Erdoğan 8 aylık Başbakan iken, partisinin bir grup toplantısında, “Türkiye’nin emanetini omuzladıkları gün verdikleri sözü” hatırlatıp şunları söyledi:
“Şunu söyledik; bizim siyasetimizde biz ve ötekiler ayrımı olmayacaktır… Bizim temel önceliğimiz milletimizin tamamının hukukunu korumaktır. Bunu biliyorsunuz belediyelerde sergiledik, sergilemeye devam ediyoruz. Ama bundan önceki yönetimlerde ‘Bizim parti’,‘başka parti’; bu anlayışlar hakimdi. İktidarda olmayan partilerin belediyelerinin nasıl çileler çektiğini bir belediye başkanı olarak ben de yaşadım. İçimizde belediye başkanlığından gelen milletvekili arkadaşlarım var. Aynı şekilde yaşadılar. Sizler bu ülkenin herhangi bir coğrafyasını, bu ülkede herhangi bir şehrin, herhangi bir ilçenin herhangi bir beldenin halkını cezalandırma hakkına sahip değilsiniz. Bunu yapmadık, yapmıyoruz, yapmayacağız. Bu yanlışın içerisine gerek kabinedeki arkadaşlarım, gerekse bizimle şu anda bu çalışmanın içerisinde olan bürokrasi düşmemelidir.” (sf.221-222)
Recep Tayyip Erdoğan – 11 Kasım 2003
Şimdi “ustalık” ve “büyük ustalık” dönemlerinde muhalif belediyelere neler yapıldığını izliyoruz; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun talimatıyla, il tanıtım günlerini düzenleme yetkisi bile belediyelerden alınıp valiliklere verildi!..
Suçu Şiir Okumak mıydı?
Bir kez daha MHP Lideri Bahçeli’nin Salı günkü konuşmasına değinmemiz gerekiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle ilgili iddiaları ve Başkan Ekrem İmamoğlu’na yönelik suçlamaları eleştiren herkesi hedef alırken şöyle bir ifade kullandı:
“Sayın Cumhurbaşkanımızla görevdeki Belediye Başkanı’nı karşılaştırmak, ‘Bakın o da aynısını yaşamıştı, görevden alınmıştı.’ demek, soysuz bir kıyastır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, okuduğu bir şiir yüzünden büyük haksızlıklara uğramış, görevden alınmıştı. Bu anti demokratik ve faşist uygulamayı Türk Milleti tashih ve tamir etmiş, nihayetinde Sayın Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşımıştır. Peki, mevcut Büyükşehir Belediye Başkanı şiir mi okudu? Hayır.”
Bahçeli’nin bu sözleri, bir gün önce Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan röportajında, “O mahkûmiyet, bir şiir okuma nedeniyle değildi. O hale sonradan getirildi. Mahkûmiyet, doğrudan doğruya halkı din vb. itibarıyla kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçundan verilmişti. Düşünce özgürlüğü ile hiç ilgisi yoktu.” diyen Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’na cevap mıydı, bilinmez; ama Erdoğan’ın şu mahkûmiyet olayını bir kez daha hatırlayalım.
Siirt’te yaptığı konuşmanın dava konusu yapılan bölümü özetle şöyleydi:
“Türkiye’de düşünce özgürlüğü yok ve ırk ayırımı yapılıyor. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Avrupa’da ibadete, başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama Türkiye’de engelleme getiriliyor. Türkiye’de neden buna saygı gösterilmiyor? Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler ise kışlalarımızdır. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Çünkü, ezanın sustuğu yerde insanların huzuru olmaz. Kürt, Arap, Çerkez ayrımı yapılamaz. Türkiye’deki ırk ayırımına kesinlikle son vereceğiz. Gökler yerler açılsa, üzerimize tufanlar yanardağlar saçılsa yolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bütün insanların birleştiği çatı İslâm’dır.”
Erdoğan’a “halkı kin ve düşmanlığa” teşvik etmekten verilen 10 aylık hapis cezasını onayan Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin gerekçeli kararına da bakalım. 10 sayfalık kararda şöyle denildi:
“Anayasamız laik cumhuriyeti demokrasinin olmazsa olmaz koşulu kabul etmiştir. Demokratik sistemin karşıtı olan her türlü totaliter rejimin, kişi hak ve özgürlüklerini önemsemeyip bireyi dışlayarak toplumu esas aldığı bir gerçektir. Bu nedenle laiklik esasına dayalı demokratik sistemin insan doğasına ve onuruna en uygun sistem olduğu ve hiç kimsenin bu sistemin kendisine tanıdığı hak ve özgürlükleri bireyi kul durumuna düşüren totaliter rejimin gelmesi uğrunda kullanma hakkı yoktur. Başka bir deyişle demokratik hak ve özgürlükler demokrasiyi yok etmek için kullanılamaz.”
Ayrıca Erdoğan’ın, halkı “Kula kulluk edenler-Atatürkçü laik kesim, Hakka kulluk edenler-İslâmi şeriat ile bütünleştiren Müslümanlar” olarak ikiye bölüp bu iki kesimi birbirine karşı “kışkırttığı” vurgulanırken Erdoğan’ın, “Sadece bir şiir okuyup mahkûm oldum.” savunmasına ise şu karşılık verildi:
“Bu şiir 1071 Malazgirt Savaşı yıldönümünde bir öğrenci tarafından okunsa, ancak tamamının okunması kaydıyla olağan kabul edilebilirdi.”
