DOĞUDAN ESEN KASIRGA-1
Türk mü, değil mi?
Cengiz Han tarafından XII. yüzyıl sonlarına doğru kurulan devletin Türklük ile ilişkisi
özellikle Türk tarihçiler tarafından sorgulanan ve tartışılan konulardandır. Tartışma, bu
devletin Türk devleti kabul edilip edilmeyeceği noktasında sürüp gider. Moğolların etnik
bakımdan Türk olduğu iddia edilme, ancak Türklerin devletteki rolü dolayısıyla bazı
tarihçiler tarafından Türk devleti sayılabileceği düşüncesi ve Moğol-Türk devleti demenin
doğru olacağı ileri sürülür. Biz, konunun bu yönünden çok Türk tarihine etkisi üzerinde
durmaya çalışacağız.
Moğollar, yer yer küçük siyasi birlikler oluşturmakla birlikte Cengiz İmparatorluğu
kuruluncaya kadar yer yüzünde ciddi bir varlık gösteremediler ve genellikle Türklerin
kurduğu devletlere bağımlı bir halk olarak yaşadılar. Bir anda ortaya çıkıp bütün insanlık
tarihinin en geniş sınırlara sahip devletini kurmak, çağın bütün büyük devletlerini
egemenlik altına almak, Asya ve Avrupa’nın nüfus ve etnik yapı bakımından sonraki
yüzyıllarını etkileyecek gelişmelere neden olmak, ulusları birbirine karıştırıp yeni uluslar
doğmasına ve bazı ulusların bütünüyle tarih sahnesinden silinmesine yol açmak,
Doğu’nun göz kamaştıran büyük kentlerini yakıp yıkıp yok ederken yüzyılların birikimiyle
ortaya çıkan uygarlığı söndürmek ve insanlığın bilim birikiminin Batı’ya göçmesinde büyük
etkisi olmak… Moğollar denildiğinde ilk akla gelen, her biri başlı başına uzun uzun
üzerinde durulması gereken konulardır. Moğol istilasından Asya ile Avrupa’nın tamamı çok
etkilendi, ancak tarih boyunca hemen hemen aynı yurtlarda yaşamış ve Moğolları da
Moğolcayı da çok fazlaca etkilemiş olan Türkler, en çok etkilenen ulus oldu. Moğolların
Cengiz Han çağındaki nüfusunun topu topu bir buçuk milyon civarında olduğu tahmin
edilir. Bu kadar az bir nüfusa sahip bir ulusun tek başına bu denli büyük işler yapması
elbette mümkün değildir ve dolayısıyla hemen her alanda başka uluslardan
yararlanılmıştır.
Cengiz Han’ın başarısında çok katı bir disiplin, uygulamada ödün verilmeyen ve bozan
kim olursa olsun oldukça ağır cezalar verilen yasalar, oldukça iyi örgütlenmiş bir devlet
düzeni, teslim olanlara iyi davranılırken karşı gelip mücadele etme yolunu seçenlere
kesinlikle hoşgörü göstermemek ve en ağır biçimde cezalandırmak, yakıp yıkmak,
yağmalamak, kadın ya da çocuk demeden herkesi katletmek sayılabilir. Moğol devleti için
kısaca disiplinle yönetilip kanla beslenen bir yapı olduğu söylenebilir.
Nasıl?
Bozkırla ilgili çok önemli araştırmaları borçlu olduğumuz, uzun süre Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesinde de hocalık yapmış ve Türkiye’nin eski Türk tarihi ve Türk kültür tarihi
alanlarında en büyük otoritesi olan Bahaeddin Ögel’in yetişmesinde önemli katkısı olan
Eberhard, bozkırlıların çok kısa süreler içerisinde büyük devletler kurabilmeleriyle ilgili iki
soru sorar:
1. Nasıl oluyor da küçük boylara ayrılarak kendi yurtlarında huzurlu bir şekilde yaşamakta
olan göçebe kavimler, birkaç yıllık bir süre zarfında birdenbire büyük bir kitle hâlinde bir
araya toplanmakta ve daha sonra kolaylıkla içeride birbirine sıkı bir şekilde bağlanmış
olan yerleşik kültürleri topyekûn değiştiren bir güç oluşturmaktalar?
2. Yine, nasıl oluyor da göçebeler yerleşik bir kültürü alt ettikten sonra, tâbilerin ciddi bir
başkaldırı tehlikesi ile karşılaşmaksızın, orada kendi hâkimiyetlerini bir müddet için
devam ettirebilmekte, ancak daha sonra bütün gücü yitirerek, çoğu kez neredeyse
savaşsız bir şekilde tekrar sahneden çekilmekteler?
