Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Doğayı Zincirleyen İnsan: Tahakkümün Çöküşü ve Gerçek Sürdürülebilirlik

Doğayı Zincirleyen İnsan: Tahakkümün Çöküşü ve Gerçek Sürdürülebilirlik

0
Paylaş

Bu metinler, insanlığın doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini ele almaktadır. Özellikle “Doğayı Zincirleyen İnsan” başlıklı yazı, modern çağda doğanın bir kaynak nesnesine indirgenmesini ve bunun çevresel yıkıma yol açan illüzyonunu açıklıyor. Metin, devletlerin ve şirketlerin “sürdürülebilirlik” söylemlerinin genellikle ekonomik çıkarları maskeleyen bir “yeşil aklama” aracı olduğunu öne sürer. Bu noktada, “Instinct” filmi, insanın doğayı hapsetme çabasının aslında kendi özgürlüğünü zincirlediğini gösteren bir alegori olarak sunulur. Genel olarak, yazılar gerçek sürdürülebilirliğin, doğayı sadece ekonomik bir araç olarak görmekten vazgeçip, onunla eşit bir ilişki kurmaktan geçtiğini vurgular.

 

İnsanlık, binlerce yıldır doğa karşısında kendini efendi ilan etmenin sarhoşluğunu yaşıyor. Antik çağlarda, rüzgârın yönünü okuyan, nehirlerin taşkınlığını gözeten, toprağın bereketine teslim olan insan; modern çağda bu teslimiyeti bir “zayıflık” emaresi saydı. Doğayı dizginlenmesi gereken bir hayvan, mühendislik masasında hesaplanacak bir denklem, ekonomik raporlara yazılacak bir “kaynak” olarak gördü.

Aydınlanma’nın akılcılığı ve Sanayi Devrimi’nin devasa makineleriyle birlikte doğa, bir “nesne”ye indirgenmiş oldu. Özne, yani insan; nesne, yani doğa üzerinde sınırsız bir tahakküm kurabileceğini düşündü. İşte bu düşünce, modern kapitalizmin çekirdeğine yerleşti: kaynakların sınırsız olduğu illüzyonu.

Oysa hakikatin tokadı serttir. Kaynakların tükenmez olduğu yanılsaması, aşırı tüketim döngüsünde çürüyüp gitti. İnsanlığın doyumsuz iştahı, petrol kuyularından yükselen dumanlarda, okyanuslara saçılan plastik atıklarda, gökyüzünü örten karbon bulutlarında gözlerimizin içine bakarak yalanı ifşa etti. Neoliberal piyasanın sahte özgürlüğü, bireye istediği her şeyi alma hakkını kutsarken, kolektif geleceğimizi ipotek altına aldı.

Bugün geldiğimiz noktada, doğa artık sessiz bir nesne değil; hırpalanmış bir beden. Dahası, bu beden artık karşılık veriyor: orman yangınları, kasırgalar, kuraklıklar, buzulların çözülüşü… İnsanlığın tahakkümü, kendi mezar taşını yontmaya başlayan bir heykeltıraşın trajedisinden farksız.

Batılı” ve “Batıcı” devletlerin dilinde “sürdürülebilirlik” sözcüğü bir tür büyü gibi dolaşıyor. Her strateji belgesinde, her kalkınma planında, her uluslararası zirvede aynı kelimeyi işitiyoruz: sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir şehirler… Ancak bu kelimenin içi, doğanın korunmasından çok, ekonominin devamlılığıyla doldurulmuş durumda.

Devletler için “sürdürülebilirlik”, aslında büyümenin kesintiye uğramaması demek. Yani kaynakların tükenmesine rağmen üretimin sürmesi, tüketimin devam etmesi, piyasanın çarklarının durmaması… Bu yüzden çevre politikaları, çoğu zaman sermaye düzeninin sigortası olarak işlev görüyor.

Resmî belgelerde “yeşil dönüşüm” olarak pazarlanan söylemler, pratikte doğayı yeniden üretime koşmak anlamına geliyor. Orman, artık sadece karbon yutak alanı; nehir, enerji kaynağı; toprak, endüstriyel tarımın girdisi… Doğa, kendi varlığıyla değil, piyasanın ihtiyacına ne ölçüde cevap verdiğiyle değer buluyor.

Buradaki trajedi, doğanın korunmasının bir “amaç” olmaktan çıkarılıp, yalnızca ekonomik istikrarın “aracı” haline getirilmesidir. Yani sürdürülebilirlik, devletlerin retoriğinde bir ekolojik etik değil, krizleri erteleme tekniği.

Devletlerin metaforik sürdürülebilirlik söylemleri, özel sektörün parlak raporlarında daha cilalı bir vitrin bulur. Şirketler, her yıl yayınladıkları sürdürülebilirlik raporlarıyla, karbon ayak izlerini hesaplayarak, geri dönüşüm oranlarını şeffaflıkla paylaşarak, sanki doğanın gerçek hamisiymiş gibi görünürler. Oysa bu belgeler, çoğu kez gerçeği temsil etmekten çok bir “kurumsal makyaj” işlevi görür.

Yeşil aklama” tam da burada devreye girer: şirketler çevreye en çok zarar veren faaliyetlerini görünmez kılar, asgari sosyal sorumluluk projeleriyle vitrin süsler, karbon emisyonlarını kâğıt üzerinde telafi eder. Fosil yakıt devleri rüzgâr türbinlerini, madencilik şirketleri “rehabilitasyon projelerini”, moda markaları geri dönüşümlü kumaşlarını öne çıkarır. Ama perde arkasında tüketim çılgınlığına, mevcut potansiyel talanın ve çevresel tahribatın sürekliliğine dokunulmaz.

