı. Alman doğa ve Heimat koruma hareketinin gücü büyük ölçüde bölgesel birliklerde yatar.
Bu hareketler ile İmparatorluk Almanya’sının siyasi elitleri arasındaki ilişki karışıktı. Çoğunlukla, taleplerinin yetkililer ve sanayi tarafından görmezden gelindiğinden acı acı yakınıyorlardı. Diğer yandan, en yüksek mevkilerle bağlantı kurma konusunda da sıkıntıları yoktu. Ve ilke olarak, doğayı ve Heimatı koruma arzusunun onurlu ve desteklenmeye değer olduğu konusunda geniş mutabakat vardı. Devlet Doğal Anıtları Muhafaza Dairesi (Staatliche Stelle für Naturdenkmalpflege), Prusya Kültür Bakanlığı eve Hugo Conwentz’in yönetiminde 1906’da kuruldu; bilindiği kadarıyla bu tarihte, doğanın korunması için kurulmuş ilk bağımsız resmi birimdi.[12]

 

“Çölleri avlu yapan Dicle”

Mesela Dicle’yi anlatırken onun Anadolu dağlarındaki ormanlardan süzülüp geldiğini bilir Cınıvız. Ne kadar Ortadoğu ortaklığı üzerine kalem oynatsa da Anadolu’daki dağların ormanlarından annesinin saçlarını tarayıp indirmiştir Dicle…

Ama Dicle başka…

Sanki Dicle, kanımın şırıltısı. Buz kesmiş kıpkırmızı karpuzların tam içi. Kurumuş su otları.

Kirpikleri sarı sarı, alnı kınalı.

Gözleri kömür kömür, kokusu annemin saçları. Maden suyundan bir tarak gibi dağların ormanlarını tarayıp indirmiş. Sessiz sessiz çölleri avlu yapmış, süpürmüş, saç üstünde yufka açmış, çalıdan çöpten hayat kurmuş, ağır ağır akmış, küçücük kuş yuvası gibi kasabalar yapmış. Çok yokuştan dökülmüş. Şimdi nasıl yumuşak, çadır bezi gibi dümdüz akıyor. Yumuşak, uysal parmakları çöllere dokundukça ağlıyor.”

Cınıvız’ın rüzgârlarında yazdığım gibi rüzgârı anlatırken de ormanı anlatmadan olmaz.

Rüzgâr adlı deneme-hikâyesine başlarken de rüzgârın müziği ancak ormanla notalara dökülebilirdi:

RÜZGÂR
Yüreğimiz ne zaman acı çekse, onu hatırlarız, çocukluk günlerini. Tepeye yakın ormanla kaplı bir köy evinde, karanlık bastıktan sonra. Kardeşim ve ben. Yatmamız için kalın kalın yorganlar ve ağır yün yataklar hazırlandı. Eskiden hep böyle olurdu; cam, çerçevenin bir tarafı, hep kırık veya yastıkla ya da kâğıtla kapatılmış. Dışarda rüzgâr ağaçları devirirken, bu cam aralığı, sabaha dek ürkütücü bir mızıka gibi durmaksızın, ruhumuzu titreterek çalardı.”

Anaç ormanı korkutan, sevindiren, harekete geçiren, yeni maceralara sürükleyen aslında rüzgârdır:

“Biz tam uyuyacağız, sanki canavar suratlı, balgama batmış yüzleriyle şekilsiz maymunlar gelip bizi boğacaklar, sanki bu yatakta, bu seslerle boğularak öleceğiz! Uzaklarda köpek sürüleri topluca havlıyorlar. Rüzgâr yüzlerce baltasıyla ormana girmiştir. Helva gibi, şarap gibi uzun akşamın renkleri sona erdi. Küçücük sarmaşıklar, gün boyu ip atlar gibi neşeyle rüzgârla oynaşmaktan çoktan bıktı. Şimdi, korkuyla ağaçların kalın gövdelerine diş geçirerek sıkıca tutunmaya başladılar. Rüzgâr, karanlıkla sarmaş dolaş elinde kapkara baltasıyla kol gezdikçe ormanda, dallar, ağaçlar, minicik sarmaşıklar, işte asıl şimdi, birbirlerine daha yakınlaşır, kucaklaşmak isterler, minicik renkli yüzlerce morlu çiçek, karanlığa gömülürken, sanki cıvıltılarla dolu yüzlerce çirkin çocuk çığlığı perde perde yükselir…” [13]

Canetti’nin anlattığı gibidir. Rüzgâr yüzlerce baltasıyla girmiştir içerilere…

Cınıvız’ın ormanları rüzgârın baltalarına maruz kalır; rüzgâr bazen ekinleri salladığı gibi ormanların ağaçlarına kâh derin homurtular kâh anlamlı nameler katar, fakat bir de baltaya dönüştüğünde tarumar eder.

Cınıvız’ın ormanlarından bazıları Akbelen’dedir, Kaz Dağlarındadır; vahşi madencilerin yakıp, kesip yok ettiği yerlerdedir. Cınıvız, Kemaliye’nin dağlarında, Kaz Dağlarında, Akbelen’de ülkeyi katletme pahasına madenlerimizi çıkarıp kaçıranlara nefretini haykırır.

 

Çorak ülkenin bittiği yer

“Fakat sun’î çevrenin kendi hayat tarzını sürdürmek aşkına dünyanın kalanı üzerine uyguladığı yegâne çarpıtıcı güç bu şimdi iyi bilinen kirlenme biçimleri değil. Yabanıl Alaska tundrası boyunca uzanan tek bir petrol boru hattı onun tüm ekolojisini (tahripkar bir şekilde) şehirsel-endüstriyel ihtiyaçların emrine râm etmesine kâfi gelir. Sao Paulo’dan Brasilia’ya kadar inşa edilen tek bir süper-otoban topyekûn bir yağmur ormanını kendi özerkliğinden yoksun bırakır. Halen trans Amazon otobanı sınırındaki toprak ticari ve şehirsel gelişme için işaretlenmiş durumda; hayvanlar öldürülüyor veya sürülüyor, yerliler de bulaşıcı hastalıkların stratejik kullanımını da içeren yöntemlerle resmi politikaya uymaya icbar ediliyorlar. Gerçek şu ki herhangi bir yerde kaynakları birinin endüstri veya emlak ajandasında takvime bağlanmamış pek az yabanıl alan kalmıştır; hâlihazırda, şehrin ihtiyaçlarına göre, borular ve kablolarla döşenmemiş veya hava trafiği yolları ile bir uçtan diğerine çiziktirilmemiş olanı ise çok azdır.” [14] s.45,46

 

