Dün bugünün hazırlayıcısıydı dolayısıyla bugün de yarının mimarı. Zaman akarken geçmiş ve gelecek arasındaki köprünün yani bugünün sağlam ayaklar üzerinde durması gerekiyor. Birey olarak herkes kendi hayatını şekillendirecektir elbette. Millet ve devlet için de ortak aklın oluşması gerekiyor. Var mı? Pek de var olduğu söylenemez. Çaba var mı? Hem de çok. Her yerde yanan küçük ateşler etrafında biriken insanlar ısınmaya çalışıyorlar.
Bu dağınıklık Birinci Cihan Harbi öncesindeki şartlarla benzeşiyor. O dönemden iki olay çok dikkatimi çekmişti.
O dönem, Batı Anadolu’nun Saruhan sancağı tarım ürünleri ve demiryolları açısından çok önemli bir bölgedir. İzmir, İstanbul ve Selanik’le beraber Türkiye’nin batıya açılan üç liman şehrinden birisidir.
Ticaret yani sermaye, Levantenler ile Rum, Ermeni ve Yahudilerin yani gayri Müslimlerin elindedir. Demiryollarınıni bütün istasyonlarındaki bakkalların, lokantaların, kahvelerin hemen hepsi de Rumlarındır. Demiryolları kadrosunun içinde Türk yok gibidir. Türk çiftçilerin büyük çoğunluğu gayri Müslim sermaye sahiplerine borçludur. Ürün çıkışına borçlanan çiftçiler topraklarını kaybetmeye başlamıştır.
Bu şartlar içinde bölgeyi toparlayabilmek için İstiklâl Harbi’nin kahraman Galip Hoca’sı Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Cihan Harbi sırasında İttihat Terakki’nin İzmir Katib-i Mesulü olarak tayin edilir. Celal Bey İttihat Terakki içindeki en gençlerden birisidir. Bursa’da yaptıklarıyla dikkat çekmiş namuslu ve idealist birisi olarak tanınmaktadır. Bu atamanın arkasında Talat Paşa vardır. İzmir Valisi de daha önce İttihat Terakki tarafından atanmış olan Rahmi Bey’dir.
Harbin içinde iaşe teşkilatı kurulmuş, en büyük kazanç da bu teşkilatın alım ihaleleri ve nakliye işi üzerinden olmaktadır. Asker, zaten olmayan yollardan ve hemen tamamı gayri Müslimler tarafından işletilen demiryollarından taşınan iaşeyle desteklenmektedir. Dolayısıyla çok önemlidir.
Celal Bey amacına ulaşmak için şimendifer mektebi açtırır ve Türk çocuklarının eğitimini sağlar. Bunun arkasındaki hedef demiryollarının Türkler tarafından işletilmesini sağlamaktır. Ama savaş şartları da olsa, bugünün isimlendirmesiyle, rant söz konusudur. Yapılanlar iktidar içinden birilerini de rahatsız etmiştir. Vali Rahmi Bey ve etrafında olan bazıları Celal Bey’i şikâyet ederler. Şikâyet Enver Paşa’ya ulaşır. O da muhakkik olarak Kuşçubaşı Eşref Bey’i görevlendirir.
Eşref Bey İzmir’de herkesle görüşür, olayları inceler ve raporunu Celal Bey’in yaptıklarının doğru olduğu yönünde verir. Hatta “Katib-i Umumi değişirse yerine gelecek olan katib-i umumi olmaz, Rahmi Bey’in katib-i hususisi olacaktır” diye bitirir.
Rapor Talat Paşa’ya da verilir ve İttihat Terakki Merkez-i Umumi’de (Cemiyet’in) görüşülür. Celal Bey’in hakkı teslim edilmiştir.
Vekaletten (bakanlıktan) istifa edilir, ama…
İkinci örnek de İttihat Terakki’nin en nüfuzlu kişilerinden Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’den. Medrese tahsilinin yanında Mekteb-i Hukuk’ta da okumuştur. Uzun bir müddet hem Şeyhülislam ve hem de Evkaf Vekili olarak görev yapmıştır. “Fetva (şeri yargı) ve kaza ( adli yargı)’nın aynı mahkemede birleşmesi yönünde düşünceleri vardır.””Talat Paşa’yla Merkez-i Umumi’de görüşülmesini konuşurlar.
Bu konuşmanın en önemli kısımlarından birisi, Ziya Gökalp’in konuşulanları Türkçülüğün terazisine vurmasıyla ilgilidir. Bu konudaki en zorlu tartışmaları medreselerin Maarif’in emrine verilmesi konusundadır. Hayri Efendi medreselerin ıslahı yönünde düşünmektedir.
Şeyhülislam’ın, İslam Birliği maksadını temin için zamanın uygun olduğundan hareketle hilafet merkezi İstanbul’da İslam Şûrası toplanması isteği de tartışma konusu olmuştur.
(Kaza ve fetva, müftü ve kadı, sultan ve halife unvanları arasındaki ilişki, İttihat ve Terakki Partisi’nin 1916’daki kongresinde tartışılmıştır. Müftülere nikah yetkisi verilmesi o tartışmaların bugünkü yansımasıdır. Bu konuda yazdığım yazı https://bit.ly/3qwrbVk adresindedir.)
