Özgür Çelik
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Parçalanmış Bir Dünyanın Jeopolitik Psikolojisi

Parçalanmış Bir Dünyanın Jeopolitik Psikolojisi

0
Paylaş

Küresel gerilimlerin arttığı bir dönemde şu giderek daha net anlaşılıyor: Dünya ahlaki pusulasını kaybetti. İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik son saldırıları sadece Ortadoğu’daki bir gerilimin tırmanışı değil, aynı zamanda ahlaki yargıların giderek güç çıkarlarıyla yer değiştiği bir dünya düzeninin tezahürüdür. Bir devletin nükleer silaha sahip olup olamayacağına kim karar veriyor? Terörizmin tanımını kim yapıyor? Ve neden aynı ölçütler herkese uygulanmıyor? Bu sorulara verilen cevaplar acı bir gerçeği gözler önüne seriyor: Artık nesnel bir hakem yok; sadece jeopolitik çıkarlar, stratejik anlatılar ve seçici ahlak anlayışı var.

İsrail, saldırılarını İran’ın nükleer programından doğan tehditle gerekçelendirirken, İran da nükleer caydırıcılıktan yoksun bırakılıp Batı müdahalelerinin kurbanı olan diğer devletleri örnek göstererek kendini savunma hakkına vurgu yapıyor. Her iki taraf da, tarihten gelen güç ilişkileriyle şekillenmiş bir sistemin içinde hareket ediyor. Kimlerin silah sahibi olabileceğine, kimin demokrasi sayılacağına ve kime yaptırım uygulanacağına ya da kimin bombalanacağına karar veren Batı’dır – özellikle de ABD ve müttefikleri. Uluslararası hukuk ise artık evrensel bir temel değil, jeopolitik hesaplara hizmet eden esnek bir araç haline gelmiştir.

Bu dinamikler tekil örnekler değil, küresel güç denklemine içkin bir yapının parçalarıdır. “Meşruiyet”, “terörizm” ya da “özgürlük” gibi kavramlar, kimin konuştuğuna, kimin hedef alındığına ve çıkarların ne olduğuna göre değişkenlik gösteren göreli anlamlar kazanmıştır. Hizbullah gibi yapılar Batı söyleminde terörist olarak anılırken, sivillere karşı benzer şiddet yöntemleri kullanan başka aktörler korunmakta ya da desteklenmektedir. Terörizm kavramı artık güvenlikten çok güvensizlik yaratan, uluslararası kurumların inandırıcılığını zedeleyen siyasi bir mühür haline gelmiştir.

Ortadoğu, bu küresel güç mücadelelerinin bir yansıma alanına dönüşmüştür. İsrail ve İran arasındaki çatışma yalnızca iki ulus devletin değil, bölgesel ve uluslararası çıkarların iç içe geçtiği bir vekalet savaşıdır. İran, izolasyon, yaptırımlar ve gizli operasyonlarla zayıflatılmış bir şekilde sürekli bir kuşatma altında hissederken, aynı zamanda Suriye, Irak ve Yemen’deki milisleri ve çatışmaları kullanarak bölgesel nüfuzunu korumaya çalışmaktadır. İsrail ise Batı’nın desteğini arkasına alarak güvenlik anlatısını önleyici şiddet için bir meşruiyet aracı olarak kullanmaktadır. Her iki devlet de aynı anda hem fail hem de küresel aktörlerin yönlendirebildiği bir sistemin ürünüdür.

Ancak bu parçalanmış düzenin odağında yalnızca Ortadoğu yoktur. Türkiye de dış ve iç politikanın birbirinden ayrılamaz hale geldiği bir dünyanın çelişkilerini somutlaştıran örneklerden biridir. On yıllar boyunca Türkiye, Batı’nın stratejik ortağıydı – NATO üyesi, sınır bekçisi, Doğu ile Batı arasında bir köprü. Fakat bu jeopolitik değer, içeride derin bir gerilimle birlikte gelişti: Kürt sorunu, Ermeni meselesi, mülteci politikaları – tüm bu alanlarda dış aktörler doğrudan veya dolaylı olarak etkili oldular. Batılı ülkeler bir yandan insan haklarına vurgu yaparken, diğer yandan kendi çıkarları doğrultusunda otoriter yapıları desteklediler. Politikacılar kamuoyuna mesafe koyarken, arka planda diplomatik ve güvenlik işbirlikleri devam etti – pragmatik, stratejik ve ikiyüzlü bir şekilde.