Ormanın Tahribatı

Açlıktan muzdarip bir insanlık için, açları besleyecek yeterince toprak ve kaynak bulunmadığı kolay faraziyesi ile elem duyanlar yerel süpermarkete özel bir ziyarette bulunmakla iyi ederler. Alışveriş yapmak için değil, önlerinde gördükleri ve her zaman tabii addettikleri şeyleri gözlemlemek ve üzerinde düşünmek için. Orada bulunan tütünü, çayı, rafine kamış şekerlerini, parlatılmış pirinci, dondurmaları, şekerlemeleri, kurabiyeleri, gazozlu içecekleri, oradaki binbir çeşit besleyici olmayan lüks maddeleri üretmek için dünyadaki toprak ve emeğin ne kadarı israf edildi? İçki olan tahıl; şurup ve çeşni katan maddelerle dolu kutulara ve kavanozlara konularak bütün besin değerini kaybeden meyve ve sebzeler; çeşitli türden çipler, krakerler, krançiler ve tatlı şeyler haline gelen patates ve mısır; içinde paketlendikleri kutudan daha az besleyici olan (bu bilimsel bir gerçek) ilginç kahvaltılıklar halini alan tahıllar; beyaz ekmekler ve pasta unu haline gelen buğday… Kaç tane orman yokoldu bu beslemeyen besinleri paketlemek için? Ne kadar kaynak gitti onları taşımaya ve işlemeye? (Ve besleyicilik ne kadar azsa, işleme o kadar çok.) Ne kadar vasıflı enerji onların reklamına ve ticaretine gitti? Marketlerimizde dururlar, o gösterişli bir şekilde ambalajlanan ve sonra da hayat pahalılığı diye şikâyet ettiğimiz o alımlı fiyatlara satılan, sıra sıra üstüne, koridorlar boyunca duran sıfır beslenme değerli gıdalar. Onların ne kadar yer işgal ettikleri ve diyetimizin ne kadarını oluşturdukları şaşırtıcı değil mi? (Deterjanların, kağıttan mamul lüks maddelerin, kozmetik ve tuvalet malzemelerinin işgal ettiği yeri çıkardığınızda, çoğu süpermarketten geriye ne kalırdı?) Ve daha ne kadar çok toprak kullanıldı bizim müsrifçe (ve besleyicilik bakımından verimsiz) et yeme alışkanlıklarımızı destekleyen hayvanların beslenmesi ve otlatılması için? Bu sahte yiyeceğin ne kadarı bilahere atmak için pahalı bir jimnastik salonuna katılacağımız yağın üzerine yığılmaktan başka bir şey yapmaz?

Kaç tane orman yok oldu, insanı besleyemeyen saçma sapan raf ömrü uzun paketlenmiş gösterişli gıda kılığına girmiş biskevitler için…

 

Ormanın Cınıvız’ı

Radkau’nun anlattığı ormanı vatan olarak içselleştirmiş insan motifi Cınıvız’ın suretinde ifadesini bulur.

“Ben Maçkalıyım. Orada kara ormanlar var. o kara ormanlarda ladin ağaçları var. Biz oralarda büyüdük. Sabahlara kadar fırtınalar, korkunç yağmurlar… otuz santimlik ladin fidanını kimse söküp atamaz.”

Maçka’yı sorarsanız, onu da Veryansın’da bir güzel anlatmış:

“Yıllardır yaylalarımızı anlata anlata kafasını nasıl yemişsem arkadaşımız Serkan Öz yıllardır yalvarır durur ‘abi Maçka yaylalarına ne zaman çıkacağız’!

Konferanstır, kitap imzasıdır, sömürge şirketlere karşı köylü direnişidir ve gündelik yazı çizi konuşma işleri, derken, bir türlü fırsat bulamadık ve nihayet bayram trafiğine kalmadan bayram öncesi fırladık gittik!

Google’dan bakarsanız Maçka’nın iki bin metre yükseklikteki eşsiz yaylalarını ve yollarını ve konaklama imkanları bilgilerini bulursunuz!

Serkan beni Çorum’daki köyüne defalarca götürdü! Orta Anadolu’nun köyleri bozkır başka güzel!

Ancak gitmemiş görmemiş bir insana uzaktan Karadeniz koylarını ve eşsiz güzellikteki ormanlarımızı anlatmak fotoğrafla resimle yazıyla mümkün değil!

Fatsa Perşembe sahilinde ünlü Karadeniz Sahil Yolu’nun coğrafya katliamından kendini zor kurtarmış bakir kalabilmiş birkaç koyunda duraklayıp ‘şimdi gördünüz mü Karadeniz neymiş’ dedim!

İlk defa gören her insan coşkuya kapılıp aşka geliyor!

Sahil boyu çirkinliğine küfretmekten yorulduğumuz çok katlı biçimsiz binalardan sonra elde ayakta üç beş tane kalmış tabiat harikası koyları görmek insanı sevinçten uçuruyor! Bir daha gelelim, gelecek sene daha uzun gelelim, diye söz verip tadına doyamadığımız koylara veda ediyoruz!

Gündelik telaşla üstünü örttüğümüz insanın unuttuğu insanın derinlerindeki sanata felsefeye ve Tanrı’ya giden yol, hepimiz için, bu eşsiz doğa güzellikleri karşısında içimizde patlayan coşkuyla başlar!

İki yüzyıldır kalkınmayı yol ve inşaat diye algılamış çok büyük bir yıkım ve facianın içinden geçiyoruz!

İlk gençlik yıllarında bizi kanatlandıran bizi kudurtup delirten sarhoş eden aklımızı alan güzelliklerin içinden geçiyoruz!

Doğanın muhteşemliğiyle karşılaşmayan hiçbir insan ruh iklimini bulamaz!

Estetik haz açlığı yaşamayan hiçbir insan toprağına gezegenimize coğrafyamıza derin ve soylu bir saygı ve sorumluluk duymaz!

Ruhumuz doğanın güzellikleriyle hayrete düşmeden ferahlamadan doğaya saygı ve sorumluluk ve ahlak edinemeyiz!

Kalabalıktan kopun ve gidin ve bir sigara içimi eşsiz doğa karşısında kıblenizi bulun!

O milyonlarca çirkin bina ve doğa harikası koyların üstünü betonla örtüp cetvel gibi dümdüz yapan siyasiler ve şirketlerin sahiplerine ağız dolusu küfredin!

Çocukluklarında bir gün olsun o koylarda neşeyle çığlıklar atmış olsalardı bu kadar büyük doğa katliamına izin vermezlerdi! Neyi yıkıp neyi parçaladıklarını bugün bile bilmiyorlar hala konunun farkında değiller!

Bu denli gözü kararmış ihaleci ve tarikatçı ve siyasetçinin doğanın güzelliğiyle terbiye edilmiş bir çocuklukları olsaydı bu imha savaşı bu doğa katliamına canavarca girişmezlerdi!

Geçen senelerde ziyaret ettiğimiz biricik arkadaşımız Yeniçağ yazarı Arslan Bulut’un Maçka’daki Ocaklı Köyü’ne vardık!

Arslan Bulut ormanlar içinde bahçesi ve kuzine sobası ve etrafı yemiş ağaçlarıyla dolu her insanın hayalini kurduğu bir dağ köyünde yaşıyor ve hastası olduğum Tirebolu 42 çay kutusuyla karşıladı bizi!

Ve birlikte Figanoy Yaylası’na çıktık!

İki bin rakım seviyesinde, ıssız tepeler! Orman köylüsü hiç kalmamış! Dağ başlarında kuş çığlıklarının yalnızlığı! Yayla her Karadenizli için yaşam sevinci, bayramıdır, hayalidir!

Bir Karadenizli için yayla bütün günlük problemlerden kurtulma kaçma yeridir, türküsüdür, nirvanasıdır, ihtiyarlığını son günlerini beklediği yerdir, sonsuzluklara bakıp nihayet nefes aldığını yaşadığını insan olmak var olmak coşkusu ve saygısını tattığı yerdir!