Bahçeli’nin ifadesinden hareketle, “soysuz bir kıyas” yapmış olmayalım; ama günümüzde insanların ne tür suçlamalarla tutuklanıp mahkûm edildiği de ortada!..
Yeni Başkanı O Seçti
“Şiir” meselesini böylece açıklığa kavuşturduktan sonra bir başka konuya; Bahçeli’nin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik iddialar ispatlandığı takdirde Başkan Ekrem İmamoğlu hakkında yapılacak işleme ilişkin açıklamasına geçelim. Şunları istedi:
“Bundan sonraki etap mahkemelerdir. Bu süre zarfında teröristlerin işe girdiği belge ve bilgilerle bir rapor formatına bağlandıktan sonra, Büyükşehir Belediye Başkanı’nın sadece mahkeme huzuruna çıkması yetmez; görevinden alınması şarttır, adaletin icabıdır, hitamında sorumluluk Büyükşehir Belediye Meclisi’ne aittir.”
Peki 1998’de Danıştay kararıyla Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı düşürüldükten sonra sonra ne olmuştu?
Erdoğan’ın kurmaylarından Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın 2010’da kaleme aldığı “R. Tayyip Erdoğan – Bir Liderin Doğuşu” adlı kitaptan aktaralım:
“Erdoğan’ın ayrılmasının ardından Belediye Meclisi’nce Başkanvekili seçilinceye kadar ‘vekalet’ görevi Ali Müfit Gürtuna’ya verilmiştir. Bir hafta sonra kalan 6 aylık süre için Belediye Meclisi’nde yapılan ‘Başkan vekilliği’ seçimini yine Ali Müfit Gürtuna kazanır. Bu seçim bir hafta gibi kısa bir sürede gerçekleşmiş olmasına karşılık üzerinde yapılan tartışmalar oldukça uzun sürmüştür. Tayyip Erdoğan Başkanlık görevinden ayrılmış olsa da Belediye Meclisi üzerindeki siyasi ağırlığı devam etmektedir. Nitekim Fazilet Grubu, kalan sürede Başkanlığa vekalet edecek ismi belirlemek üzere İl Başkanı Numan Kurtulmuş başkanlığında bir toplantı düzenler. Tayyip Erdoğan’ın da hazır bulunduğu bu toplantıda, Başkan Vekili’ni belirleme yetkisinin Erdoğan’a ait olduğu konusunda görüş birliğine varılır. Belediye Meclisi’nin Fazilet Partisi dışındaki üyeleri de bu konuda aynı görüşü paylaşmaktadır. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan kimi aday gösterirse, o Başkan Vekili olacaktır. Tayyip Erdoğan, Meclis üyelerine teşekkür eder, fakat önereceği ismi hemen telaffuz etmez. Önce Meclis üyesi arkadaşlarının kimi aday göstermek istediklerini öğrenmek ister. Numan Kurtulmuş’a, ‘Siz gizli bir oylama yaparak arkadaşların görüşlerini alıp tasnif yapmadan bana ulaştırırsanız bu konuda bir karara varmam daha da kolaylaşır.’ diyerek toplantıdan ayrılır. Grupta yapılan oylama sonuçları daha önce uyarılmış olmasına karşılık İl Başkanı tarafından tasnife tabi tutulur. Sonuç bir tutanakla tespit edilip İl İcra Kurulu Üyeleri tarafından imzalanır. Tutanağı gören Erdoğan, ‘Bunu yapmayacaktınız!’ diyerek kırıldığını belli eder; ‘Benim önermeyi düşündüğüm kişi, bu tutanağa göre en fazla oyu alan kişi olmayabilir. Buna rağmen kafamdaki ismi önerirsem, ileride ortaya çıkabilecek bir olumsuzluğun suçunu benim üstüme yıkmaya kalkarsınız. Bu nedenle tutanağa göre en fazla oy alan kişiyi önermekten başka seçeneğim kalmadı, hayırlı olsun!’ der. Tutanağa göre en fazla oy alan isim Ali Müfit Gürtuna’dır. Bu arada 1999 Mart’ında yapılacak milletvekilliği genel seçimlerinin mahalli seçimlerle birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Tayyip Erdoğan, yasal hakkını kullanarak cezaevine gireceği günü erteletir. Bir süre sonra başlayacak olan seçim çalışmalarında, arkadaşlarını yalnız bırakmaya gönlü el vermemiştir.”
Bakar mısınız; mahkûm olmuş, 4 aylık cezasını çekmek üzere hapse girecek, ama vekilini bile seçme imkânı verilmiş…
Erdoğan, Pazartesi günkü Kabine toplantısının ardından millete, “Biz size aşığız.” ifadesiyle seslenirken, “Demokrasimizin standartlarını beraber yükselttik. Her bir insanımızı kucaklayan hak ve özgürlükleri beraber genişlettik.” dedi ya; buyurun, 23 yıl önceki ve bugünün “demokrasi standartlarına” bir örnek!..