Küresel nüfuz stratejisi en sinsi yüzünü modern mülteci politikalarında göstermektedir. Eskiden etnik ya da dini azınlıklar üzerinden yürütülen müdahaleler, bugün göç hareketlerinin yönlendirilmesi yoluyla yapılmaktadır. Mülteciler, menşe ülkelerinde baskı aracı, varış ülkelerinde ise toplumsal gerilim unsuru olarak jeopolitik bir oyun parçasına dönüşmüştür. Batı’nın insani yardım söylemi ise çoğu zaman güç politikası hesaplarını gizlemek için kullanılan bir örtüdür. İstikrarsız bölgeler göç yaratır, göç toplumsal tedirginlik yaratır ve bu tedirginlik devletin denetim araçlarının artırılmasından, “ötekilere” karşı ideolojik seferberliğe kadar pek çok iç politika hedefini meşrulaştırmak için kullanılır.

Avrupa da bu oyunun bir parçasıdır – ama egemen bir aktör olarak değil, cepheler arasında sıkışmış tereddütlü bir oyuncu olarak. Ekonomik gücüne ve siyasi bütünleşmesine rağmen kıta, Amerikan güvenliğine, Rus enerjisine ve Çin pazarlarına bağımlı kalmaya devam etmektedir. Kendi başına jeopolitik bir aktör olma fikri Avrupa’yı korkutmaktadır – zira bu durum ekonomik çalkantılardan siyasi istikrarsızlığa, askeri acziyetten duyulan korkularla beslenmektedir. Avrupa’nın kimlik krizi, sadece içsel bir sorun değil, aynı zamanda evrensel değerlerin değil, çıplak çıkarların belirleyici olduğu bir dünyada eylem kabiliyetini zayıflatan yapısal bir kırılmadır.

Sıkça dile getirilen çok kutuplu dünya, klasik anlamda bir düzen değil. Her gücün kendi kurallarını yazdığı açık bir oyun alanıdır. Rusya, Batı’ya karşı dengeleyici bir güç gibi görünmeye çalışırken kendisi de emperyal politikalar izlemektedir. Çin, “Kuşak ve Yol” projeleriyle küresel ölçekte ekonomik bağımlılık ağları örmektedir. ABD ise eski ittifaklar üzerinden yeni düzenler kurmaya çalışmakta, bu yolda yaptırımlardan rejim değişikliğine ve “demokrasi ihracı”na kadar klasik araçlara başvurmaktadır. Ancak bu aktörlerin hepsinin ortak bir noktası var: Stratejik çıkarlarını gizlemek için ahlaki anlatılara başvuruyorlar – ve bu da güvenin neredeyse kalmadığı bir dünya yaratıyor.

Çünkü artık güven bir siyasi sermaye değil. Yerini güvensizlik aldı – devletler arasında, toplumlar arasında, hükümetlerle halkları arasında. Günümüzün siyasi psikolojisi diyalog yerine önlem, işbirliği yerine denetim, uzlaşma yerine tırmanış ile şekillenmektedir. Devletler savaşmak için değil, yalnız bırakılmak için silahlanıyor. Diplomasi yerini yaptırımlara, anlatılar sloganlara, halklar ise bir tür alaycı umutsuzluğa bırakıyor.

Elimizde kalan, güvenilir ilkelere dayanmayan bir dünya düzeni: Gücün hukukun önünde, çıkarların ideallerin önünde olduğu, insanlığın büyük kısmının ise bir oyunun pasif figüranına dönüştüğü bir düzen. Mülteciler, azınlıklar, muhalif hareketler ve tampon devletler – hepsi artık sonucuna kendilerinin karar veremeyeceği bir oyunun parçası. Eksik olan yeni bir konferans, yeni bir anlaşma ya da yeni bir vaat değil. Eksik olan, siyasi sorumluluğa dair yeni bir anlayış – hegemonik gösterişin ötesinde, stratejik çifte standardın ötesinde, umutla oynanan bu alaycı oyunun ötesinde bir anlayış.

 

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haberiniz ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!