Yaylanın sınır çizgileri yoktur, dağlar dağlar üstüne, gözleriniz alabildiğince yemyeşil ve masmavi ufuklardadır!

Bir Karadenizli hangi uzak gurbet diyarında yaşarsa yaşasın bir gün çekip gideceğim dediği bunalıp buralarda yapamıyorum deyip darlandığında, yaylaya gitmek, bu dünyaya tutunmak için kendini teselli ettiği son çaredir!

Hakikaten yaylada insanın ruh dengesini tedavi eden bir şey var!

Ormanlar içinde ormanlardan ve ormanların önündeki çayırlarda mor çiçekler açan orman gülleri (komar) ve zehirli çiçekleriyle ünlü zifin tarlalarından geçiyoruz, içimize bir hoşluk giriyor, virajlı orman yollarını döndükçe başka bir iklime yükselip başka bir kimliğe giriyoruz!

Yemyeşil ve dimdik ladin ormanlarının içinde mosmor komarlar ve sapsarı zifin tarlalarının muhteşem güzelliğinin seyrine doyulmaz, istisnasız bütün Karadenizliler bu iki çiçeğe aşıktır, gözyaşlarını tutamaz!

Yaylacılar henüz yaylaya çıkmamış, çıkanlar da çok az! Yayla evleri boş! Çocukluğumda bu yaylaların her yamacında arı kovanı gibi binlerce sığır görürdük!

Kemre, bizde hayvan gübresi, tezek demek, çocukluğumuzda yayla yollarında kemreye basmadan yürümek mümkün değildi, şimdi, onlarca kilometre yol alıyoruz bir tek kemreye rastlayamadık!

Nasıl bir hayatın içine düşmüşsek sığırımızın bokuna bile hasret kaldık! Yollarda kemre yok ama her taraf camii dolu! Kemre kokusu olmayan köy mü yayla mı memleket mi olur? Kemre kokusu köylünün parfümü, üniversitesidir, çiçeği çiçek yapan çimeni otu tarlayı besleyen!

Ne yani şampuanlar ve deterjanlar ve kozmetik ülkesi şehirde kemre kokusu olmadan huzur mu bulduk, başımız göklere mi değdi!

Figanoy Yaylası’nın en tepesindeyiz, diğer bütün yaylaları da kuş uçumu buradan görüyorsun! Uçmak için paraşüte ihtiyaç yok, melek uçuşundayız!

Aşağılar ve karşıki tepeler renk renk hayaller içinde! Sonsuz kat kat yükselen rüya gibi manzaralar içinde bir derin senfoni sessiz bir müzik var!

Aklımızı çarpan! İhtişamıyla bizi derin huşu içinde susturan! Tanrıların yaşadığı ülke!

Ağaçlar ormanlar çiçekler ve derinlik ve eğim oranları büyüleyici muhteşem tepeler; doğaya saygınlığını artıran kendinden geçme anları!

Aşağılarda beton içinde bu cennetten uzak yaşamanın derin üzüntüsü, yorgunluğun bir anda vücudu terk edip gitmesi, ebedi huzurun beyninizin derinliklerinden bir kuş gibi havalanması!

Bir kuş gibi çığlıklar attıran bir kuş gibi seni havalandıran seni aşka salan şey nedir?

Arslan Bulut, bize arkadaşlık ve mihmandarlık yapıyor! Ve bir ara dayanamayıp kollarını açıp dağlara döndü ve ‘insan ne zaman baksa kanat takıp uçası geliyor, insan kendini bu muhteşem manzaraya bırakmak istiyor’ dedi! İçimden Arslan’a, güzel kardeşim, yazılarındaki bu coşku, bu yorulmak bilmeyen kalemin, bir elli yıldır zaten o tepelerden hep uçuyor!

Güzel kardeşim, yolunu şaşırmayan kaleminin mürekkebini o yaylalarda doldurduk! Korkmayan, kurşun işlemeyen kalemimiz o yaylalarda dillendi ve bir daha susmadı! Susmak Tanrı’nın kutsal bağışı bu tepeler üstünde yemyeşil cennetlere ihanettir!

O çok uzaklardaki yayla dışarda değil bedenimizin beynimizin içinde bir rüya ülke, işte oradayız Kaf Dağı’nın arkası!

Yayla; Tanrı’yla aynı ev, aynı vatan, aynı mekân!

Yaylasız bir ülke, yaylasız bir beden, yaylasız bir beyin olamaz, yayla Türk milletinin kadim tarihlerden beri yurt dediği yerin adı!

Hani gözlerimizi kapatıp hayal edip daldığımızda zihnimizin uçup gidip kaybolduğu yer, işte burada canlı ve gerçek!

Uçsuz bucaksız tepeler üstünde kurulmuş hayalden tepeler!

Tımarhanemizden tedaviye geldik, zihnimizin bize rağmen kontrolden iradeden yasaktan kurtulup kaçıp uçup gittiği yere geldik!

Hani içip içip sarhoş olup sinirlerimizin en yumuşadığı korkunun ötelerin başka tür yolların açıldığı günahın ayıbın kalktığı en yüksek yere geldik!

Kendimize geldik!

Olağanüstü efsane bir filmin başrol oyuncuları gibi geldik!

Manzara ve sessizlik sizi onurlandırıyor ve hayatın merkezine koyuyor!

Deveden başka yükseklik görmemiş Arap turistler bu yaylaları görünce bu yüzden arşı alaya çıkmış gibi deli oluyor! Plastik şişeden başka su görmemiş Arap turistler deli dolu akan bu köpüklü coşkun dereleri görünce işte Kur’an’da anlatılan cennete düştük diyorlar!

Bir daha anladım ki insanın içindeki coşku; dışarıdan bir güzellik, dışarıdan bir beslenme, dışarıdan bir uyarılmadan öte insanın içindeki coşku, kendi benzerini kendi örtüsünü kendi şalını kendi iklimini kendi öz vatanını bulunca kendi kendini patlatıp patlatıp çoğaltıyor!

Şu ölümlü dünyada bu rengarenk muhteşem manzaraları gördüm ya, artık yaralı yorgun hiç değilim, gözlerim açık gitmez!

Gökleri derinlikleri, ormanları, ağaçları, yumuşacık çimenleri, tepeleri, ufukları kendine bu kadar yakın görmek, kendini var eden soyunu, aileni, doğayı ve Tanrı’yı görmek gibi!

Dokunmak gibi rüyalara!

Öyle bir yere çıktık ki her şey hakikat ve hiçbir şey yabancı değil!

Öyle bir yere geldik ki ufuklar bedenim!

Tepeler çayırlar kollarım!

Ormanlar gözlerim!

Öyle bir yere geldik ki güzelliğiyle kemiklerim tir tir titredi!

Neşe dolu bir insan girdi içime!

Ağırlığım gitti!

Görmeyi çiçekleri okumayı öğrendim!

Ellerim, kollarım, gözlerim kutsal bir tapınakta huşu içinde ibadet ediyormuş gibi uçtuk uçtuk!

Öyle yükseldi ki içimdeki adam herkesten, kraldan, padişahtan daha üstte bir adam oldum; kimdir nedir bizi yükselten, içimizde uçmayı kaçmayı bekleyen kimdir?

