Alper Sezener’in “Cehalet Senfonisi” adlı yazısının ana fikri, günümüz cehaletinin artık sessiz ve mahcup bir durum olmaktan çıkıp, sosyal medya platformları ve teknoloji aracılığıyla gürültülü, organize ve hatta “senfonik” bir hale geldiğidir. Yazar, eskiden bilmediğini bilmenin mahcubiyetini taşıyan cehaletin, şimdilerde bir “gösteri biçimi”ne dönüştüğünü savunur. Cehalet artık yalnız değildir ve bir “algoritmanın sıcak kucağında” barınmaktadır. Bu durum, kendi gibi düşünmeyenleri etiketleyen kalabalık bir sürünün oluşmasına ve bu bireylerin kendi fikirlerine daha fazla inanmasına yol açmaktadır. Yazar, bu dönemi bir düşünce çağı değil, “kimin sesi daha çok çıkıyorsa haklı odur” mantığının hâkim olduğu bir “gürültü çağı” olarak nitelendirir. Yazının temelinde, ekranların artık bilgi öğretmek yerine, kişilerin hoşuna gidecek cehaleti sunması ve böylece herkesin kendi “yankı odasında” tutsak kalması fikri yatmaktadır. Eğitim sistemi de bu yeni cehaletin bir üreticisi haline gelmiştir. Sorgulama yerine ezberin teşvik edildiği bu sistemde, “diplomalı cehalet” en tehlikeli cehalet türü olarak gösterilir. Yazar, bilginin sabırsızlık çağında yaşayamadığını ve düşünme refleksinin yerini kaydırma hareketinin aldığını belirterek bu durumu özetlemektedir.
Sahne loş. Ekran ışığı, bir spot gibi yalnızca yüzümüzü aydınlatıyor. Ekran dışında hiçbir şey görmüyoruz, parmaklarımız tuşlara değil hezeyanlara basıyor. Uzaktan orkestranın ilk çığlığı yükseliyor: Cehalet artık suskun değil. Gürültülü… Hatta senfonik…
Bir zamanlar cehalet sessizdi. Kategorik olarak, uzakta bir köyde, bir mezrada, bir kır kahvesinde otururdu. Varlığıyla değil, yokluğuyla tanınırdı. Bilmediğini bilmenin mahcubiyeti vardı üzerinde. Şimdi ise cehalet bir sahne ışığı altında dans ediyor. TikTok’ta, Instagram’da, X’te, LinkedIn’de, meclis kürsüsünde, plazaların danışma katında, hatta üniversite binalarının amfilerinde… Mikrofonu eline geçirmiş, bağırarak düşünmeye çalışıyor.
Bilgisizlik artık bir eksiklik değil; bir gösteri biçimi. “Bilmiyorum” demek yerini, “Ben öyle olduğunu düşünüyorum”a bıraktı. Düşünce değil bu, reaksiyon. Kavrayış değil, refleks. Eğitimsizlik değil yalnızca söz konusu olan; öğrenmeye karşı kendince haklı direnişin gururu.
Çünkü cahil artık yalnız değil. Yalnız olsa yine umut olurdu. Ama şimdi bir algoritmanın sıcak kucağında. Kendi gibi düşünmeyene “hain“, “elit“, “bilmiş“, “monşer”, “ajan“, “gayri millî”, “faşist”, “komünist” diyen bir sürüyle birlikte. Kalabalıklaştıkça kuduruyor. Gülüşleri şizofreni, sözleri emir, öfkesi kanun gibi yayılıyor.
Dahası, işin kötüsü: Cahil şimdi kendi fikrine, yargısına ve edimine daha fazla inanıyor. Gözünün önünde örselenen muğlak bilim, yerle bir edilen karşılaştırmalı tarih, yerini medeniyet sonrası bir komplo tapınağına bırakıyor. Evrenin sırlarını çözmek isteyen çocuklar yerine, yağmur duasından medet uman dayılar yetişiyor artık.
Bu çağ, bir düşünce değil, bir gürültü çağıdır: “Kimin sesi daha çok çıkıyorsa haklı odur.” Çığırtkanlık bilgiye tercih ediliyor. Derinlik değil, tepki aranıyor. Düşünme süresi saniyeye, karar süreci liyakatsizliğe indirgenmiş.
Bir zamanlar insanlar kitaplardan öğrenirdi. Kitap ağırdı, çünkü bilgi de öyleydi. Şimdi insanlar ekranlardan öğreniyor. Ama ekran öğretmekten ziyade yansıtıyor ve cehaletin sureti, bu cam, kara aynada artık her zamankinden daha berrak.
Bir ekrana bakıyorsun ve ekran sana senin en çok hoşuna gidecek cehaleti sunuyor. Seçilmiş illüzyonlar. Süzülmüş duygular. Herkesin haklı olduğu, kimsenin düşünmeye mecbur olmadığı bir dijital ütopya. Orada bilmek değil, hissetmek önemli. Gerçek değil, hoşuna giden yeterli.
Algoritma, bu çağın yeni Peygamberi. Tövbe etmesen de ödüllendiriyor. Bilgiye değil, etkileşime teşvik ediyor. Senin öfkeni, tepkini, korkunu ölçüyor. En çok neye tıklıyorsan, sana onu sunuyor. Sonunda fark etmeden kendi yankı odanda tutsak oluyorsun. Başkalarının sesini duyamıyorsun çünkü kulaklarında kendi egon çınlıyor.
