Bundan dört yıl önce Ermenekli bir Paşamızın kitabını okumuştum. Kitap o sıralarda çok meşhur olan, yok satan “Metal Fırtına” serisini aklıma getirmişti. Hayali bir savaş anlatılıyordu. Unutmadan kitabın ismini de hemen vereyim:
“Türk-Amerikan Savaşı, Kanlı Deprem”(E.Tümgeneral Alaettin Parmaksız)
Kitapta anlatılanlar, yapılanlar; olmayacak iş, yaşanılmayacak şeyler değildi. Sonuçta kitabı yazan kalem, hayatını bu vatan uğruna adamış emekli bir komutandı. Tespitleri, senaryosu o kadar inandırıcıydı ki yaklaşık 500 sayfalık kitabı iki günde bitirmiştim. Roman, Türk-Amerikan savaşını anlatıyordu. Türlü oyunlar oynayan Amerika’nın güneydoğudaki planları en sonunda alt üst ediliyordu. Türk’ün gücü bir kez daha ispat ediliyordu. O gün, okurken aldığım bir notu sizlerle de paylaşayım:
“Haklı olan kazanır. Vatanını savunan insan en büyük silahtır. Emperyalist saldırgana direnmede bağımsız savunma sanayi tayin edicidir. Emperyalist bir Süper Güce karşı savaşmak; dünya çapında, onun karşısına eşit bir gücü koymak anlamına gelen bir ittifaklar politikası ile mümkündür. Türk ve Kürt tek bir milletin ayrılmaz parçalarıdır. Sadece Türkiye Kürtleri değil, Irak Kürtleri de bu savaşta Türkiye’nin yanında yer alabilir.”
Kitabın önemli bir tarafı da Türk-Kürt birliğine yapılan vurguydu. Irak topraklarında ABD ve işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede, bölgenin birçok aşireti Türkiye’nin yanında yer almıştı. Amerika’nın, Savaş başladıktan sonra Güneydoğu ve Doğu’da Kürt kardeşlerimizi ayaklandırma planı gerçekleşememişti. Çünkü Kürtler ABD ile birlikte hareket etmemiş, vatanı savunma savaşına katılmışlardı.
En şaşırdığım yer ise ne oldu biliyor musunuz? Savaş’ın iyice şiddetlendiği sırada Lice’de bir grup PKK’lının, silahları ile birlikte ilçedeki askerlik şubesine gelmeleri ve Amerika’ya karşı savaşmak amacıyla askere alınmalarını istemeleriydi. İşte o an şöyle bir düşünmüştüm. Gerçekten böyle bir şey olabilir miydi? Yıllarca Askerlerimize gözlerini bile kırpmadan ateş eden eller, birgün olur böyle bir şey yaparlar mıydı?
Ve savaş, Türkiye’nin Güney’de ve Güneydoğu’da Kurtuluş Savaşı’nın başında belirlenen Misak-ı Milli sınırlarına ulaşmasıyla sonuçlanıyordu. İskenderun’un güneyinden başlayarak Halep’ten ve Musul’un güneyinden geçen, Süleymaniye ve Kerkük’ü içine alan hattın hepsinde Türk Bayrağı dalgalanıyordu.
Bu romanı o günden bu yana, haberleri izledikçe gözümün önünde canlandırıyorum. Bütün sahneler, bütün kurmaylar tutuyor. Tabi arada eksiklikler var. Onu da yaşayarak öğreniyoruz, tamamlıyoruz işte. Hayat bu, bir kurgu romanı adım adım gerçekleşiyor. Kanlı eller, yavaş yavaş bize bulaşıyor. Irak’tan başladılar. Suriye ile devam ediyorlar. Senaryo gün geçtikçe ilerliyor.
Ama şunu hala bilmiyorlar:
Ne Irak’taki Türkmen kardeşlerimizi, ne Caber Kalesi’ndeki Süleyman Şah’ımızı unuttuk! Kerkük’üğümüzü, Musul’umuzu,hatta Batum’umuzu…
Elbet bir gün bu Kanlı Deprem bitecek, riyakâr insanlar gidecek, Türk tarihi tekrar yazılacak…
“Elsizlere el, dilsizlere dil ver yeniden,
Lütfet, bize bin şanlı nesil ver yeniden,
Dünyayı alıp avucuna bir gün Tanrım,
Avucunda bu dünyaya şekil ver yeniden.” (Tanrıya Sesleniş, ARİF NİHAT ASYA)