Gözlerim dürbünden daha net görüyor, parlıyor, kıvılcım kıvılcım renk renk çığlık çığlık çepeçevre başka bir çiçek türü! Koşup bütün insanlığa haber vereyim, Allahım bu ne güzel bitmeyen şarkıdır!  Acısız kinsiz çıkar hesabı yapmayan bir aleme düştüm, kollarım, ota böceğe yapışarak sarılan sarmaşıklara dönüştü!

Doğduğum yere, vatanıma düştüm!

Aştığımı sandığım içimdeki tepelerden daha yükseğine dilin kelimenin tariflerin bittiği ötelere düştüm!

Hiç pişmanlık duymayan, iyi ki geldik bu dünyaya iyi ki işte gördük diyen bahtiyarlığın, bütün insanlığın tek dilden konuştuğu ruh hamurumuzun yaratıldığı yere düştük! Doğanın güzellikleri bütün insanlıkla aynı dilden konuşur! Hani dibi görülmez derin kuyular vardır! Yaylalarda da üstü görülmez ufku bitmez yukarılara istikbale, beynimizin derinliklerine, göklere açılan teleskoplar var, bir bakış seyri dünyaya bedel, sanki buradan bakınca ilk çağlara Tunç Çağı’na kadar insanlığı alemi görüyorsun!

Ey insan evladı, yok olmamak istiyorsan, tabiatın muhteşem gücüne, ormanlarına, toprağına, ufuklarına eşsiz manzaralarına sarıl!

Yaylalar üstünde yaylalar, dönme dolaplar gibi! Bir dönme dolap sonunda sizi bindiğiniz yere indirir! Yaylalarda dönme dolaplara binenler bir daha çıktığı yeri bulamaz! Evsiz barksız kimsesiz olsanız dahi üstüne bastığınız toprağı size rüyalardan hayallerden ötelerden güzel aşık olduğunuz uğruna can verdiğiniz vatan yapar!

Figanoy Yaylası’na eli boş gittik bavulumuz tıka basa dolu döndük!

Ey Maçka yaylaları, nerede olsam, hangi sıkıntı hangi dert hangi hapishane kovuşu içinde bilemem ama elim kolum ayaklarım gibi hep bedenimin bir parçası gibi yanımda olacaksınız! Rüyaları hayalleri ufukları tepeleri ve bitimsiz coşkusunu tutkal gibi yapıştırdınız zihnime! Varlığımın en değerli mücevherleri! Herkesi kıskançlıktan çatlatan herkesin gözlerini parlatan boynumda asılı elmas kolyem! Vatan toprağım, gururum!

Gözle görülmez uçsuz bucaksız yükseklerin en yükseğine kurulmuş ilahi tapınaklarımız: yaylalar!

Nihat Genç’i vatanım bedenimdir diyen aşkın romantik üslubuyla bir ömür sarhoş eden, bu yaylaların çocuğu olmasıdır!

Biyografimi, insan özgürlüğü ve iradesini ve mucizesini ortaya çıkartan doğanın üslubunu mürekkep diye ruhuna bananların yanına yazın!

Doğada çirkin yoktur!

Rahmet ve coşku ve insanlığın kurtuluşu doğadadır!” [15]

Spinoza’nın “Tanrı doğanın kendisidir” sözünü de OdaTV’deki bir yazısında kullanan Nihat Genç’e göre Muhiddin Arabi’nin vahde-i vücut nazariyesi ile Spinoza’nın felsefesi yaratılmış ne varsa Tanrı’dan bir parçadır anlayışında birleşir.

Ormanın çalılarıyla bütünleşen saçları…

Karadeniz sahili topyekün kırılıp sökülüp cetvel gibi dümdüz hale getirildikten sonra doğrusu Karadeniz’den de Karadenizli olmaktan da sıtkım sıyrıldı ne gidesim var ne göresim… Ama bizim Maçka hala ormanlar içinde, yılda bir kez olsun o ormanların içinde kaybolmadan rahat edemiyorum, tapınaklarımız gibi…

Düştük yollara, üç saat sonra Maçka’dayım… Taksi tuttum, on lira tutar ağbi dedi, yok yok dedim arabanın geldiğini görür halam, arkadan gidelim, taksici, ağbi arkadan on-onbeş km. uzar, kırk lirayı geçer, geçsin .mına koyum, yayla yolundan inelim… Sen beni tepede bırak, ben yürüyerek inerim köye, dedim…

Taşları çimlenmiş eski bir değirmenin yanında bırakıp gitti taksici… Bir oturayım şöyle derenin kıyısında… Yarım saatte inerim aşağı, köye… Halamın türküleri geldi aklıma. Öyle türküleri var ki bir kitaba bedel: Yüreğum İnce İnce, Odunu Sür Ateşe…

Halam değil sanki İspanya’nın ünlü şairi Lorca..‘Ey benim yürecuğum, isli isli yanaysin, kendini çira gibi adamdan mi sanaysin..’

Değirmen yıkıntı taşları sarmaşıklar otlarla kuşatılmış… Sanki derenin çağıltısı değirmenin yerinde yeller esen bir taşı varmış gibi sesiyle hala döndürüyormuş gibi, sesler geliyor…

Hemen karşımda taşların yanı başında otlarını neşeyle yola yola bir inek… Oturup burada ineğin otları yoluşunu bin yıl seyretsem… Elli metre kadar var yok kapı önünde ihtiyar amca da göz ucuyla ineği takip ediyor, çok lezzetli bir saadetle… İhtiyar amca evin yanında bir küçük tahta kulübeye, hela olmalı, tahta mandalını gacırtısını buradan duydum, indirip…

Ne kadar zaman oldu tahta mandal görmeyeli, bir zamanlar mahremiyetimiz ne kadar basit bir mekanizmaya bağlıymış.. Şimdi bir tuvalete girsek kilit üstüne kilit.. İnsan böyleydi bir zamanlar, tarlalardan tepelerdeki karlardan ağaçlardan niye şüpheye düşsün.. İçime bir heves düştü, sıkışmadım ama nedense o tahta mandallı helaya ben de girsem şimdi, o ihtiyar amca gibi devleşeceğim sanki…

Vurdum yola, evler ağaçların arasından görülmüyor. Dün gece sert bir sağanak toprağı ağaçların dibine yığmış, toprak yol boş nehir yatağı gibi… Bulutların arasından güneş şakayla yüzüme ayna tutan çocuk gibi.,.

Büyük ağaçların diplerine çalılar çamur toplanmış, çömeldim yanlarına, yaylalar tepelere sarılmış yemyeşil halılar gibi… Çalıların içinde kemik parçaları, birkaç gün önce kurtların ziyafetinden mi kalmış… Karşı köyde horoz gibi gıranın (küçük tepe) başında, buralarda keçi olmaz, bir kara keçi, buradan dereye atlarım atlayamam gibi bir hesapla bakıyor…

Otların içine gömüldükçe böcekler minik çiçekler Pazar kalabalığı gibi… İnsan her birine dokunmak istiyor… İşte burada serserilik kanınıza giriyor, dönsem bu çayırlıkta turlasam yuvarlansam… Bir tutamını olsun kopartmaya kıyamıyorsun…

Çayırları mutlu eden bir şey var, bu nasıl oluyor, onları mutlu eden beni de coşturuyor, bu çayırlar kardeşçe bir şey öğretiyor insana. Hep burada kal, gitme, der gibi üstüme çıkıyor..

