Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu’nun bu çalışması, Nihat Genç’in edebi dünyasında rüzgâr kavramının derinlemesine incelenmesini sunmaktadır. Yazar, Elias Canetti’nin “kitle simgeleri” teorisinden yola çıkarak rüzgârı sadece bir doğa olayı değil, aynı zamanda insan ruhunu ve kimliğini etkileyen güçlü bir figür olarak ele alır. Metin boyunca, Karadeniz’in fırtınalı rüzgârları ile şehir hayatının rüzgârsızlığı arasındaki karşıtlık vurgulanır ve Genç’in bu doğal güçle olan kişisel bağı anlatılır. Atatürk’ün Türk milletini rüzgâr, kasırga ve fırtına gibi doğal güçlerle özdeşleştirmesiyle paralel olarak, Nihat Genç’in de bu doğal elementlerle bütünleşerek bir kimlik arayışı içinde olduğu gösterilir. Rüzgârın hem yıkıcı hem de diriltici gücü, Genç’in eserlerindeki içsel çatışmaları ve dönüşümleri sembolize eder.
“İnsanlardan oluşmayan, ancak yine de kitle olarak duyumsanan kolektif birimlere kitle simgeleri adını veriyorum. Tahıl ve orman, yağmur, rüzgâr, kum, ateş ve deniz böyle birimlerdir. Bu fenomenlerin her biri kitlenin bazı temel niteliklerini taşır. İnsanlardan oluşmasalar da, bu simgelerin her biri kitleyi anımsatır ve mitlerde, düşlerde, konuşma ve şarkılarda bir kitle simgesi olarak bulunur.” [1]
Canetti’ye göre rüzgâr da kum gibi, deniz gibi, orman gibi, tahıl gibi kitle simgesidir.
Cınıvız Karadeniz’in fırtınalı karakteri olarak kâh denizdeki dalgalarda, kâh ormanların dik duran ağaçlarında kendini nasıl buluyorsa rüzgârın mızıka gibi gelen uğultusunda yükselen bir şahsiyet olabilmektedir.
Aslan Bulut Yeniçağ’daki köşesinde Nihat’ın ardından yazdığı yazının bir paragrafında şöyle demiş:
“Biz yaylalara çıkacağız, sen burada çok zaman geçiriyorsun, nereye gidelim?” diye sordu… Ben de “Bizim yayla en yükseğidir. Bütün vadiye ve Karadeniz’e hâkimdir. Bizim yaylaya gidelim…” dedim ve köye de uğrayıp Figanoy yaylasına çıktık… İki bin metre yükseklikteki kayaların üzerinden, kurt dedemin, büyük babamın her akşam yaptığı gibi Karadeniz’i seyrettik. Nihat kollarını açtı, vücudunun her hücresini o temiz ama sert rüzgâra bıraktı. Kaçkarlara, Kafkaslara doğru uçmak ister gibiydi… Sonra bana sarıldı ve buraya getirdiğim için teşekkür etti. Çok mutluydu.
Bu, Maçka’ya, yaylalara veda gezisiymiş, anlayamadık…”[2]
Nihat’ın bağrını yasladığı rüzgârları yaşadığı şehirde bulamamasını şöyle hikayeleştirdiğini biliyoruz:
Dün Korkusu’nun bir hikâyesi bu:
“Her akşam yumurta kırıyoruz, her sabah kahvaltı yapmıyoruz. Binlerce insanla didişiyorum, Adanalılar, Antepliler, Maraşlılar, ne kadar çok insan. Ağaçlar bizim ağaçlar değil, ağaçlar, bir pop art tablosunda cocacola şişesinin yanına civa renkli bir ataçla iliştirilmiş, o kadar çok şey anlatan, sıradan, ürkütücü, o kadar tarifsiz metaların yüzeyinde, çağımızın ötesini gösteren gri renkli objeler ama ağaç değiller, iççimizde ve dışımızda uzayan heyülalar, nedir bunlar? Öylesine duruyorlar, kımıltı yok, çıldıracağım, rüzgâr yok. Dün Korkusu, s. 135
Böceklerden, yapraklardan kendimce bir dünya yapıp oturuyorum yanlarına. Soğuk, karanlık çarpıyor beni, ışıklar üst üste binmişler, hiçbir yeri göstermiyorlar, rüzgâr yok, yine yumurta ne kadar çok ev, ne çok insan, hiçbirini tanımıyorum, üniversiteyi mutlaka kazanmalıyım…
Ve nihayet zafer! Rüzgâr şehre girebildi. Savuracak bir avuç toprak bulamayınca, meczuplar gibi kafasını beton duvarlara, taş kaldırımlara vurarak çılgınlık nöbetleri yaşadı.”[3]
Karadeniz’deki rüzgârları aramaktadır. Onun rüzgârları şehre, Ankara’ya gelince yabancılaşmaktadır.