Bunlar, bozkır kavimlerinin tarihini anlayabilmek için üzerinde iyi düşünülmesi ve doğru
biçimde cevaplandırılması gereken sorulardır. Konar-göçer Türkmenlerin Selçukluya isyan
edip Sultan Sencer’i esir almalarını, yine konar-göçer Türkmen’in Anadolu Selçuklu
Devleti’ne isyan edip büyük katliamlara uğramasını, hatta Osmanlı çağında yaşanan ve
tarihe “Dağlı İsyanları” olarak geçen Anadolu Türklüğünün devlet eliyle katliama uğradığı
olayları anlayabilmek için de bu soruları doğru cevaplandırmak gerekir. Bir vakitlerin
konar-göçerleri olan bozkırlı sultanlar, çadır hayatından saray hayatına geçince hem
çevresi hem anlayışı hem tavır ve davranışları hem de ilgi alanları değişiyor ve adeta
yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmez duruma gelince konar-göçer Türkmen ile bağ
kopuyor, çevrelerini devşirmeler ya da konar-göçer Türkmen ile ilişkisi kesilmiş gulamlar
sarıyor. Durumu kavramakta zorlanan ve yönetenin artık kendinden olmadığını düşünen
Türkmen, çareyi kendi kurduğu ve uğruna canlar verdiği devlete isyan etmekte buluyor.
Elbette başka pek çok sebep daha sayılabilir, ancak genel durumun en yalın açıklaması
budur. Benzer serzenişleri bugün de sık sık duyarız, ayrıca “Öz yurdunda garipsin, öz
vatanında parya!” ibaresi durumun özeti olarak sıkça kullanılır. Pek çok sosyal meselede
olduğu gibi bu durumun da köklerinin oldukça derinlerde olduğu açık. Yukarıdaki soruların
cevaplarından biri herhalde bu durumda gizli.
Moğollar yazı yazmayı öğreniyor
Yukarıda belirtildiği üzere hemen bütün tarihlerini Türk devletlerinin egemenliğinde
yaşayan Moğollar devlet kurduklarında doğal olarak Türk devlet düzenini taklit ettikleri
gibi Uygurlardan da yazı yazmayı öğrendiler ve Kâşgarlı Mahmut ile Ali Şir Nevâyî’nin
Arap yazısından farkını ifade etmek üzere Türk yazısı olarak adlandırdığı Uygur yazısını
Moğolcanın yazımında kullanmaya başladılar ve Moğol dili, XX. yüzyıl başlarına kadar
Uygur yazısıyla yazıldı. Moğolistan’da bugün de Uygur yazısı, eğitim aracı olarak
kullanılmasa da hemen her yerde karşımıza çıkmaktadır. 13. yüzyıla kadar konuşma dili
olarak yaşamış olan Moğol dili, Cengiz Han çağında devlet dili ve yazı dili oldu. Moğolların
Uygur yazısını kullanmaları, Türkler arasında da bu yazının yeniden hatırlanmasına hatta
bir aralık moda olmasına yol açtı ve özellikle Türkistan’ın kültür merkezlerinde bu yazıyla
pek çok Türkçe eser yazıldı ya da kopya edildi. İslam dönemi Uygur harfleriyle yazılmış
en ünlü eserimiz, daha önce de belirtildiği gibi, 1439 yılında Şahruh Mirza’nın hüküm
sürdüğü yıllarda Herat’ta istinsah edilen Balasagunlu Yusuf’un anıt eseri ve bütün
Türklüğün el kitabı Kutadgu Bilig olmuştu.
Altay dil ailesinin bir üyesi olan Moğolca ile Türkçe ilişkilerinin boyutları henüz bütün
yönleriyle ortaya konulabilmiş değildir. Moğolca bir sözlük karıştırıldığında dille ilgili hiçbir
bilgisi olmayan bir kişi bile aradaki yakınlıkları ve söz varlığındaki ortaklıkları görebilir.
Türk lehçeleri ve ses özellikleriyle ilgili bilgi sahibi olanlar için bu ortaklıklar, çok daha açık
biçimde kendini gösterecektir.