Oturmaktan uzanmaktan götüm başım ıslandı… Paçalarımdan ceketime yeşillendim… Dalların üstünde bir kuş yuvası, kocamış bir ağacın dibinde oyulmuş tilki sığınağı gördüm, kendi modern evimi acımasızca eleştirip kıyasladım… Mercimek kadar küçücük çiçekler kızarmaya başlamış… Yaprakların içine alevler yana yana girmiş gibi.

Ormana dalıyorum, eskiden burada karanlık gölgelerden korkuyordu insan, korkuyorduk ama şüphelenmiyorduk suçlamıyorduk, bu müsebbibi sadece Allah olan saf korkuyu ne kadar özlemişim… Bulutlar yaprakların üstünden gölgesini öbek öbek çekiyor, her bir yaprağın yanakları elma gibi yağlı kızıl parlamaya başlıyor…

Ormanın içinden yürüyünce insan sanki insanlığa bütün borçları ödenmiş gibi bir sonsuz rahatlık, bahtiyarlıkla tanışıyor insan… Yaş, kuru, yeşil çalılıklar ve kiremit rengi toprağa parmaklarını uzatınca, önemsiz kalıyor sanki içindeki bitmeyen çekişme, şehirde dönen ölümcül fırıldaklar…

Orman sanki ilahi bir meclisin üyeleri gibi, sanki gerçek parlamento, kim bilir, o büyük mahkemenin jüri üyeleri bu ağaçlar, öyle namuslu dikiliyorlar ki, ayağım sürçer ,bir falsomu yakalarlar, dilim dolaşır diye korkmuyorum, beni gözlüyorlar Allahım, hiç biri beni suçlamadan…

İçime delice sevinç katan işte bu unuttuğumuz ‘güvenli yolculuk’, üstelik başım her adımda dallarına çarpıyor… Yola indiğimde diyorum, dönüp ormana çok saygılı bir bakış atmalıyım, onların diliyle ben de hışırtılarla konuşmalıyım…

Ülkemiz madenciliği tam bir yağma düzeniyle sömürgeci şirketlerin elinde, an itibariyle büyük ve sınırsız ruhsat haklarıyla köyler yaylalar ormanlar mezralar tamamen sömürgeci şirketlerin insafına bırakılmış!

Ve maden ruhsatları tam bir kaos içinde, kim hangi madeni çıkarıyor, bilen anlayan denetleyen bir güç yok!

Ülkemize yeni bir fikir lazım, milli madenciliğimiz yani Eti Maden sömürgeci şirketler üzerinde kontrolünü hızla ele geçirmeli ve madenlerimize yeniden sahip olmanın yolunu mutlaka bulmalı!

Hangi maden şirketleri neyi çıkartıyor ve hangi taşeron şirketler siyonist şirketlerle ortak çalışıyor bilen anlayan yoktur ve Türkiye’nin ABD ve İsrail tarafından çok sevilmesinin sebebi de işte bu gizemli ortaklıklardır!

Maden demek zenginlik ve güç demektir!

Stratejik madenlerinden habersiz ülkeler sömürgeci şirketlerin kölesidir!

Madenlerinize sahip değilseniz siyaset yapabilme şansınız dahi yoktur!

Sömürgeci şirketleri durduracak sınırlandıracak bir devlet gücü olmayan ülkelerin yaşama şansı hiç yoktur!

Ülkemiz önümüzdeki on yıl içinde, bir, madenlerinde kontrolü sağlamak, iki, yine şirketlerin ele geçirdiği en temel ihtiyaç maddeleri ve sonra petrol elektrik gibi yüksek teknolojik tesislerini ele geçirecek milli bir projenin sahibi olmalı!

Tam tersine şu anda iktidarı ve muhalefeti kumda oynuyor, akıl alacak gibi değil, sorun kendinize bakalım, iktidar muhalefet hangisi kazansa ne değişecek, o halde, her gün birbirinizi boğazladığınız bu siyasi kavga neyin ve kimin kavgası?

İktidarı ve muhalefeti devleti güçlendirecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, küçük esnafı, çiftçiyi köylüyü üretimde ve tedarikinde büyütecek milli projeleri neden hiç konuşmuyor, şirketleri sınırlayacak ve halkı zenginleştirecek milli seferberlik projelerini niçin hiç konuşmuyor! Ve neden ülkemizin onlarca yıldır her günkü siyasi kavgası açılım gibi dayatılan siyasi dayatmalar!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe siyasi dayatmaların dozu da her geçen gün anayasa değiştirecek kadar büyümekte!

Zenginlikleriniz şirketlerin eline geçtikçe sabah akşam taviz vermekten boyun eğmekten başka şansınız kalmaz!

Ve iç politikada zenginlikler kimin eline geçmiş bilemeyecek kadar cahil ve köle bir toplum birbirini yiyor!

Devletimiz ve halkımız niçin zayıflatıldı ve şirketler ne adına kim adına bu kadar büyütüldü ve şimdi bu şirketler kimlere hizmet ediyor?

Yani şirketlerin halkı ve devleti on yıllar içinde zayıflatıp teslim aldığını bilmeyen kitleler, işte, aşağıya yorumcu kardeşler gelmiş, İmamoğlu ve Tayyip kavgası her birisinin gözünü kör etmiş, şirketlerin devasa imtiyazları ve zenginlikleri sınırlandırılmadan kölelikten çıkamayacağını bilemeyen zavallı kitleler!

Birileri Türkiye’de kırk uzun yıldır şirketlerin devletin ve halkın zenginliklerini soyup madenleri ve en temel ihtiyaç maddelerini ele geçirdiğini kasıtla anlatmıyor, kasıtla gündeme taşımıyor, kasıtla kitleleri uyutmak istiyor!

Birileri devletin ve halkın madenlerin kontrolünde ve en temel ihtiyaç maddelerinin üretim ve tedarikinde zenginleşmesini hiç istemiyor!

Sağı da solu da iktidarı da muhalefeti de sömürgeci şirketlere hizmet ediyor ve ortaklıklar kuruyor ve bu ortaklıklar dönüp dolaşıp siyonist şirketlerin küresel imparatorluğuna hizmet ediyor!

Medya düzeni de haliyle sömürgeci taşeron şirketlerin elinde olduğu için milleti zenginlikleri konusunda uyandırmak hiç mümkün görünmüyor!

Oysa sömürgeci şirketleri sınırlandırmadan milli bir meclisiniz milli bir partiniz milli bir iradeniz yani bir devletinizin olması mümkün değildir!”[16]

 

“Afrika’yı bu kadar kolay yağmalayamadılar”

Nihat Genç’e göre Afrika bizim sömürüldüğümüz kadar sömürülmedi.

Afrika’yı bu kadar kolay yağmalayamadılar.

Ülkede medya muhteşem bir uyutma işlevi görüyor ve medyayazarları bütün bunları küreselleşmenin bir gereği olarak bunlar normaldir diyorlar. Ben iddia ediyorum, 18. Yüzyılın İngilizleri, Fransızları, Belçikalıları; Afrika’yı, Çin’i, Hindistan’ı bu kadar kolay yağmalayamadılar. En azından yerliler çıktı karşılarına. En azından bir direnç gösterdiler.”