“Ve nihayet, zafer! Rüzgâr şehre girebildi. Savuracak bir avuç toprak bulamayınca, meczuplar gibi kafasını beton duvarlara, taş kaldırımlara vurarak, çılgınlık nöbetleri yaşadı.
Al başını git rüzgâr! Gelme buralara! Bu sokaklarda sana dost olamam, yalnızlığına sahip çıkamam, Dün gibi, dünler gibi değiliz artık. Yüzümü sana döndüm, görmüyorsun bile. Sen artık, ağustos sıcağını, fındık bahçelerinde toz duman eden, hayallerimdeki sıcakları dahi dindiren o eski rüzgâr değilsin. Tarlalardan, dağlardan, uzak ülkelerden ve canım memleketim Karadeniz’den geldiğini bile düşünemiyorum. Bu şehre girdikten sonra, çiçekler saksıda, balıklar akvaryumda, insanlar büroda ve sen de gökdelenlerin uzaylılara benzeyen sert gövdelerinde boşuna çırpınıyorsun. Sen tabiatın sahici kokusu değil misin? Kucaklarımızdan içerlerimize, soluğumuzdan taç yapraklara, dallara uzanan, bütün asumanı dinlendiren, delirten, dirilten haşarı ve yaramaz çocuğu değil misin? Nerede dizginlerini kopartıp parlayan atlar gibi pazar yerine dalışın! Ebedi dostum değilsin artık. Itır kokularının narin ve ince sarhoşluğuyla oralara çağırmıyorsun beni.
Sen dahi, şehrin ve belediyenin çelik bedeniyle eski cengâverlerin erkekçe kavgasını yapmaktan korkuyorsun. Çok çabuk sıvışıyorsun sokak aralarından ve ne kadar ani vazgeçiyorsun ümidlerinden.
Boztepe’deki, Mendirek’teki rüzgâr! Tarihinin ve ilahî hikmetinin oradaki sırrınla artık hayallerimde övünmene hakkın yok. Eğer adına yeniden bir tarih biçeceksek, yeniden mısır tarlalarımın belini bükeceksen, yeniden bu şehirde şapka çıkartacaksa insanlar önünde, işte bu kaldırımlarda, burada rüzgâr ol! İnanmaz oldum sana! Sen o mezar toprağını Sülüklü’den alıp, her ezan vakti üstümüze serpen, mezar soğuğunu Karşı’dan söküp, her daim ruhumuza katan o rüzgâr değilsin! Ben plastikleşiyorum, sen meteorolojik oyuncak oluyorsun, oynuyorlar bizimle! Dalgalarımın üstünde değil, sekizotuz haberlerindesin. Sen yoksun! Karadeniz’in mart sularının derin soğukluğunu bu gurbette her zaman ardımda ve yanımda olacağını düşünerek, aldanarak geldim buralara! Nerde, yatsılardan sabah ezanlarına kadar selvi ağaçlarında çıyanlar ve binbir karanlık böcekle çocukluğumun gecelerine en müthiş ürpertileri yaşattığın günler! Sen artık, mayıs ayının karayemiş dallarından, uzaktan geçen gemi düdüklerine kadar uzanan yolda bütün kainatımı sallayan o eski anne değilsin, senin de salıncağın kayboluyor.
Sahi! İnandır beni! Sen, erik çiçeklerinin ince tüylü boyunlarında oynaşan, koklaşan, rüzgâr mısın? Sen, dalgalarla ta Sibirya’dan memleketimin sahiline binlerce bıldırcınla kopup gelen ve o büyük maratonu tarihin ilk gününden beri bıkmadan usanmadan yenileyen rüzgâr mısın?