Her şey bir başlıkla geliyor. İçeriği açmaya gerek yok. Zihinler artık içeriğe değil, ilk cümleye endeksli. Düşünme refleksi, kaydırma hareketine kurban. Gerçekliğin ritmi yavaş, ama ekran hızlı. O yüzden düşünce kaybediyor. Çünkü bilgi, sabırsızlık çağında yaşayamaz.
İnternette dolaşan herkes, artık bir kanaat önderi. Eski dünyanın bilginleri, ustaları, öğretmenleri, yıllarca çalışıp didinen enekçiler, sessizce üretenler… onlar artık “algı yönetemeyen” azınlık. Artık, üç video izleyip uzman olduğunu ilan eden bir ergen, milyonlarca izleyiciye ulaşabiliyor ve ekrandakiler onu alkışlıyor. Çünkü cahil, tüketicidir. Şüphe etmez, sorgulamaz; daha çok izler. Sistem de zaten bunu ister: Şüphe değil, sorgusuz kabul. İktidarların cahil halk tutkusu bu yüzdendir.
Görünmeyen bir dinleyiciye konuşuyoruz artık. Gerçek mi, yapay mı; fark etmiyor. Yeter ki ekran açık kalsın. Yeter ki izlesin. Ekran açık kaldıkça cehalet, görünürlükle ödüllendirilen bir meziyet gibi parlamaya devam ediyor.
Eğitim bir zamanlar cehaletin panzehiri sayılırdı. Artık değil. Çünkü cehalet değişti. Artık kuru bir boşluk değil, dolgun bir içerik. Yalnızca bilmemek değil mesele; yanlışla doyurulmak. Eğitim sistemi, bu yeni cehaletin en rafine üreticisi.
Müfredat, çeki düzen değil; zincirdir artık. Herkesi aynı hizaya sokan, farklı düşünceleri törpüleyen bir şablon. Sorgulama değil ezber, analiz değil tekrar. Öğretmen değil, bilgi teknisyeni. Öğrenci değil, pasif tüketici. Her şey hazır, her şey steril, her şey kayıtsız. Soru sormak aykırılık, yanıtları kurcalamak tehlikedir. Çünkü sistem soru değil, sessizlik üretmek istiyor.
İlkokuldan üniversiteye kadar süren bu senfonide, enstrümanlar susturuluyor. Felsefe dersinin yerine sınav kaygısı konuluyor. Hayal gücü, “işe yaramaz” damgası yiyor. Sanat dersleri iptal, beden eğitimi formalite, müzik dersi yok sayılıyor. Bilgi, sınav puanına indirgeniyor. Herkes mezun olduğunda aynı sözleri tekrar eden birer eko cihazına dönüşüyor.
Bu noktada ironik olan şu: Cehalet burada durmuyor. Diplomalı cehalet en tehlikelisi. Unvanları, imzaları, yetkileri, fikirleri var ama bilgileri yok. Öğretilmiş hurafeler, ezbere cümleler bezeli dimağları farklı olanı algılamakta zorlanıyor. Devamlı konuşmaktan dış dünyayı duymaktan acizler. En çok konuşanlar, en az bilenler çağında, diploma artık bilginin değil, sisteme uyumun nişanı.
Eğitim, birey yaratmak için değil, sürüye uygun insan üretmek için çalışıyor. Disiplin, itaat, standartlaşma… Bunlar kutsanıyor. Ama oysa bilgi rahatsız ederdi. Soru kıymık gibi batar, düşünce uykuyu kaçırırdı. Şimdi herkes rahat. Herkes ekranına gömülü. Müfredat kazandı. Cehalet ise alkışlanıyor.
İşte bu yüzden bu senfoni bitmiyor. Yalnızca tempo değiştiriyor.
Hepimiz bu senfoninin içindeyiz. Dinlemiyoruz. Düşünmüyoruz. Ama çok güzel susuyoruz.
***
Bilginin itibarsızlaştırıldığı, ekranların kutsandığı ve eğitim sistemlerinin zihinsel uyuşukluk ürettiği bir çağda yaşıyoruz. Cehalet artık bir eksiklik değil; bir tavır, bir duruş, hatta bir yaşam biçimi. Peki, bu toplumsal dönüşümün sonu nereye varır? İnsanlık, düşünmeyi bıraktığında nasıl bir gelecek şekillenir? İşte tam da bu soruları hem absürt hem de ürkütücü bir dille irdeleyen bir film var: Idiocracy (2006). Amerikalı yönetmen Mike Judge’ın kara mizahla bezeli bu kült distopyası, “Cehalet Senfonisi”nin sinemasal yankısı olarak sahneye çıkıyor ve bize güncel bir soruyu tekrar hatırlatıyor: “Eğer zekâ hayatta kalmak için bir gereklilik olmaktan çıkarsa, geriye ne kalır?”
Film, bir deney sırasında dondurulan ortalama zekâlı bir Amerikalı askerinin, 500 yıl sonra uyanıp kendini insanlığın en zeki bireyi olarak bulması ile başlıyor. Geçen yüzyıllar boyunca doğal seçilim tersine işlemiş, toplum hızlıca aptallaşmıştır. Reklamlar, fast food zincirleri, “reality” şovları ve sansasyonel cehalet, yeni dünyanın kutsal değerleri olmuştur.
Türkçe’ye “Ahmaklar” olarak çevrilmiş olan Idiocracy, ilk bakışta absürt bir bilimkurgu komedisi gibi dursa da aslında medya manipülasyonu, eğitim erozyonu, tüketim çılgınlığı ve bilinçli cehaletin sistematik yükselişi üzerine karanlık bir alegori. Yani “Cehalet Senfonisi”nin tam da sahneye koyduğu anlatının beyazperdedeki tezahürü.
İyi Pazarlar.