Yazmayı düşünürken bile gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.
Evet, bir zafer var ortada; benim sevinmem gerekiyor, sevinç çığlıkları atmam gerekiyor. İnanın, o zaferin yaşandığı yere gidene kadar hep bunu yaptım.
Her yıl Mart’ın 18’i gelince kutlamalarda muhakkak görev alır, o coşkuyu yaratabilmek için çeşitli Çanakkale Destanlarını haykırırdım, dost düşman duysun da Çanakkale’nin geçilemeyeceğini öğrensin diye.
“Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi…”(Çanakkale Şehitlerine, Mehmet Akif ERSOY)
Hatta bununla ilgili şiir yarışmalarından kazandığım birçok ödülüm var. Bir de bunlarla övünürdüm. Ta ki…
Bir gece yarısı yolculuk başlar. Otobüs eğlenceleri, şakaları yol boyunca sürer. Hocalarımızdan biri: “Ben sizi dönerken göreceğim.” der.
Bizim verdiğimiz cevaplar ise, aklımızca, hocayla dalga geçercesine…
Ve sabaha karşı ezan sesiyle Çanakkale’ye gireriz. İşte o an bende bir şeyler olmaya başladı. Yüzüm birden düştü, nedenini bilmeden sessizleştim. Etrafıma bakındım, herkes aynı haldeydi. Ne oluyordu bize, bir anlam veremedim.
Biz zafer topraklarımıza gelmiştik.
Düşmanı, geldikleri gibi göndermiştik.
Yedi düvele destanımızı yazdırmıştık.
Peki, bunlar olmuşken biz niye sessizleşmiştik?
Ben niye kötüydüm, sessizdim?
Neyse, biz bir yerlerde kahvaltı yaptık ve feribot sıramızı bekliyorduk.
Birden annemin uyarısı aklıma geldi:
“Şehitliklere varmadan önce abdest al” demişti. Ben de arkadaşlara da söyledim ve abdestimizi aldık ve feribotun olduğu yere gittik. Feribot sıramız gelmiş, hocalar bizi bekliyordu.
Feribota bir koşuşturmayla bindik. Bir an yine Çanakkale’de olduğumuzu unutarak birbirimizle şakalaşıyorduk. Fotoğraf çekinmeye çalışıyorduk. Birden, bembeyaz bir yazıyla karşı karşıya geldim:
DUR YOLCU
Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
İşte o an her şeyin farkına vardım. Ben artık nerede olduğumu, kim olduğumu unutmuştum. Ve gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Ben o yazıya dalmış ağlarken Coğrafya öğretmenimiz yanıma geldi: “Daha dur kızım, bu gözyaşlarını sonraya sakla.” dedi.
Ve biz Gelibolu tarafına geçmiştik bile. Daha sonra Kilitbahir’e geldik. Otobüsten iner inmez Coğrafya Hocamın yanına gitmiştim. Çünkü o defalarca Çanakkale’ye gelmiş, her yeri biliyordu.
Kilitbahir’den yüzerek geçenleri anlattı. Çok şaşırdım. Yüzülmesi imkânsızdı, yorulurdu insan.
Seyit Onbaşı, Şahindere Şehitliği, Morto Koyu derken 253 000 Şehidimizi simgeleyen abidelerin en görkemlisi olan Çanakkale Şehitleri Abidesi‘nin olduğu yere gelmiştik. Gözlerime inanamadığım bir tablonun karşısındaydım. Yüzlerce mezar taşı yerdeydi. Şehir ve isimleri yazıyordu, mezar taşlarının üzerinde…
Ağlayarak her birine Fatiha göndermeye çalışıyordum, bir taraftan da Ermenekli bir şehit var mı, diye arıyordum.
Ve bir Ermenek yazısı gördüm. Üzerinde Hüseyin yazıyordu. Elimde olmadan çöktüm başına hem ağladım hem dua ettim. İçimden birçok şey düşündüm, söyledim; ama neydi onlar, diye sorsanız, hiçbirini hatırlamıyorum. Ermenek’ten yola çıkarken herkes bir güzel tembihlemişti: “Herkese bizden de selam söyleyin” demişlerdi. Birer birer selamlarını getirdiğimi söyledim…
Ben duamı ederken arkadaşlardan biri de ben hiç fotoğraf çekinmiyorum diye benim fotoğrafımı çekmiş. Hala o fotoğrafa doya doya bakamam…
Abide gerçekten birçok şeyi haykırıyordu. Göğe yükselişi, içindeki AY YILDIZI, denizle bütünleşmesi…
Tıpkı Selam veren Asker duruşu!
Tıpkı elleri göğe uzanmış dua bekleyen eller gibiydi!
Abide’nin yanına vardığınızda sizi öyle bir rüzgâr karşılıyor ki anlatamam. Vuruyor hançeri göğsünüze, göğsünüze…
Derken binlerce şehidimi orada bırakıp Seddülbahir, Yahya Çavuş Şehitliği ve Anıtı, Kabatepe Müzesi, Anzak Koyu, 57. Alay Şehitliği ve oradan da Conkbayırı‘na geldik. Conkbayırı’nda siperleri gördüm. Düşmanla savaştıkları mevzileri gördüm ve bir kez daha yıkıldım. Çok yakındı, bu kadar yakından savaşılır mıydı?
Şöyle bir menkıbe anlatmıştı, hocam orada: “Gündüzleri savaşan askerlerimiz akşamları kendilerine gelmek için bağlama çalıp, Türkü söylerlerdi. Bu müzikleri duyan Anzak askerleri de çok yakın bir mevzi olduğu için onlarda dinleyip eğlenirlerdi. Bir kaç gün bu eğlence devam etti. Ve bir gece müzik sesi kesildi. Anzak askerleri buna şaşırır, herhalde yoruldular diyerek, onlar da dinlenmeye geçerler. Diğer gece yine müzik sesi gelmeyince merak ederler. Ve bir kâğıda bunun nedenini öğrenmek için taşa sarılı kâğıdı Türk cephesine fırlatırlar. Yazıyı okuyan askerlerimiz kâğıdın arkasına cevabı yazarak diğer tarafa tekrar fırlatırlar. Düşman kağıdı elini alır ve okur: Geçen gün o müzik çalan askeri Şehit ettiniz!…”
Ve daha nicelerini…
Ruhları şâd olsun…
Mekânları Cennet olsun…
Daha da anlatmak isterdim; fakat ben ne kadar anlatsam da boş. Çünkü herkesin bu duyguları hatta daha da fazlasını orada hissedeceğine eminim.
Bana üç defa gitmek nasip oldu. Elimde olsa, sürekli gitmek isterim. Allah’ım herkese gidip görmeyi nasip etsin.
Gittiğinizde benden de selam söylemeyi unutmayın!
Allah’a emanet olun…
Saygılar…