Nihat Genç, Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar adlı eserindeki orman kitlesini daha önceki rüzgâr gibi, deniz gibi, ırmaklar ve dağlar gibi çok iyi kavramış ve kendi milleti ile vatanın doğası arasında bir ünsiyet yaratmıştır edebi eserlerinde. Radkau’nun Doğa ve İktidar’ındaki gibi de ormanların ayrıntılı sektörel ve tarihsel durumunu yine kendi ülkesinin perspektifi ile ortaya koymuştur.

 

Ormanlarımıza Tarihsel Bakış

Ormanlar, ya devletindir, miri ormanlar ya vakıflarındır ya da özel mülktür, bir de kendiliğinden hüdayi nabit ağaçlar vardır ki, orman doğanın müziğidir, seyri dahi insana sarhoşluk duygusu verir. Anadolu topraklarında halkla devlet arasındaki bitmek bilmeyen çılgın bir savaş bugün hâlâ devam etmekte, savaşın galibi “devlet” propaganda vasıtalarını tümüyle ele geçirerek ormanın yok olmasında baş suçluyu, orman köylüsü, yani halk olarak tespit etmiş, geniş kitleleri de buna inandırmıştır, ki, en ateşli rüzgârlar hâlâ ormanlarımızda eser.

Orman müfettişleri, orman bölge müdürlükleri, pis ve aşırılığı inanılmaz boyutlarda skandallarla çalkalanmakta olduğu halde basın tarihimiz yüzyıl boyunca görmezden gelmiş, dünyanın bu en güzel ormanlarını siyasilerin baltalığı yapıvermiştir, ki, toprağın yanmış dudakları ancak ormanda hayat bulur.

Halil Kutluk’un Türkiye Ormancılığı ile İlgili Tarihi Vesikalar, 1948, I-II cilt, adlı kitabı “ormancılığımız” için eşsiz bir kitap, yüzlerce ferman, yasa, yönetmeliğin uzunca hikâyeleri 1200 sayfayı tutuyor. Bir fikir edinebilmek için, fermanların konularına bakalım: “Gemilere demir çivi yerine Biga sancağı dağları ile Meğride kesretle bulunan Pirnar ağaçlarından 30.000 adet çivilik ağaç satın alınarak tersaneye teslim edilmek üzere gönderilmesi…“,s.325

“Donanma gemilerinde kullanılan büyük makara dilleri Sinop dolaylarında bulunan Kayacık ağacından yapıldığından 1000 kıta kayacak kütüğünün gönderilen üç boy ölçü üzerine satm alınarak gönderilmesi hakkında”, “Eflak voyvodası Aleksandır voyvoda marifetile sevk olunan fıçı tahtaları defter hülasası”, “Tersanede demir eritmek için Gemlik Kapu-dağı vesaire kazalardan yaktırılacak funda kömürü hakkında”, “İstanbul’da kereste para ettiğinden gemi sahipleri daima kereste yükü alıp odun taşımadıklarından her bir gemi önce ikişer sefer yakacak getirmesine, aksi halde gemi sahibi için ceza verileceğine dair”, “Donanma kalyonları için Samako kazasından kesilen sütun ve serenlerden resim alınması hakkında”, “Koru olarak saray adına sınırlandırılmış olan mahallerde av yapılmaması ve odun kömür kesip satılmaması hakkında”, “İstanbul’da evler ve dükkânlar ahşap pedavra ve ahşap levhalardan yapıldığından yangınlardan çok hasara uğradığından ve bu suretle ev ve dükkânların kârgir yapılması hakkında”, “Yazdık, ceviz, fındık, ıhlamur, kızılağaç vesair bıçkıya yarar kereste İstanbul’a getirilmekte iken İznik’te bazıları bu keresteleri Mısır’a giden gemilere vererek sıkıntıya sebep olduklarından bu kerestelerin İstanbul’a gönderilmesi hakkında”, “Rençber, çingene, yörük taifesi ormanlardan gemilere yarar ağaçları kesip yok ettikleri ve urgan yapmak makşadile ıhlamurların dallarını kesip soyduklarından menedilmesi ve korucu tayin edildiğine dair”, “Tersaneye lüzumlu olan Karaağaç Bolu sancağında Gemişabat ile Düzce arasındaki Karaağaç ormanında olduğundan muhafazası için arz olup..”…
Fermanları okuduğumuzda, yüzlerce ayrıntılı bilgi sahibi de oluyoruz, hangi ağacın geminin kıç bodoslamasında kullanıldığı, hangi ağaç türünün dümen yapımında, hangi ormanların ağaçlarının dünya piyasasında meşhur olduklarım öğreniyoruz. 1863 yılında İstanbul’da açılan orman sergisinde, Anadolu’nun tüm meşhur ağaçları sergilenmiş, ancak halk fazla ilgi göstermemiştir, ki, halkımız hâlâ ıslıkla ışıklı bir orman gezintisinin alışkanlığından uzaktır.

Ancak, 17. yüzyıldan sonra ormanların yok olduğu düşüncesiyle büyük bir panik yaşanıyor, “yasaklar” sertleşerek konulmaya başlanıyor, İstanbul’a en yakın İznik olduğu için, İstanbul’un ilk elden tükettiği İznik ormanları için, ağır cezalar getirilip, bu ormanlardan tek bir ağaç kesilmemesi isteniyor. Hızarcı-baltacı devlet birden iyi kalpli acı çeken bir insan oluyor.

Ayrıca, odun harcaması fazla olduğu için hamamı çok seven Osmanlı, 17. yüzyılda bir ferman çıkartarak, İstanbul’da artık hamam ve çifte hamam yapılmasını yasaklıyor…

Ve büyük yangınlara sebep olduğu için fermanla, ahşap yapımı evler de yasaklanıyor, buna rağmen ahşap ev neden yapılıyor, taşıması ucuz, kerestesi ucuz, taştan yapılmış evler masraflı! Ancak, ahşabı nasıl kovabiliriz, kültürümüzü buza değilse de tahtaya oymuş bir milletiz.

Diğer temel bilgimiz, ormanlarımız bölgelerde yok olmadı, hepsi İstanbul’a götürülerek bitirildi, bu büyük nadide ormanların siyasiler tarafından baltalık olarak kullanılması, dünden daha hızlı bugün de devam etmektedir. Bizler sökülen ağaçların köklerindeki ruhlara bekçilik yapıyor, bir zamanların büyük ormanlarının armonisini, yaprakların berrak hışırtılarını özlemekteyiz.

 

“İlahi Bir Fırtınayla Nimet Saçan Coğrafya”

İlginç bilgilerden biri de herhangi bir ağacı kesene verilen cezanın iki katı “meşe” ağacı kesene veriliyor. Meşenin ayrıcalığı nedir? Türkiye Meşeleri adlı kitapla Palamut Meşesi adlı kitabı okuduğumuzda, Anadolu topraklarında en çok tükettiğimiz, milli kimliğimizle içice girmiş bir ağaç, meşe! Üçyüz-dörtyüz yıl ayakta kalabilen dayanıklı ağaçlar! Hiçbir ağaç bu kadar sevilmedi, dövülmedi, bu kadar hor kullanılmadı.

Mesela hangi bölgenin kebabı meşhursa, o bölgenin dağlarında meşe kalmamış demektir. Çünkü meşenin odun kömürü meşhurdur!

