26 Ağustos Türk ve dünya tarihi açısından önemli bir gün. Hem de iki defa önemli. İki büyük savaşın yaşandığı gün. Zaferlerin büyüklüğü de sonuçlarından ileri geliyor. İkisi de tarihin akışını değiştiren savaşlar.
“Anadolu başlar vatan olmaya”
26 Ağustos 1071’de, ikinci bin yılın ilk yüzyılında Anadolu coğrafyasının Türk devletlerinin merkezi
olmasının kapısı açıldı. Büyük romancımız merhum Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun serisinde anlattığı
gibi, Türkler Anahtar’ı Kilit’e sokup Kapı’yı açtı ve Konak’a (vatan) girdi. Artık Çatı çatılmaya başlandı.
Bu coğrafya tartışmasız dünyanın en önemli bölgelerinden birisi hatta birincisi. Kontrol ettiği coğrafya da kitaplı dinlerin vücut bulduğu topraklar. İkinci bin yılda buralar dünyanın diğer merkezleriyle irtibatını Türk devletleri üzerinden sağlıyordu. Aynı zamanda Doğu Roma topraklarıyken el değiştiriyor. Ve Roma, II Mehmet (Fatih)’in onu fethine kadar geri çekiliyor. Çekilen Roma Medeniyeti yayılan da Türk Medeniyetidir. (İslam Medeniyeti isimlendirmesi özellikle tercih edilmemiştir. Ama ayrı bir yazı konusudur.)
Bu yerleşme kolay da olmaz elbette. Vatan, Moğol istilası görür. Devlet dağılır ama harita artık Türkleşmiştir. Türk’ün idaresinden çok mutludur. Hem merhum Mehmet Emin Resulzade’nin dediği gibi “Bir kere yükselen bayrak inmez”. Çünkü bayrağı tutan el(ler) Türk’tür… Çabuk toparlanırlar. Türk’ün egemenliği Selçuklu’dan sonra Osmanlı Türk Cihan Devleti ile devam eder.
“Kızılelma’ya hey Kızılelma’ya”
Egemenlik ne zamana kadar? Elbette büyük dâhi Mustafa Kemal’in dediği gibi ilelebet. İşte bu ölümsüzlüğü sağlandığı ay da ikinci bin yılın son yüzyılının başındaki ağustos ayıdır.
26 Ağustos 1922’de başlayan Başkomutanlık Meydan Muharebesi Türk vatanının işgalinin püskürtüldüğü savaştır. Türk’ün karşısında geri çekilen Roma (Batı) Medeniyeti karşı hamlesinin son vuruşunu yapmak isterken büyük bir hezimet yaşar. Yeni Roma hayâlleri suya düşer. Bu sefer de bayrak tutan eller gücünü göstermiş, yumruğunu indirmiştir. Kazanılan zaferle başlayan Büyük Taarruz’la 3 yıl 3 ay 3 hafta süren soylu direnişin en zorlu son on günü yaşanır.
Türk’ün egemenliği Türkiye Cumhuriyeti ismiyle dünyaya ilan edilir. Tıpkı Selçuklu’dan sonra Osmanlı diye başka bir isimle devam ettiği gibi yeni ismini alacaktır. Türk’ün egemenliği Kızılelma’dır.
Hiç kolay olmamıştır. Bir avuç kahraman milletin azim ve kararına başvurur. Onu ayağa kaldırır. Hoş onlar da kalkmaya hazırdırlar ya… Fakat hiç de kolay olmaz. İlteriş Kağan’ın ünleyince on yedi kişiden önce yetmiş sonra yedi yüz kişiye çıktıkları gibi git gide çoğalırlar. Kalabalıklaştıkça problemler de artar. Malzeme insandır çünkü, yaradılışında rekabet vardır.
Erzurum’da Heyet-i Temsiliye başkanı seçilen Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi başkanlığını önlemek için gizli toplantılar yapıldığı tarihin sayfalarında duruyor.
Sivas Kongresinde delege sayısı 35’tir. Özellikle İstanbul delegeleri içinde manda isteyenler vardır. En zorlu tartışmalar manda konusunda yapılmıştır. İstiklâl mücadelesinin büyük isimleri içinde, başta, Amerikan mandası isteyenler bir hayli çoktur. Ve büyük dâhi manda isteğini kabul etmezken hiçbirinden de vazgeçmemiş ve birlikte mücadeleye devam etmiştir.
Başta kadro içinde olmayan hatta İstanbul Hükümetinin verdiği emir üzere hareket eden ancak sonra kadroya dâhil olan çok büyük isimlere de niçin geldikleri sorulmaz. TBMM’de de hukuk içinde hareket etmişlerdir. Kendileri gibi düşünmeyenlere hain muamelesi yapmazlar.