Okul yolunda bir aylık ödevimi çamura bulayan o tatlı sinsinliğin kaldı mı? Hala, milyonlarca şükür ve atlıyla diktiğim minareleri deviriyor, kan tüküren soluğumu iyileştiren çam ağaçlarını yerinden söküyor musun? Resimdeki kahraman! Nerdesin? Güneşin cadı karılar gibi şu beton duvarlardaki muzip gülüşlerine ne zaman dur diyeceksin? Yoksa bulutlarını kaldıracak dermanın kalmadı mı? O ne biçim geliş?
Kümesinden kovulmuş, rüştünü ispatlayamamış horozlar gibi? Hani ardından tarihin bütün ordularını sürükleyen bulutların! Dünkü sevgilin toprak, bütün noktacıklarda çelik, plastik ve alüminyum ötesi garip bir hayatta senin her yüreğe gönderdiğin yağmur taneciklerini arıyor, nerdesin! Hani biz düşlerimizle yürüdüğümüz o tepelerde bir bütündük! Ama sen, üvey anneler gibi öylesine umursamaz beşik sallıyorsun
ki, suyumuz havuzda kokuşuyor, tenimiz bedenimizde!”[4]
“Rüzgârın şiddeti çeşitlilik gösterir ve şiddeti değiştikçe sesi de değişir. Yüksek ya da alçak sesle inleyebilir ya da sızlanabilir; çıkaramayacağı çok az ses vardır. Böylece, diğer doğal fenomenler hayatiyetlerini kaybettikten çok sonra bile, canlı bir şey olarak insanları etkiler. Sesinden başka, rüzgârın en çarpıcı özelliği yönüdür; rüzgâra adını verebilmek için hangi yönden estiğini bilmek gerekir. İnsan bütünüyle havayla çevrili olduğundan, rüzgârdan aldığı darbeler kendine özgü bir biçimde fiziksel bir şey olarak hissedilir. İnsan kendini bütünüyle rüzgârın içinde hisseder; rüzgâr her şeyi kendine toplar ve fırtınada ele geçirdiği her şeyi beraberinde sürükler. (Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev.
Çıldırtma beni hey! Birileri öylesine kapatıyorsa pencereleri, hiç de zorlamıyorsun, camı çerçeveyi! Birileri kapatıyorsa kapıları, hiç de zangırtdatmıyorsun, tavanı çatıyı! Bu umursamazlığın nerden geliyor? Nerdeyiz artık konuş! Yüzünü görmeyelim diye bizler mi çok keskin, sert duvarlar koyuyoruz araya, yoksa sen mi nazlanır oldun. Hadi gel! Darma duman et beni, kır pencerelerimi, dağıt odamı, parkımı, küdürdülerini duyayım, ki geldiğini anlayayım, ki boynuna sarılayım, ki boynumda dolaşsın elin, sevişelim, başka kimimiz kaldı, dokun bana, felek çarkın yıkılsın dedim altı asır, yıkılacaksa sen yıkacaksın, güneş batmaktan bıkmıyor, bir kıyamet reçetesi tutuşturma elimize, yırtarım o reçeteyi diyorum, tozunu dumana katıyorlar, çabuk ol, geldiğinde yanaklarına uzanacak bir çocuk bulamayacaksın, söyle onlara, tozunu dumana katacak senden başka kimimiz var, söyle!
Lakin, yüzüne tükürenin yüzüne fırlattığın harbiliğin yok artık! Vantilatör gibi teknik sürtüklerin evlerinde kuma oluyorsun. Bu ne biçim sevişme, eskiden, gömleğime rağmen, bir yerlerime sokulur, bir yerlerimde gezinirdin, şimdi çırılçıplak arıyorum seni, nerdesin, tenim seni özlüyor? Sensiz ruhum mu olurmuş, sensiz bedenim mi olurmuş? Söyle hadi! Mekanik orospular girmesin kanımıza!
Zihnimin en muntazam tabiat manzumelerini bilmeden heba ettiği çocukluk yıllarındaki tablolarından, maziden çıkıp gel artık! Nuh peygamber bizi arıyor! İt artık, sürükle, üfle Allahaşkına!
