Sultanahmet Camii önünde alana ayrı bir güzellik katan çiçekleri seyre dalmıştım. Belli ki bin bir özenle yetiştirilmişlerdi. Bir taraftan caminin uhrevi iklimi diğer yandan özenle seçilmiş ve yetiştirilmiş çiçeklerin güzelliği benliğimizi sararken sanatla tarihin edep dairesindeki kaynaşması ruhumuzda buğulanıyordu. Tam da bu ruh halindeyken iri kıyım birisi bir perdeyi yırtıp çıkarcasına tek adımla bir ayağını çiçeklerin ortasına basıp olanca hoyratlığıyla çiçeklerden koparmaya başladı. Bizler daha şaşkınlığımızı atamadan çevre düzenlemesinden sorumlu olan görevlinin haklılığın hiddetiyle, “Ne yapıyorsun, neden koparıyorsun?! ” diye yüksek sesli müdahalesi duyuldu. İri kıyım zevat “Sende kopar!” derken gayet rahat, değerlerden ve de estetikten bir hayli uzaktı. Umursamaz ve pişkinlik yüzünün derisi gibi duruyordu. Zira o kadar soğukkanlıydı. O güzelim çiçekleri kopararak yaptığı kendi ahlâksızlığına, vahşiliğine ortak etmeyi “lütuf sayıyor” adeta rüşvet veriyordu çiçekleri yaşatmak için görevlendirilen bekçiye!
Ülkem geldi aklıma, aslında o an yaşadıklarımdan çok farklı değildi yaşanılanlar. Son dönemler de gelişmeleri tahlil ettiğimizde önemli bir zihniyet çürümesi ve bunun artık kanıksanmış bir konum kazandığını görmekteydik. Her alanda bağrımızdan koparılan söküp alınan değerlerimiz yüreğimizi sızlatır derinlikte olmasına rağmen duyarlılık alanı çok cılız kalmakta idi.
Bahçemizde çiçeklerimizi talan edenleri durdurmak yerine, onların bizlere sanki bir lütuf gibi “sende kopar” sözüne itibar ederek ahlaksızlıkları ve vahşiliklerine ortak olma aymazlığına alışır oluyorduk.
İşte yüreğimizin filizleri olan değerlerimizin yaşanıp, yaşatılıp, ihya edilmesi gereken alanlar, bu çürümenin etkisi altındadır. Bu çürümelerin ağırlıklı merkezinin; yönetim erkini elinde tutan, gelişmeleri belirleyici etkinlikteki kesimlerde oluşu, çöküşü daha da derinleştirmektedir. Toplumda ise milli-manevi reflekslerimiz her gün biraz daha erirken yerini; “onlar koparıyor bende koparırım, kim koparmıyor ki, sende kopar” aymazlığına dönüşmeye başlamıştır. İşte vahamette tam bu noktadır.
Ardında çöküşü de sürükleyen çürümenin milli birliğimiz, cihanşümul dünya görüşümüz ve ekonomik önceliklerimiz üzerindeki etkilerine yoğunlaşmak istiyorum.
***
Milli birliğimiz etnik merkezli parçalanmışlıklara, dışarıdan üretilmiş kimlik çıkmazlarına hapsedilerek bir ve beraber olmanın ulviyeti harap edilmek istenmektedir. Ne acıdır ki Lozan’da hezimete uğrayan İngilizlerin temsilcisi Lort Curzon’un; “Kürt meselesi” diye tarif ve dikte ettiği ihanet mekanizması, bugün neredeyse ülkemizde ortak kabul aşamasına getirilmek durumundadır. Terörü maşa olarak kullanarak dayatılan bu kavram bizi birbirimizden koparmak üzerine bir basamak teşkil eder olmuştur.
Milliyetçi Hareketin dışında birçok siyasi parti ve beraberindeki medya, sivil toplum kuruluşları, bu parçalanmışlığa dur demek, karşı koymak yerine, parçalanmışlığı meşru kılacak girişimlerde yarışır hale gelmişlerdir. “Bölgemizde etkin olan güç erkleri bunu istiyor, bende onlarla olayım” kolaycılığının farklı bir tezahürü de burada karşımıza çıkmaktadır.
Aynı merkezde eyalet sisteminin esintilerini ihtiva eden, girişim, gündem ve uygulamalar pervasızlık ölçüsünde sergilenir olabilmektedir.
Milli Birlik bahçemizin çiçekleri bir bir koparılıp talan edilirken karşı durmak yerine, bende koparayım garabetine düşülmektedir.