Üçüncü bin yılın ilk yirmisi
Yine büyük bir beka problemi var. Hem de yüz yıl öncekinden daha büyük. Dış meselelerin büyüklüğünden daha fazla içeride Türk egemenliğine yönelmiş bir tehdit söz konusu. Sosyal medya üzerinden ilginç bir makale geldi. Başlığı “Modernite ve Modern Bilimin, Üzerine Kurulduğu Temel İlkeler” idi. Makaleyi daha da ilginç kılan yazarı Prof. Dr. Ömer Özyılmaz’ın Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu üyesi olması. Üç makalelik bir seri. Özyılmaz
bir dönem Refah Partisi’nden bir dönem de AKP’den Erzurum milletvekilliği yapmış. Kurul üyeliğine de 24 Şubat 2021’de Resmî Gazetede yayımlanan kararla atanmış.
Özyılmaz “Modernite, din ile hayatı birbirinden ayırıp koparmıştır. Zira O, birbiriyle iç içe olan, birbirini besleyen gerçekleri ayıran, bölen, parçalayan bir anlayıştadır. Moderniteye göre din ve hayat, din ve bilim, din ve üretim, din ve dünya, din ve siyaset vb gibi hayatın bütün alanları birbirinden ayrıdır ve birbirine karşıdır. … O’na göre bu hususlar birbirinin zıddıdır, bunlar asla bir araya gelemezler, gelmemelidirler.
Bu anlayış, modern bilimin beslendiği modernitenin dünyaya bakış açısı ve Batı tarihinin sürüklemesi sonucu oluşmuştur. O önce kilise-devlet, sonra din-dünya ve kutsal-profan (dünyevi) ayrımını yaparak hayatı, hakikati ve bilimi ikiye bölmüştür.” diye yazıyor.
Biraz daha araştırınca YouTube’de, 11 Temmuz 2021’de yaptığı bir konuşmasına rastladım.
Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu Üyesi Ömer Özyılmaz, “Biz bir yolun yolcusuyuz. Şu anda ikinci 50 yıla -rakamları düşünün sonra- ikinci 20 yıla girmiş bulunuyoruz. Bu bir yolculuk. … Bugün İslam Eğitimi üzerine odaklanmamız lazım.” diyordu. Bu cümleler eğitimle ilgisi olmayan siyasi hedefleri ortaya koyan ifadeler. Zaten Özyılmaz da konuşmasında bunu biraz daha açıyor.
“İslam Eğitimi, geçmişte olduğu gibi bundan sonra bizim belirleyeceğimiz yerlerde, bizim belirleyeceğimiz durumlarda başkasına rol vereceğimiz dünyada olmayı planlıyoruz. Bundan sonraki hedefimiz o. Biz belirleyeceğiz, biz rol vereceğiz. Ve biz isimlendireceğiz. İşte bunun flaş ismi İslam Eğitimi’.
Yeniden kendi dünya görüşümüze göre eğitimin felsefesini, insan felsefesini, epistemolojinin yeniden bizim ölçülerimize göre belirlenip yeni bir paradigmayla … hem bizim inancımız, dünya görüşümüzün ölçüleri hem de bugünün bilimlerinin doğru bilgilerini alıp yeniden üretmenin adıdır İslam Eğitimi … bizim felsefemize göre eğitimin yapıldığı bir dünyadır İslam Eğitimi. … Bugün modernitenin etkisiyle dünya yaşanmaz hâle gelmiştir… ikinci yirmi yılda …daha çok çalışmamız lazım.”
Bütün bunlar açıklamaya dahi gerek olmayan, siyasi hedefleri tarif eden ve din devletini tanımlayan, Birinci yirmi yılla da AKP iktidarını işaret eden düşünce açıklamaları. İkinci yirmi yılla da benim gibi inanan, benim gibi düşünen ve benim gibi yaşayan bir toplum hedefi anlatılıyor.
8 Mayıs 2020’de de Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Twitter’dan bir görüş yayımlamış ve Türkiye’nin çok milletli bir yapıya sahip olduğunu belirtmişti. Kurul, “Bizim toplumumuz farklı kimlik gruplarının bir bileşkesidir. … hiçbir kimlik grubu gerek halk kesimi olarak gerekse seçmen olarak yüzde elliden fazla bir sosyolojik güce sahip değildir. Hepsinin sosyal tabanı yüzde ellinin altındadır. Bu durum âdeta maruf ve meşhur bir vakıadır.” demişti. Bu açıklamaların değerlendirildiği yazımız veryansıntv.com’da duruyor.
Şimdi de Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu üyesinden inciler dökülüyor.
“Eğer Def’ olmazsa bu beliyye”
Bugün Atatürk ve arkadaşlarının yolundan gittiğini söyleyen milliyetçiler, cumhuriyetçiler, vatanseverler, yurtseverler, ulusalcılar adı her neyse… yüreği vatan için, Türk Milleti için çarpanlar birbirlerinin gölgesine kurşun sıkıyorlar. Hâlbuki büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Yeni Roma hayâlleri yeniden kuruluyor. Egemenliğimiz, kimliğimiz, milletin birliği ve vatan bütünlüğü tehlikede. Gelecek nesillerimiz benim inandığım gibi yaşayacaksın diyenlerin tehdidi altında.
Eğer Türk tarihinin büyük dâhisi Mustafa Kemal Atatürk gibi yapılmazsa, ara başlıktaki beytin ikinci mısraı devreye girer:
“Ne İznik kalır ne Kostantiniyye”