Hatta Gökalp’le tartışmaları o kadar ileri gider ki Şeyhülislam ve Evkaf Vekili Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi istifa etmek ister. Ancak talebi Talebi Merkez-i Umumi’de (Cemiyet’in) görüşülür ve reddedilir. Hem de birkaç sefer olmuştur. Ürgüplü Hayri Efendi görevine devam eder.
Sözde faşist bir partideki manzara
İttihat Terakki’dekine benzer bir örnek yakın tarihimizde de var. Muarızları ve siyasi rakiplerinin bir kısmı tarafından faşist (!) diye nitelendirilen Milliyetçi Hareket Partisi’nde de kararlar ilginç bir yöntemle alınır.
Bu konuda CKMP’nin MHP olduğu 1969 kongresinden 12 Eylül darbesine kadar Alparslan Türkeş’le yakın çalışan Sadi Somuncuoğlu’nun yazdıkları çok önemlidir. Sadi Somuncuoğlu bu 11 yılın tamamında Genel İdare Kurulu üyesidir ve MHP’nin yer aldığı koalisyonda bakanlık yapmıştır. 1980 darbesinde Türkeş’le birlikte cezaevinde yatmış, Mamak mahkemelerinde birlikte yargılanmıştır.
Millî Düşünce Merkezi’nin Stratejik Araştırma Kurulu MİSAK’ın internet sayfasında yayımlanmış olan “Alparslan Türkeş’li Yıllar” başlıklı yazısında şöyle demektedir:
“Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti. Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.
Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi?”
Ve bugün
Girişte, her yerde yanan küçük ateşler etrafında biriken insanların ısınmaya çalıştıklarını söyledim. Bu küçük küçük ateşler Birinci Cihan Harbi sonrasındaki işgallere karşı direnişlere benziyor. Türkler vatanın her yerinde harekete geçmişlerdi. Gazi Paşa ve arkadaşlarının çok büyük mücadeleler sonunda düzenli orduya geçene kadar o küçük ateşler Türk’ün ruhunu ortaya koydu.
Ödemiş’te, Ayvalık’ta, Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da direnen Kuvayı Milliye bu ateşlerdi. Nazilli’de, Alaşehir’de Balıkesir’de, Erzurum’da, Sivas’ta toplanan kongreler ve nihayet Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi de ayrı ayrı Kuvayı Milliye’ydi ama aynı zamanda hepsi birden istiklâlin ruhuydu da.
Elbette vatan bugün işgal altında değil çok şükür, ama büyük bir dağınıklık içinde. Ve mütemadiyen bir beka tehdidi, istiklâl ve istikbâl mücadelesinden bahsediliyor. Amasya Tamiminin 2. maddesindeki “İstanbul hükûmeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir”in benzeri yaşanmakta. Dolayısıyla her yerdeki küçük ateşlerin yakılması hiç de haksız değil.
Türk milletinin birliğinden sorumlu makam sahibi siyasiler, köpek besleyen insanları bile geçmişin ideolojik yaklaşımlarının da etkisiyle “Beyaz Türk” diye ayırarak nitelendirmekte.
Döviz kurundaki büyük yükseliş ve ondan daha büyük düşüş dünyanın gözünü üstümüze çevirdi. Özellikle planlı bir operasyon tartışması yapılıyor. Bir gecede milyarlarına milyarlar katanlar olduğu yazılıp konuşuluyor. Çok daha önemlisi Maliye Bakanı “çarpılan küçük yatırımcı oldu” diyor ancak çarpanlar ortada yok. Kim oldukları araştırılmalıdır haykırışları da duymazlıktan geliniyor.
Veryansın Tv “millî muhalefet” üç soruyla bir dosya çalışması yapmıştı. Bu sorulara verdiğim cevapta: “Değişime de hazır olunmalıdır çünkü bunalımdan çıkış için gerektiğinde paradigma değişikliği yapılabilmelidir” demiştim. Küçük ateşler, ülkü (hedef) birliğiyle, samimiyetlere inanarak ve birbirilerine güvenerek birleşmelidir. Aksi hâlde ateşler ısıtmaktan ziyade etrafını yakacaktır.
Bir açıklama:
Geçen hafta yazdığım “Hızla fakirleştirilen Türkiye’nin rotası!”nda “AKP’nin ilk Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Sağlık bakanlığı döneminde yaşanan grip salgınında da aşı tartışması yaşanmıştı. Bakanlık 500 trilyon liralık, 40 milyon dozu aşkın aşı temin etmişti. Kamuoyu aşıya hiç itibar etmedi.
Tartışma AKP Grup Toplantısında bitti. Dönemin Başbakanı Erdoğan grip aşısı olmayacağını … açıkladı. Ama devletin yani Türk milleti olarak bizim 500 trilyon liramız çöpe gitmişti.” demiştim.
Sayın Recep Akdağ aradı ve “43 milyon doz aşı alınmadı. 6 milyon doz alındı. 3 milyonu kullanıldı diğer 3 milyonu da virüsün muhtemel varyantı için, tedarikçi firmanın ücretsiz değiştireceğine dair garantisiyle rezerv olarak ayrıldı. Ödenen toplam para 69 trilyon 200 milyar liraydı” açıklaması yaptı.