Temüçin, Çingiz oldu
1155 yılında doğan Temüçin, han olunca Çingiz adını alıp Çingiz Han oldu ve hemen
bütün hayatı at sırtında mücadeleyle geçti. Türklerde de aynı geleneğin varlığı
bilinmektedir. Temüçin, elli yılı bulan bir mücadelenin sonunda 1206 yılında bütün
Moğolları bir devlet çatısı altında topladı, devletini kurdu ve toplanan kurultay tarafından
han ilan edildi. Bütün Moğolistan’a hâkim olduktan sonra 1207’de Kırgızları, 1209’da
Uygurları, 1211’de Karlukları da egemenliği altına aldı ve Orta Asya’da da egemenliğini
kurmuş oldu. 1218 yılında Otrar’da Müslüman tüccarlardan oluşan Moğol ticaret
kervanının Harzemşahlar tarafından katledilmesi üzerine Moğol-Harzemşah mücâdelesi
başladı ve bu mücâdele Harzemşahların sonu oldu. Moğolların önündeki Harzemşah
engeli ortadan kalkınca Moğollara İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Mısır yolu açıldı ve Moğol
orduları bütün bu ülkeleri işgal etmeye çalıştı. Moğolların işgâl hareketi önünde yalnızca
Kölemenlerin durabildiğinden, diğer bütün ülkelerin Moğol atlarının ayakları altında
kaldığından söz edilmişti. Bu işgâl hareketi yalnızca toprakların el değiştirmesi sonucunu
doğurmuyor, aynı zamanda büyük bir nüfusun hareketlenmesine, insanların yerlerini
yurtlarını terk etmelerine de yol açıyordu. Anadolu’da Türk nüfusun yoğunlaşmasında ve
etnik yapının değişmesinde Moğol ordularının bütün Türkistan’ı kasıp kavurmasının
oldukça büyük bir etkisinin olduğu herkesçe kabul edilen bir durumdur. Moğol istilası
önünden kaçan Türkmen boyları Anadolu’ya gelmiş ve uçlara yerleşmiş, Anadolu Selçuklu
Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Anadolu Beyliklerinin çoğu bu Türkmenler
tarafından kurulmuş ve böylece Anadolu tam anlamıyla bir Türk yurduna dönüşmüştür.
İnsanlığın gördüğü en büyük devlet, en büyük zulüm
Bu yazının hazırlanmasında kaynak olarak yararlanılan Osman Gazi Özgüdenli’nin
“Ortaçağ’da Türkler, Moğollar, İranlılar” adlı eserinde Horasan şehirlerinde öldürülen
insan sayılarıyla ilgili verilen bazı rakamlar şöyledir: Merv ve çevresinde 700.000 (bir
başka rivayete göre ise 1.300.000), Nişabur ve çevresinde 1.747.000, Herat’ta
1.600.000, Bağdat’ta da 800.000 kişinin öldürüldüğü tarihi kaynaklarda verilen
bilgilerdendir. Ayrıca Rey, Kazvin, İsfahan, Tebriz ve Meraga gibi şehirlerde de ciddi
katliamlar yaşanmıştır.
Cengiz Han 1227 yılında öldüğünde Asya’nın hemen tamamına ve Avrupa ortalarına
kadar hâkim olan bir devlet bırakmıştı. Kaynaklar onun en belirgin özelliklerinden birinin,
ihanete karşı duyduğu öfke olduğunu bildirir. Zor durumdaki efendisine ihanet edip de
kendisine sığınanları hemen idam ettirir, efendilerine sadık olanları ise kendi hizmetine
almak suretiyle ödüllendirirdi. Cengiz Han öldüğünde hanımı Börte’den doğan dört oğlu
vardı ve Cuci, av işlerinden, Çağatay, Cengiz Yasası’nın uygulanmasından, Ögedey,
devletin iç işlerinin yürütülmesinden, küçük oğul Tuluy ise askerlikle ilgili işlerin
düzenlenmesinden sorumlu idi.
Moğol istilası ve zulmü sonraki zamanlarda yazılmış pek çok eserde konu edilmiştir.
Bunlardan biri de Ali Şir Nevâyî’nin evliyalar tezkiresi olan Nesayimü’l-Mahabbe adlı
eseridir. Hem bütün olarak İslam hem de Türk tasavvuf tarihi açısından son derece
değerli bir kaynak olan ve 780 civarında kişi hakkında bilgi verilen bu eserde
Nakşıbendiyye’nin Türkistan’daki büyük şeyhlerinden biri olan Şeyh Necmüddin Kübra ile
ilgili bilgi verilirken konuya değinilir. “Moğol kâfiri Harezm’e geldiğinde, Hz. Şeyh
müritlerini toplayıp onlara ‘Yurtlarınıza gidin’ diye buyurdu. Onlar, hazretin buyruğuyla
yurtlarına dağıldılar. Ashaptan bazıları Hz. Şeyh’ten de oradan ayrılmasını arz ettiler.
Şeyh; ‘Biz, bu kâfirlerin elinde şehit olacağız.’ dedi. Ashap dağıldıktan sonra kâfirler
Harezm’e girdi. Hz. Şeyh, kalan ashabıyla çıkıp şehadet şerbetini içinceye kadar
savaştılar. Şehadeti sırasında bir kâfirin perçemini tutmakta olduğunu, şehadetinden
sonra on iki kişinin ayıramadıklarını ve o perçemi keserek ayırdıklarını söylerler.” Nevâyî,
bu olayın 1317 yılında gerçekleştiğini de belirtir.