Kapitalizmin ustalığı burada yatar: yıkımı sürdürülebilirlik adıyla meşrulaştırmak. Yani hem doğayı tüketmek hem de bu tüketimi etik bir kılıfa büründürmek. Böylece hem piyasanın vicdanı rahatlatılır hem de tüketicinin iç huzuru korunur. Bir alışveriş torbasının üzerine basılan yeşil yaprak logosu, milyonlarca ağacın kesilişini görünmez kılabilir.

Sürdürülebilirlik raporları, aslında şirketlerin çevreyle olan ilişkisini açıklayan metinler değil; toplumsal rızayı yeniden üreten ideolojik aygıtlardır. Tıpkı devletler gibi şirketler de doğayı bir “varlık” olarak değil, “kaynak” olarak görür. Farkları, bu kaynak sömürüsünü bir reklam kampanyası gibi pazarlamalarında yatar.

Kısaca, bugün için “sürdürülebilirlik” kavramının çokça tüketildiğini ve içinin boşaltıldığını, anlamından fazlaca ödün verdiği bir gerçek. Yine de bu durum, gerçek sürdürülebilirliğin imkânsız olduğu anlamına gelmez. Mesele, doğayı ekonomik çarkların yağı olarak görmeyi bırakıp, onu kendi varlığıyla değerli kılabilmekte yatıyor. Doğa, yalnızca bir kaynak değil; varoluşumuzun zemini, nefesimizin kaynağı, hafızamızın taşıyıcısıdır. Gerçek sürdürülebilirlik, bu farkındalıkla başlar.

Ne yapılmalı? Öncelikle devletlerin politikaları, “büyümedeğilsınırları tanımaüzerine kurulmalı. Kalkınmanın ölçütü, GSYH artışı değil; ekosistemlerin korunması, biyolojik çeşitliliğin sürmesi, insanın doğayla kurduğu uyum olmalı. “Ne kadar çok ürettik?” sorusu yerine “ne kadar uyumlu yaşadık?” sorusu esas alınmalı.

Şirketler için ise sürdürülebilirlik, bir halkla ilişkiler stratejisi değil, üretim mantığının kökten dönüşümüdür. Yalnızca daha az zarar vermek değil, doğayı onarıcı bir ekonomi inşa etmek: toprağı geri kazandırmak, karbonu nötrlemek değil azaltmak, atığı yönetmek değil önlemek… Gerçek sürdürülebilirlik, tüketim döngüsünü kutsamaktan değil, onu sorgulamaktan geçer.

Ve bireylere de iş düşer: tüketimi kimliğimizin temel ölçütü olmaktan çıkarıp, yeniden toplumla ve doğayla bağ kurarak gerçek ihtiyaçlarımız ve yaşam biçimimiz üstüne düşünmek.  Çünkü tüketim yalnızca raflardan değil, ruhlarımızdan da bir şeyler eksiltiyor.

Kısacası, sürdürülebilirlik ancak ekonomi, politika ve bireysel yaşamın doğa ile yeniden “eşit bir ilişki” kurmayı öğrenmesiyle mümkündür. Tahakkümden değil, karşılıklılıktan doğacak bir etik. İşte o zaman belki, bugünkü yanılsamanın ötesine geçip doğayı yalnızca korumakla kalmaz; onunla yeniden birlikte var olabiliriz.

***

Meşhur Hollywood aktörü Anthony Hopkins’in başrolünde oynadığı ve Jon Turteltaub tarafından yönetilen ABD yapımı Instinct (İçgüdü, 1999) filmi, aslında tam da bugünkü çıkmazımızı simgeleyen bir alegoridir.

Film, yüzeyde bir suç ve akıl sağlığı hikâyesi gibi görünse de derinlerde insanın doğayla olan ilişkisini ve tahakküm tutkusunu masaya yatırır.

Hopkins’in canlandırdığı antropolog Ethan Powell, yıllarını Ruanda’da gorillerle birlikte geçirir. Bu deneyim, onda doğanın döngüsüyle bütünleşme hissini uyandırır. Fakat modern insanın açgözlülüğü ve şiddeti, bu uyumun içine sızar. Powell, gorilleri korumak adınauygar insanlara” karşı şiddet uygular ve sonunda, hapishaneye düşer. Asıl sorgulanan ise onun “suçu” değil, bizim uygarlığımızın suçu olur: doğayı sömürmek, tutsak etmek ve onu bir kaynak nesnesine indirgemek.

Filmde gorillerin sessizliği, uyumları, doğayla kurdukları bağ, “özgürlük” olarak işlenir. İnsanlığın kurduğu hapishaneler –yasalar, şehirler, şirketler, tüketim döngüleri– bu özgürlüğün karşıtıdır. Ironi şuradadır: doğayı zincirleyen insan, aslında kendi özgürlüğünü zincirlemektedir.

Bugün devletlerin “sürdürülebilirlik” söylemleri ve şirketlerin “yeşil aklama” raporlarıyla sürdürdüğü yanılsama, Instinct’in bize hatırlattığı çıplak gerçekle çarpışır: doğa, kendini sömüren uygarlığı affetmeyecektir. Hopkins’in karakteri aracılığıyla duyduğumuz o içsel haykırış, aslında doğanın sesidir.

Instinct, bu anlamda yalnızca bir film değil, bir ayna işlevi görür. İnsanlığın doğayla kurduğu ilişkiyi, tahakküm ve özgürlük yanılsamasını yüzümüze çarpar. Biz de bugün bu aynaya bakmak zorundayız. Çünkü bakmazsak, doğa zaten kendi içgüdüsüyle bizi bakmaya zorlayacaktır: yangınlarla, kuraklıkla, fırtınalarla, sellerle, salgın hastalıklarla…

Üstüne düşünelim…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!