Dini, yüzünden anlayan veya kendi dinlerini kuranların elindeyiz. Dinin özüyle ilgileri kalmadığı gün gibi açıktır. Görünüşe, gösterişe bakmayınız. Bildiğimiz üç beş din ritüelini öne çıkarmaları avcının tuzağıdır. Din ve değer taşımaz. Biraz güçlenince dört asır geride kalmış kilise engizisyonunu aratmayan işlere girişmeleri değer bırakmayışlarındandır. Bunlar açıktır ama bir husus daha açıktır: Tanrılık taslayarak ensemizde boza pişirmelerine izin veren biziz. Bu yanlış din kurgusuna açtığımız sonsuz kredi bizi vuruyor. Ettiğimizi buluyoruz. Bunu göreceğiz.
Bu haliyle cami ve medrese merkezli sözüm ona dinî anlayış sadece ticarettir. Değerleri değersizleştirdiği için, dün-bugün olduğu gibi durmadan kötülük üretebilecek azgın bir ticarettir. Tasavvuf alanı da artık temiz değildir. Üstelik orada aldatma daha kolaydır. Gizli, açık, kurtarıcı bir güce bağlanmanın bu türlüsü sahtekârların iştahını büsbütün kabartır. Bugün piyasayı “O benim” diyen fırsatçılar sarmış görünüyor.
Peki, tamam da ne yapacağız? Aslında ölçü gayet nettir: Tasavvuf, makam-mevki-şöhret-menfaat beklentisine izin vermez. Kim bu dünya nimetlerini elde etmek için şeyhlik ediyorsa apaçık sahtekârlığına hükmedebilirsiniz. Bu ölçüyü unutursak işte bugün olanlar olur. İşin kanunî yönü ayrıca konuşulur. Cemaat bataklığını kurutma yolları da konuşulur. Fakat Diyanet’ten başlanacaktır.
Osmanlı tecrübesi
Osmanlı Türkiyesi, Selçuklu Türkiyesinin tecrübelerine dayanarak tasavvuf alanını akıllıca çerçevelemişti. Siyasete karışamazlardı. Padişah, ‘Sen gönüller sultanlığını seçtin. Ben de senin bu gayretini meşru kabul ediyor ve destekliyorum. Ancak dünyanın Sultan’ı benim. Bu alana girdiğinde külahları değişiriz.’ derdi. Şimdi Sultan’ın yerinde oturan da onlardan görünüyor.
Osmanlı, tekke ve dergâhları, 19. yüzyıla, yani iyice zayıfladığımız döneme kadar kendi alanında tutmayı başardı. Onlar da zaten kontrollü merkezlerdi. Birbirlerini çizgi dışına çıkarmayacak iç disiplinleri de vardı. İnsan yetiştirdiler. Devlet, asıl medrese sistemine bağlı din esaslı sivrilikleri kontrol etmekte zorlandı. Onların gücü çok canımızı yaktı. 2. Mahmud gibi radikal bir inkılapçı bile medreseleri kapatamadı. Tanzimat’la Batı tipi mektepler açarak ancak alanlarını daraltabildik.
Medreseyi dönüştüremediğimiz açık. Din ve hukuk alanını onlara bıraktık. Örgün eğitim sistemine onlar hâkimdi. Bürokraside ağırlıkları her zaman vardı. İyi ki devletin tepesine hiçbir zaman hâkim olamadılar. Şansımız buydu. Şimdiki şanssızlığımız daha kötülerin merkezde bulunmasıdır.
Geldiğimiz yer
Bir hususu dikkatte tutmak lazımdır: Devlet güç kaybettikçe onlar güçlendi. Medrese kalıntıları ve camiye hâkim zihniyet halkı devlete karşı devamlı kışkırttı. Yani Osmanlı Sarayı ve Bâbıâlî(hükümet) ile bu din tüccarlarının arası hiçbir zaman iyi olmadı. Bunu bileceğiz. Cumhuriyet’i kuranlar Osmanlıyı zayıf düşüren bu yobazlığı iyi biliyorlardı. Laikliği bu şuurla benimsediler. Dini kullanmayı devlet dışına ve giderek hayat dışına çıkarmayı hedeflediler. Avrupa’nın yüzyıllar önce çözdüğü problemi çözme adımları iyi düşünülmüştü. Tam başaramadık ve sağ iktidarların akılsız desteğiyle de alan kazandılar ve bugüne geldik.
Yüzyıllardır bu bezirgânların ellerine bıraktığımız din öyle bir güç ki hiçbir kuvvet karşısında uzun zaman dayanamaz. Dünyanın gerilerinde bocalar dururuz. Türkiye gibi büyük bir ülke eline geçen yirmi yıllık tek başına iktidar gücünü, olumlu şartlara rağmen kullanamaz ve ilk on ülke arasına girme hedefini kaçırır. Elli yıldır içinde bulunduğu ilk yirmiden de düşer. Evet yanlış duymadınız, Türkiye artık dünyanın 23. gücü sırasına geriledi. Din simsarlığıyla, din sosuyla bozulmamış akıl bir arada bulunmaz.
“Huzur İslâmdadır” diyenlerin huzuru ve İslâm’ı yok edici programlarını yaşayarak gördük. Zaten kötü bir slogandı. Ne manaya geldiğini, arabalarının camlarına yapıştıranlar ve bağıranlar da bilmiyordu. Birçoğuna sorduğumu hatırlarım. “İslâm diyoruz işte” diyorlardı. Anlayanı ve açıklayabileni görmemiştim. Daha açıklayıcı bir cevap duymamıştım. Bu konuda onlar istisna değiller. Milliyetçiler de milletlerinin hiçbir şeyini bilmeden seviyorlar. Böyle bir toptancılığın kör kırıcılığına mahkûm yaşıyoruz. Tabii bir fark var, milliyetçiler bu cehaletlerine rağmen ölecek kadar samimiler. Çünkü orada ticaret yok.
Ruh kökümüzü hatırlayacağız
Osmanlı’nın son asırlarındakinden daha fena olmak üzere tasavvuf görüntüsü altında pıtırak gibi biten binlerce merdiven altı şekillenme var. Onlar ve siyasetin ağzına bakan Diyanet’in din kurgusu hayatımızı esir aldı. Bilenler, son üç yüz yılımızda değişen dönüşen Nakşîliğin rolünü ayrıca mercek altına almak lazım geldiğini söylüyorlar. Bozulma dehşettir. Bu cümleyi edince hatırladım: Batı, devamlı kaşınan Alevî-Sünnî ayrıştırmasında da plan-program sahibidir. Almanya’da 40 yıl önce başlatılan Alisiz Alevîlik projesi böyledir. Reha Çamuroğlu dostumuzun ifadesine göre, Alevîliği dinden ve Türklükten uzaklaştırma planları iki nesildir işliyor. Ve bir hayli serpilmiş görünüyor. Dikkatinizi çekerim, biz “Türk dediğin Alevîdir” gerçeğini hatırlamaya çalışırken, elin adamı nereden yakalıyor?
Dini, uydurmalarla ve görülmemiş arsızlıkta kullanmanın doğurduğu bezginlikten yorulduk. Buradan döneceğiz. Gideceğimiz yer yine eski Türk yaşayışına en yakın duran Alevî-Bektâşî Geleneğinin izleridir. Düştüğümüz yeri temizleyerek kalkacağız. Yaşadıklarımızın köklü değişim-dönüşüm fırsatları getireceği de artık görülüyor.