Anadolu’ya o eski toprağına git! O Hitit vadisi, başını soktuğun, didiştiğin, ağlayıp seviştiğin, çıldırdığın sevgilinin koynu değil mi artık? Hadi, bir yerlerden dedelerimin soluğunu getir bana! Yeniden felaketler getir başımıza, sen getir, senin felaketlerin olsun, ne sevinçli ne güzel belaların vardı senin!
(Peygamber aşkına, eğil ve usulca kulağıma söyle, sen hiç sensiz bu sokaklarda sevinçle koşan bir erkek adam gördün mü?) Sazlıklarıma girer, binlerce ney olurmuşsun binlerce ilahinle! Ama ben Karadenizliyim! Vur yalçın dağlarıma bu gece bir kaç tokat! Bir taşım daha düşsün! Kat önüne, gezdir bulutlarını dağlarımda, bir mezar taşı, biraz daha toprağına gömülsün!” [5]
Cınıvız’ın rüzgârları da tıpkı Elias Canetti’nin rüzgârları gibidir. Bağrını Karadeniz yaylalarının rüzgârlarına dayayan Cınıvız iin rüzgâr kendi kişiliğinin olmazsa olmaz sütunlarından biridir.
Nasıl rüzgâr olup esiyorsa Cınıvız için de rüzgâr kendisi gibi olmalı, ona yol göstermelidir. Bağrına hayat öpücüğü kondurmalıdır. Diriltmelidir.
“Antikçağda halk inanışlarında, batıl inançlarda, deyimlerde, masallarda, büyülü ve dini ritüellerde, mitolojide, gösterilerde, kehanetlerde, hatta rüyalarda bol sayıda hayvan yer alır. Yabani hayvanların, Ormanların, denizin derinliklerinin ve dağ zirvelerinin yabani dünyası daha uzaktır, ama sembolik açıdan yine de verimlidir; insanlara uygun olmayan bu ortamlarda yaşayan kurt, ayı, geyik, yabani domuz, leopar ve vaşak gibi insanlardan uzak duran, özgür türlerle insanların dünyası arasında doğaçlama ve kurallara bağlı olmayan ilişkiler söz konusudur. Yabani hayvanların mekânı (agriotës) beklenme dünyası dik ve potansiyel olarak insanlara düşman bir dünya olarak görülür, ormanda veya açık denizlerde kiminle karşılaşılacağı veya bu hayvanların insanlarla karşılaşma durumunda nasıl tepki vereceği belli olmaz.” [6]
Cınıvız’ın daha çocuklukta hissettiği ve kendi benliğini de onun içine kattığı kudretli ses, bazen bir arslan gibi kükreyen, ürküten ses rüzgârın sesidir.
“Yüreğimiz ne zaman acı çekse, onu hatırlarız, çocukluk günlerini. Tepeye yakın ormanla kaplı bir köy evinde, karanlık bastıktan sonra. Kardeşim ve ben. Yatmamız için kalın kalın yorganlar ve ağır yün yataklar hazırlandı. Eskiden hep böyle olurdu; cam, çerçevenin bir tarafı, hep kırık veya yastıkla ya da kâğıtla kapatılmış. Dışarda rüzgâr ağaçları devirirken, bu cam aralığı, sabaha dek ürkütücü bir mızıka gibi durmaksızın, ruhumuzu titreterek çalardı.”[7]
Ürkütücü bir mızıka gibi ruhumuzu titreterek çalan odur.
“Deniz çoğul niteliklidir, hareket eder, yoğundur ve iç tutunumu vardır. Çoğulluğu sonsuz sayıdaki dalgalara dayanır. Dalgalar denizdeki insanı her yönden kuşatır. Dalgaların hareketlerinin aynılığı boyutlarının farklılığına mani değildir. Dalgalar hiçbir zaman büsbütün kıpırtısız değildir.