***
Dış ilişkilerimizdeki gelişmelerde ise kıtalararası bir coğrafyada hüküm sürmüş, devlet kurmuş milletimizin tarihin hiçbir döneminde emperyalist, sömürgeci bir kimlik taşımadığı ittifakla sabittir. Dün “Tekfurun serpuşuna Osmanlı sarığını tercih ederim” dedirten bir adalet anlayışından bu gün tarihinde ilk defa “emperyalist bir davranış” algısı oluşturulmuştur. Hem üzerinde güneş batmayan bir devlet kurup hem de emperyalist olmayan başka bir millet olmadığı gerçeği kutlu bir hayal değil aksine gerçeğin ta kendisidir.
Cumhuriyet tarihimizle birlikte Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözü ve düsturunun belirleyici oluşu yine bu kutsiyetin devamı niteliğindedir. Irak, Libya, Suriye gibi komşularımızla bu günkü ilgimiz dünyanın emperyalist devletleriyle ortak hareket tarzından öteye geçememektedir. Ne hazindir ki bölünmelerin, tecavüzlerin ve akan kanların üzerinde maddi hesaplar peşine düşenlerin çizgisi dışına çıkılamamıştır.
Korkum odur ki, eden bulur sözünün üzerimize tecellisinin uzak olmadığıdır. Mutlak tehlike zamanında siz kopartmıştınız şimdi de siz kopartılacaksınız dayatmasına hedef olmaktır. Nitekim bu konuda da yetmişli yıllardan beri ülkemize baskı ile dikte edilmeye çalışılan ikiz yasaları 2002 de yeni kurulan hükümetin apar topar, sessiz sedasız yasalaştırması tehlikeyi yakınlaştıran temel ölçüdür.
Şanlı tarihimizin ve komşularımızla oluşturduğumuz adalet ve asalet üzere olan bahçemizin çiçekleri bir bir koparılıp talan edilirken, bende koparayım garabeti öne çıkmaktadır.
***
Ekonomik anlamda da bugün sosyal barışı tehdit edecek kadar uçlarda toplanmış bir yapıya geldiğimiz açıktır. Yetim hakkı diye bir sancımız neredeyse unutulmak üzeredir. Dolar milyarderlerinin 2 yılda otuzlu rakamlara ulaştığı ülkemizde, yardıma muhtaç sayısı on üç milyon üzerine çıkmıştır. Haram helal birbirine karışmış, alın teri cezalandırılmış, ben sebepleneyim de o ne yaparsa yapsın mantığı belirleyici olmuştur. Muhakkak ki bu çürümeyi yönetenler büyük vurgunlar yaparken, muktedir olmanın yolunu küçük iaşelerin peşkeşiyle temin eder hale gelmişlerdir.
Yine özelleştirme adı altında yılların emeği tüm milli kuruluşlarımız neredeyse talan edilir gibi tüketilmiş, dengeler tamamen dış etkenlerin lehine çevrilmiş, dahası yabancılara toprak satışlarını hızlandırabilmek için Büyükelçilerin emlakçı marifetinde çalışması istenmektedir.
Yetimlerimizin hakkıyla sulanan bahçemizin çiçekleri bir bir koparılıp talan edilirken, bizlerin; “sende kopar” ifadesiyle ahlaksızlıklarına ortak olmanın insani zafiyetini kanıksar hale gelişimiz dikkat çekicidir.
Gelinen nokta; bu üç önemli alanda olduğu gibi tüm alanlar da, tam da bu garabet mantık bozukluğunu yansıtır şekildedir. İliklerimize kadar işleyen, benliğimize sirayet eden hastalıklarımıza bakacak olursak;
- Karşı durmak yerine parçası olmak
- Direnip durdurmak yerine dayatılanı yapmak
- Korumak yerine parçalamak
- Asaletin gereği zor olandan kaçıp acizliğin getirdiği kolaycılığı seçmek,
- Yücelmek ve yüceltmek yerine çukurlara talip olmak
- Şahsi hesaplar için ülke değerlerini peşkeş çekmek
- İcazet alabilmenin karşılığına ülkemizi koymak üzerinedir.
Maalesef kaybedilen tüm mevzilerimize rağmen, hala gereken teşhis ve tedavi önceliği önem kazanmamıştır.
Ne zaman ki; Tarihin bize verdiği kutsaliyet, şehitlerimizin helalliği, yetimlerimizin hakkı ile yetiştirip geliştirdiğimiz, bağrımızın çiçekleri değerlerimizi talan edip, bizlere de; “sende kopar” diyenlere dur denilebilirse işte o gün, çiçeklerimizin rengârenk açtığı, kokuların mis olduğu, kuş seslerinin armonisinde kelebeklerin uçuştuğu gündür!
İşte o gün, güzelim baharın geldiği gündür!
İşte o gün Ülkemin günüdür!..