Ne zaman ki bir tanıdığımızı, yakınımızı kaybediyor ve köklü bir ayrılık yaşıyoruz; uzaktan
baktığımız ölümle ve de daha önce yitirdiklerimizle yeniden bir bağ kuruyoruz. “Ölüm bir
köprüdür, dostu dosta kavuşturur.” Hz. Muhammet (sav.)
Bense ölümlerin karşısında, duygularımı ifade etmekte zorlanıyor,
80’li yıllarda aynı havayı teneffüs ettiğim, dönemin sembol isimleri, ülkü kahramanları teker
teker bu fani dünyadan ebedi âleme göç ederken, geçmişle bugün arasında sıkışıp kalıyorum.
Onlar son yolculuklarına unutulmayacak bir sevgiyle uğurlanırken, var olma nedenlerinin ve
inançlarının gereğini yaptıkları için her zaman “güzel insan, abi, dost” olarak anılacaklardır…
Biz onlardan razı olduk; Allah'ta onlardan razı olsun.
Bir şey var ki, insani ve vicdani yaşam sürenlerle, değerleriyle dost yüreğinde iz
bırakanlar; ölümleri ile yeniden doğuyorlar.
Bize düşen,
“vefa, sevme, sahiplenme, ülküdaşlık” duygularımızla ve ölümle bir kez daha
yüzleşmektir.
Kırmak, yok saymak telaşıyla mücadele insanlarını daha fazla incitmemektir.
Doğduğumuz zaman dünyaya hiçbir şey getiremediğimiz gibi, ölürken de hiçbir şey
götüremeyeceğimizi ama dünyaya çok şey bırakabileceğimizi bilmektir.
İnsan, kendisine verilen emanet zamanı tüketirken, o zamanı neyle ve nasıl doldurması
gerektiğini hatırlatan ölüm gerçeğini göremiyor.
Ölüm, hayatla kendini insana sunar. İnsan ise bu durumu bilmeye ve anlamaya çalışarak kendi
varoluş sürecini tamamlar. Nitekim hayatına da, ölümüne de anlam verecek olan yine
insanın kendisidir.
Ne zaman öleceğimiz önemli değil, nasıl öleceğimiz ve anılacağımız önemlidir.
Nedense her gidenin ardından, kendimizle yüzleşmemiz de pek uzun sürmüyor.
Bir müddet sonra kaybettiklerimizi yeniden mezarlıklara bırakıyor, günlük kavgalarımızın,
çıkarlarımızın derdine düşüyoruz. Bunu da vefasızlık olarak görmediğimiz gibi hayatın olağan
akışında olması gereken olarak kabul ediyoruz.
Hırslarımız ve yaşamdan beklentilerimiz bizi bu dünyaya bağlarken, ölümün sözde
uzağındaki yerimizi sağlamlaştırmaya çalışıyoruz.
Yetmiyor “dünyayı nimet, ahreti zillet” sayıyoruz.
Yaratılan dünya nimetine inanıyor da, ölümün insana kattığı anlamın bir nimet
olduğunun idrakine varamıyoruz.
Mevlana’nın dediği gibi, “Oysa ki; aldığın nefes, taşıdığın beden, neyin var, neyin yok, hepsi
emanet!”
Ölümden kaçınamayacağımıza göre yaşamın sonunu hesap etmek, “Senden helallik isteyen
ah'lar ve boynu bükük insanlar bırakma… İnsanların "iyi bilirdik" dediği doğru insanlardan
ol.” düşüncesiyle hareket etmek bize düşüyor.
Ölümlerin bizleri uyandırması ve özümüze döndürmesi dileğiyle…
(Bu yazıyı, Habib Yalçın’ın şahsında “Ne rütbe ne şan ne şöhret/ Neye yarar ki boş
servet…” diyerek ömrünü bir ideal uğruna yaşayan ve tüketen ülkücülere ithaf
ediyorum.)