Ev, köprü, gemi, demiryolu traversleri, vagon, taşıt aracı, su tahkimatları, maden ocakları tahkimatında, telgraf direklerinde meşeyi kullandık. Her işe koşturulan besleme hizmetçiler gibi. Mobilya kalitesi yüksek değildir, yakacak odun olarak kullanılır!
Demir, çimento, endüstrideki büyük gelişmeler sonucu artık meşe odununun kullanım alanı kalmamış gibidir, bundan sonra dikeceğimiz meşeler dünyaca meşhur kebaplarımızın lezzetine yarayacak. Çünkü meşe odunu harlayıp birden sönmez, ritmle yanar.

Tarih boyu meşenin büyük ününü sağlayan, fındık büyüklüğünde kapsüllü meyvesini saran ‘pelit’dir. Bu yüzden, Karadeniz’de ve güneyde meşe ağaçlarına “pelit” denir, (palu, pa-ht..). Pelitin içindeki tanen, dericilik sanayinde tarih öncesinden beri kullanılır. Dericiliğin ana hammaddesidir.

Bazı bölgelerde temizlik tozu olarak da kullanılır, yavaş ve uzunca süren ISISIndan dolayı sobalarda yakılır. Meşeler: akşemeşeler, kırmızı meşeler, herdem yeşil meşeler başlığında
üç büyük gruba ayrılır, ancak, alt varyeteleri zengindir: Saplı meşe, Istranca meşesi, İspir meşesi, Macar meşesi, Kuzey Anadolu sapsız meşesi, kasnak meşesi, mazı meşesi, tüylü meşe, saçlı meşe ve palamut meşesi vb…

Anadolu toprağında, insanıyla ve tarihiyle bütünleşmiş olan ünlü meşemiz, işte bu palamut meşesidir. Dünyanın en zengin palamut ormanlarına sahiptik asırlar boyu. Yaşam öyküsü insanımızın acılı öyküsüdür. Yumruk gibi sert ve hüzün dolu. Ve 1960’lı yıllara kadar dünya palamut sanayinde birinciydik. İstiklal Savaşında Yunanlılar’ın iç Ege’ye doğru yürüyüşlerinde, bizim yüz yılda tüketeceğimiz meşeleri, üç-dört ay içinde Isınmak için muhteşem ormanları yok etmişlerdir.

Meşe, kuzey ülkelerinde zafer, şöhret ve ikbal sembolüdür. Güney ülkelerinde defne yaprağı, kuzey ülkelerinde meşe yaprağı zafer ve tacı ve kral ve prensler için meşe dalından şeref taçları yapılmıştır. Almanlar bu geleneğe uymak suretiyle 1936 Dünya Olimpiyatları nedeniyle Berlin yakınındaki Olimpiyat köyünün ebediliğini, Alman kudret ve kuvvetinin sembolü olarak merasimle meşe ağaçları dikmişlerdir. Ayrıca, olimpiyatlarda dünya birincisi her sporcuya bir de meşe fidanı hediye etmişlerdir.
Meşeler büyük bir yaşama kudretine sahiptir, çok geç yaşlarda bile, kök ve kütükten sürgün verir. Ankara Ulus Meydanı’ndaki Atatürk heykelinin mermer kaidesinin bir yüzüne oyularak resmedilen meşe kütüğünden gelişmiş kuvvetli bir sürgün motifi, koca imparatorluktan genç bir Cumhuriyet’in yeşerdiğini ifade için kullanılmıştır, öfkeli, dirençli bir irade!

Yunan ve Romalı eserlerin süslemelerinde meşe motifleri kullanılmıştır. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki ünlü Bergama tacı da meşe yapraklarından yapılmıştır. Dericiliğin ince bir işçiliğini teşkil eden Pergament’in (parşömend adı buradan gelir) Bergama’da yapılabilmesi, bize o tarihlerde Bergama’da yüksek bir dericilik sanatının mevcut olduğunu gösterir. Bergama bir nevi palamutun öz vatanıdır. Mısırlılarla aralarında bir ihtilaf yüzünden Bergama’ya papirüs ithal edilemedi.

Bergamalılar da bu ihtiyacı pergament ile karşıladılar ve onu krallarına altın taç yapacak kadar kutsadılar… Bugün kral mezarlarından bile küflenmiş palamut meşesi tahtaları çıkar.

Palamut meşelerinin tarihi, dericiliğin tarihidir, taşıdıkları “tanen” maddesi yüzünden, bu tarih, Mezopotamya, Orta Asya kültürüne kadar uzanır. Türkler gayet mükemmel ve zarif deriler işliyorlardı. Anadolu topraklarında zengin palamutlarını bulunca da dünya dericiliğinde birinci Sınıf işler çıkardılar. Bu cennet vatana, palamut, mazı, meşe kabuğu, çam kabuğu, somak, kestane, sakız ağacı, söğüt, ılgın, ceviz ve nar gibi nebati kaynaklı tanenli maddeler bol ölçüde kudretten verilmişti. İlahi bir fırtınayla nimet saçan bir coğrafya.

Palamut meşesinin pelitleri acımtrak lezzetlerine rağmen açlık yıllarında yenir, gübre olarak ve hayvanlar için gıda olarak kullanılır. Ayrıca boyacılıkta, ilaç imalinde faydalanılır. Lidyalılar gözleri kamaştıran büyük zenginliği, palamut ormanlarına ve bunun ihracına borçludur.

Ortaçağı dolduran Bizanslılar, Araplar ve Selçuklular devrinde de Anadolu şehirleri dericilik alanında ön safta bulunuyorlardı, Borckhard, İstanbul, İzmir ve Halep şehirlerine çok eskiden beri gayet güzel, hakiki korduan imal edilen ve bunun ilk defa Araplar vasıtasıyla İspanya’ya götürüldüğünü, ancak, 10. yüzyıldan itibaren İspanyolların da bu deriyi yapmasını taklit ederek öğrendiklerini yazmakta, İspanya’daki Cordoba şehrinin adını bu deri türüne borçlu olduğunu kaydetmektedir.

Yine aynı yazar, işlemeli zarif deri pabuçlar imali zengin Şarklılara has olan ve eski tarihi bulunan sanattı. Bu çeşit eşyanın renk ve güzellik alemine ait bilgi, bize ancak ilk defa Haçlılar Seferleri ile gelebilmiştir, demektedir.

Orta Asya’dan beri dericilikte şöhret yapmış Türkler, Anadolu’nun eşsiz büyüklükteki palamut meşelerini bulunca cennetin derin ilahi sırrına inanır oldular. Türk dericiliği Anadolu’nun en büyük geçim kaynağı oldu. Bu büyük zenginlik, Menderes Nehri boyunca, Biga’nın, Tuzla’nın, Ezine’nin Kazdağı’nın vb. nice eşsiz ve dertli ormanları hâlâ anlatılır! Palamut meşelerinin hiçbir suretle hiç kimseye satılmayıp, sadece İstanbul’a gönderilmesi çıkartılan ferman ve yasaklarla düzenlenmiştir.

1800’Iü yıllarda kültürel ve uygarlık sahasında olduğu gibi, Anadolu topraklarında ormanlar konusunda büyük bir panik çıkar, Tanzimat’la büyük bir orman nizamnamesi hazırlanır.