Hareketlerini dışarıdan esen rüzgâr belirler; dalgalar rüzgârın emriyle şu ya da bu yöne çarparlar. Dalgaların yoğun iç tutunumu kitle içindeki insanın çok iyi bildiği bir şeydir. Diğerlerine sanki kendileriymişlercesine, kendisiyle diğerleri arasında hiçbir mutlak ayrım yokmuşçasına yaslanır. Bu uyumdan kaçmanın hiçbir yolu yoktur; böylece sonuçta oluşan hız ve kuvvet duygusu bütün birimlerce hep birlikte yaratılan bir şey olur. İnsanlar arasındaki bu birbirine tutunmanın özgül doğası bilinmez. Deniz bunu açıklamasa da dile getirir.”
Canetti’nin kitlelerine yüklediği anlam açısından deniz ile ekinin ve ormanın benzerliği vardır. Ekin de orman da dalgalanır deniz gibi. Her üçünü de rüzgâr etkiler. Rüzgâr onlardan farklı bir kuvvete sahiptir, daha etkindir, diğerleri daha kitleseldir ama rüzgârın da bu kitleleri harekete geçiren mayası vardır.
Rüzgâr o bakımdan daha şahsiyet sahibidir.
Denizleri dalgalandıran rüzgar ekinleri de dalgalandırır. Başaklar eşzamanlı olarak bir meyile doğru hareket eder, sonra tekrar eski hallerine döner.
“Ekin bir ot kadar esnektir ve her rüzgârın etkisine açıktır. Başak sapları rüzgârla sallanır; bütün tarla eşzamanlı olarak eğilir. Fırtınalarda tamamen yere yapışır ve uzun süre orada öylece kalır. Ama tekrar dikilmesini sağlayan gizemli bir yeteneği vardır ve çok kötü hırpalanmadığı sürece, bütün bir tarla birdenbire tekrar dikilir. Başaklar ağır başlar gibidir; rüzgâra göre ya insana başıyla selam verir ya da başını başka tarafa çevirir.”[8]
Denizdeki dalgaları da, ekindeki tahılları da ormandaki ağaçları da dik duran nekadar şey varsa onları yatıran kaldıran bir kudrete sahiptir rüzgâr.
Kitle simgesi olarak rüzgâr hep bir dik birey olma hasletindeki Nihat için zaman zaman kitleselleşme arzularının gölgesinde uğuldamaya devam eder.
“Her sıkıntı içindeki ruh, Tanrı’nın göğsü gibi, yüksek bir tepede rüzgârla göğüs göğse geldiğinde, dünyayı iyileştirecek ve hiç tükenmeyecek kopkoyu mavi bir gölgenin, bedenine bir daha çıkmamak üzere girdiğini hisseder… Bu kopkoyu karanlık mavi gölge, girmeden insanın içine… ne ihtiyarlayabilir, ne dinlenebilir insan. Kaya gibi güçlü tarihin, kutsal kitapların sözlerini, kapaklarını, sayfalarını da bu rüzgâr
kurutmuş, eğmiştir. Bu dünyada hiçbir şeyin cevabını bilmiyorum, rüzgârın kırbaç gibi
kayışlarıyla hayata sımsıkı bağlandığım dışında. Ne zaman karşıma çıksa, umutsuzluk içinde, o koyu mavi zincirlerini getirip, sarar ellerimi, kollarımı. Ve birkaç dakika sonra rüzgâr, tüm bedenimi sımsıkı sardığı o tarihi kayışlarını bir sihirbaz gibi aniden çözüverir. İçimdeki ürperti sona erer. Sonsuz bir ferahlık duyarım. Bir köleydim, kral olurum; bir fareydim, kartal olurum. Karanlık olsa da etrafım, bahar çok uzaklarda kalsa da derinliğime zift gibi sürülmüş korkularımı kazıyıp, süpürüp gider, o ladin ağaçlarının koyu gölgesiyle!”