Fransa’dan orman mühendisleri getirtilir. Meşhur Mösyö Tass’a yetkiler verilir, Türkiye’de ilk bilimsel orman çalışmaları başlatılır, ilk orman kitapları çevrilir, orman okulları açılmaya başlanır. Çok geçmeden tarihimizin en acı siyasal felaketiyle karşılaşırız, çünkü bu mühendisler, Anadolu topraklarının eşsiz ormanlarını gayet iyi öğrenmiş, haritalarım çıkartmışlardır, şimdi önümüzde Bağdat Demiryolu Andlaşması vardır. Andlaşma-ya ve Fransız ormancıların raporlarına göre, demiryolunun geçtiği tüm yollarda, on kilometre etrafındaki tüm ağaçlar, madenler, demiryolu şirketinin olacaktır.

Bugün bir belgesel yapılıp bu demiryolunun geçtiği yolların on kilometre sağma, soluna iyice bakmamız lazım, cinayeti daha iyi anlamamız için.

Velhasıl kardeşlerim, palamut meşelerinin gümbürtüsü ülkemizi terk etmek üzeredir. İki asırdır orman affında dünya rekoru kırmaktayız, Cumhuriyetin ilanıyla başlayan büyük aflar, Menderes iktidarında şaha kalktı, on yıl içinde her yıl af çıkartıldı.

Bugün elde kalan son ormanlar Bolu’nun meşhur Karadere Ormanları, dünya literatüründe baş sıralarda adı geçen Kastamonu Ormanları, büyük holdinglerin şahsi arazisi, arpalığı olmak yolunda.

Türkiye’nin gerçek orman yangınları, ormanlarda değil, Orman Bakanlığı’nda, gerçek yangınlar, mobilyacı sitelerindedir. 1986 yılma kadar itfaiye raporlarında hemen her gün yangın çıkan tek yer siteler-mobilyacılardır, vergi ayı marttan önce de yangın çıkmayan dükkân kalmaz.

Kaçak getirtilen tomrukların yangınlarıdır, basınımız, orman yangınlarının suçunu, orman köylüsünün ve ormanda piknik yapan cahil halkın üstüne atarak, ormanların bu “bilinçle” kurtarılacağı palavrasına tüm aydın ve okumuş sınıfını da ortak etmiştir. Basınımızda, orman müfettişleri, orman bölge müdürlükleri hakkında akla hayale sığmayan skandallardan tek biri gündeme gelmemiştir.

Çünkü, Türkiye’nin en esrarengiz kurumu ORÜS’tür. (Orüs: Orman Ürünleri Sanayi..). ORÜS, Türkiye’nin dünya çapındaki ormanlarını “devletin ve siyasilerin ve holdinglerin baltalığı” haline getirmiştir. Bu kurum hakkında yine basınımızda tek bir cümle duymadınız, çünkü, bu kurumun uzun yıllar başında olan şahıs, Demirel’in kardeşidir…
Oysa Demirel, duygusuz ve ruhsuz bir gösteriye dönüşen Tema Vakfı toplantısında alkışlar ve yaşa sesleri arasında, yakasına yapıştırılan amblem yaprağı işaret ederek, “Yaprak yakamıza yapıştı” vecizesiyle gösteri yapmaktadır.

Ormanların gürültüsü şarlatanları boğacaktır! İşte, hayatı tertemiz bir dürüstlük ve çalışkanlıkla geçen Prof. Dr. Ertuğrul Acun, Türkiye’yi ayağa kaldıracak muhteşem bir kitap yazmıştır: ORMANIN KARA KİTABI.

Zenginlerin, holdinglerin ormanları nasıl talan ettiklerini, bir ucundan yetişebildiği kadar tutup anlatıyor: Türkiye’nin en yoksul profesörlerinden Ertuğrul Acun, para yememiş, büyük holdinglere sırtını vermemiş, bu yüzden köşe yazarları onu tanımaz, holdinglere sırtını vermiş çevre vakıfları da onu mahkemeye veriyor. Akademik kariyeri tehlikeye giriyor! İçimizde mevzuyu bilen bir adam var, onu da silmek istiyorlar! Savaşçıdan geçtik, ağıt dökecek bir masum bilim adamımıza bile geçit yok.

Yüzyılların en büyük, en kara baltası iniyor Anadolu’ya konuşan yok Tüm basın onların elinde, Ertuğrul Acun’un kitabını görmezden geliyorlar! Ama biz gördük! Dürüst insanların koyu sessizliğini gördüm orada! Bardaktan boşanırcasına pislik içinde laçkalaşan holdingleri gördüm orada!

Kardeşlerim Apo’yu İtalya’da aramayın, Apo, bu holdinglerin içinde, ekranlarda her gün size sesleniyor! Akşamların kızıllığı arkadaşsız kalıyor, çıplak tepelerin üstünde süzülecek tek bir soylu yaprak, soylu dal arası bulamıyor.

Kardeşlerim, onurlu, dürüst bilim adamlarının hayatları pahasına yazdığı kitaplar da arkadaş bulamıyor! Onların zenginliği ve zaferleri boktandır!

Televizyondan başka bir şey seyre-demeyen mini mini yavruları kandırırlar ancak! Ziyafetleri çok kısa sürecektir! Kestikleri ormanların büyük gövdeleri altında can verecekler, yemyeşil otlarla örtülü toprak onların pis leşlerini içine almayacak, dağlarımızı büyük devasa kartal gölgeleri gibi saran kapkara ormanlarımız onların “baltalık”ı olmayacak!
Kardeşlerim; güneş ne kadar yaprak görürse o kadar ışık olur. Ve orman Tanrının şair olduğu yerdir, şairlerin şairi akşam kızıllığında sizi orada, palamut meşelerinin altında bekleyecek, gidin ve doyun, ruhumuzun anlatılamaz, o büyük ustasının ormanda ne kadar derin bir yalnızlık içinde olduğunu görün.[17]

Cınıvız’ın haykıran sesiyle tekrar edelim:

Kardeşlerim; yurdumuz ve ormanlarımız, onlara göz dikenlerin leşlerini içimize almayacak, onların baltalıkları olmayacak!

 

 


[1] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2010
[2] Thomas Mann, Buddenbroklar, çev. Kasım ve Yadigâr Eğit, Can Yayınları
[3] Fernand Broudel, Akdeniz, çev. Aykut Derman, Necati Erkurt, Metis Yayınları, İstanbul 2015
[4] Nihat Genç, Arkası Karanlık Ağaçlar, İletişim Yayınları, İstanbul 2013
[5] Nihat Genç, Modern Çağın Canileri, İletişim Yayınları, İstanbul 2002 s.47
[6] Nihat Genç, Age, s.105
[7] Canetti, Age, s.185
[8] Joachim Radkau, Doğa ve İktidar, çev. Nafiz Güder, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2017 s.67
[9] Radkau, Age, s.383
[10] Radkau, Age, s.384
[11] Radkau, Age, s.386
[12] Radkau, Age, s.389
[13] Nihat Genç, Rüzgâr
[14] Theodor Roszak, Çorak Ülkenin Bittiği Yer, çev. Naim Öztürk, İnsan Yayınları, İstanbul 1999, s.45-46
[15] Nihat Genç, Orman Denizi, Veryansın 18Haziran 2024
[16] Nihat Genç, Veryansın 21 Nisan 2025
[17] Nihat Genç, Modern Çağın Canileri, Ormanların Gümbürtüsü, İletişim Yayınları, İstanbul 2002 s.327-332

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!