Önce, kurumuş ağaç dallarında düştü düşecek yabani fasulyeler gibi, içinde kurumuş siyah bilyeler gibi tohumlar birbirine çarparak, minicik çın çın’larla serin ve neşeli bir oyuna başlar. Akşam zili gibi serpintili bir ses, “gün bitti” der. Uzaklardaki suların incecik tozdan sesini ağaç diplerine getiren rüzgâr, artık hepimizi üşütmeye başlamıştır. Güneşin hiç bitmeyecek uzayan son gölgeleriyle kötücül hayaletler gibi uzadıkça uzar mezarlıkların gölgesi, geceye hazırlanan şeytani, hortlaksı, hırsız, cins maymunlar gibi, iğrenç fısıltılarla gölgeler her bir ağacın etrafında çember çember kirli karanlıklar oluşturur. Gün boyu ağaç dallarında durmaksızın patlayan cıvıltılı renkli balonlar gibiydi. Şimdi, rüzgârın her bir kolu ağaçlara çarptıkça, ucubeleşen, şekilsizce uzayan dalların tırnakları, sakalları, bin yıllık bir mağaradan
yüzlerce yıl hiç çıkmadan yaşamış tuhaf yaratıklar gibi artık hep karanlık yiyerek büyüyen mağara böcekleri gibi konuşur…”[9]
Canetti, Nihat Genç’in rüzgârla ilgili yazılarını okusaydı, kitle simgeleri olarak rüzgâr için ayırdığı sayfalardan üzüntü duyar ve o sayfaları yenilerdi. Rüzgârı bir tanrı insan gibi tanımlayan her bir kolunun ağaçlara ayrı arı çarpmasını gözlemleyen Cınıvız, bin yıllık mağaralarda büyüyen mağara böcekleri olarak rüzgârı konuşturmaktadır.
“Biz tam uyuyacağız, sanki canavar suratlı, balgama batmış yüzleriyle şekilsiz maymunlar gelip bizi boğacaklar, sanki bu yatakta, bu seslerle boğularak öleceğiz! Uzaklarda köpek sürüleri topluca havlıyorlar. Rüzgâr yüzlerce baltasıyla ormana girmiştir. Helva gibi, şarap gibi uzun akşamın renkleri sona erdi. Küçücük sarmaşıklar, gün boyu ip atlar gibi neşeyle rüzgârla oynaşmaktan çoktan bıktı. Şimdi, korkuyla ağaçların kalın gövdelerine diş geçirerek sıkıca tutunmaya başladılar. Rüzgâr, karanlıkla sarmaş dolaş elinde kapkara baltasıyla kol gezdikçe ormanda, dallar, ağaçlar, minicik sarmaşıklar, işte asıl şimdi, birbirlerine daha yakınlaşır, kucaklaşmak isterler, minicik renkli yüzlerce morlu çiçek, karanlığa gömülürken, sanki cıvıltılarla dolu yüzlerce çirkin çocuk çığlığı perde perde yükselir…
Rüzgâr girdikçe içerlere! Günün renkli telaşını bastıran karanlık… Artık korkuların süsüyle başka tür bir merhamet, başka tür bir ısıt beni, koru beni, diyerek ona buna sarılan, çok uzaklardaki bir Tanrı’dan yalvararak yardım isteyen çığlıklarla inler durur sabaha dek. Çoğunun parçalanıp ölüm saati gelmiştir. Sabaha kalmaz. İşte orada, tüm dünyamız, uzun ağaçların boyunlarına, küpelerine, sonsuz bir kederin bakışıyla uzanır. Artık gözümüze hiç uyku girmese de, ay bizi unutsa da yıldızlar hiç ışıldamasa da, göklerin ve tarihin ve çağların bu yakaran, yalvaran sesleri, ruhumuza çalı parçaları gibi sürtünüp, korkuyla tutuşurlar…”
Atatürk’ün bu memleket ve insanları için güzel bir tanımı var:
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı, onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Atatürk’ün dediği gibi, önce bu memleketin rüzgârlarında, fırtınalarında, kasırgalarında sallandı Nihat; sonra, rüzgâr oldu, kasırga oldu, fırtına oldu…
[1] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, 2022
[2] Arslan Bulut, Meclis Dikmen Kapısı ve Nihat Genç, Yeniçağ Gazetesi, 07.07.2025
[3] Nihat Genç, Dün Korkusu, (Dün Korkusu, Damla Neşriyat, İstanbul 1989
[4] (1) Nihat Genç, age
[5] Nihat Genç, age
[6] Umberto Eco, Antik Yunan, Alfa Tarih, Çev. Leyla Tonguç Basmacı, İstanbul 2017
[7] Nihat Genç Age
[8] Canetti, age
[9] Nihat Genç, age