Prof. Dr. Mustafa Öztürk üzerinde bir tartışma olmuş. Ben denk gelemedim.
Yağmur Tunalı Hoca’mızın yazısından öğrendiğim kadarıyla, “Kuran’ın geliş zamanındaki hayat şartları içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin savı ile hareket eden Prof. Dr. Mustafa Öztürk, tabiri caiz ise, linç edilmiş ve üniversitedeki kürsüsünden istifa etmiş…”
Sayın Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ü önce değerli Hocamız Mustafa Tahir Öztürk ile ilişkilendirir gibi oldum, sonra, “Acaba, mekânı cennet olsun, 21. Yüzyılımızın en değerli İslam müçtehiti olarak gördüğüm Yaşar Nuri Öztürk ile akraba olup olmadığını düşündüm…,” henüz de bilemiyorum.
Dönemimizin en Münevver insanlarından birisi olarak gördüğüm Yağmur Tunalı Hocamızın naklinden hareketle, naçizane, anılan konuda ben de bir şeyler söyleyeyim dedim.
Bu mevzu, haliyle çok derin ve tahayyül edilemeyecek derecede de çetrefilli. Öyle birkaç satırla geçiştirilebilinecek bir konu değil.
Söylemek istediklerimi, bildiğiniz gibi, en kısa ve en özgün şekliyle paylaşmaya çalışan birisiyim. Her ne kadar yazmayı çok sevsem de, bir iki gece içinde bir konuda vasat bir kitap yazabilecek kadar çok hızlı ve yeterli olsam da, genelde milletçe, okumayı sevmediğimizden, kısa ve özlü anlatımlarla vermek istediğim mesajı vermenin amaçlarıma daha çok hizmet edeceğine inancım devam etmektedir.
Dinler, toplumlar için vazgeçilmez olgulardır. Din’in varlığı söz konusu ise, onun, yaşıyor olduğunu kabul etmek zorundayız. Yaşıyor ise, ne zaman ve hangi şartlarda doğmuş, nasıl yaşıyor, nasıl yaşayabilir, nasıl korunur, hangi şartlarda yaşar, hangi şartlarda ölür…
Hepimize öğretilen ve kanaatimce temelde yapılması gerekilenlere en uygun yöntemi belirleyen “Edillei şeriye”nin dört maddesinin özellikle dördüncüsü “Fıkhî kıyas”, ezbere saymakla yetinen bir cemaatin, ağzından çıkanı kulağının duymaması durumuna düşmesinin en büyük göstergesidir.
Önce kitap(kuran), sonra sünnet ve hadis, ardından icmaı ümmet(devrin islam alimlerinin değerlendirmeleri, yorumları)… bunlar da yeterli gelmiyorsa, fakihlere müracaat edilmesi.
Günümüzde, mesela bugün, “aşı” herkesin dilinde. Herhangi birisi sorabilir: “Aşı İslami midir?” diye. Çünkü ne kitapta ne sünnette ne hadiste yeri vardır. Bunun değerlendirilmesi, İslam alimleri ile İslam hukukçularına kalacaktır.
Bilinen bir gerçek var, o da, İslam, asırlardır güncellenmemiştir ve çağımızın yeniliklerine, bir kaç yüz sene önceki gözleriyle bakmaktadır; Yani yaşayan İslam, kendisini, bir kaç yüz sene evvelki hayatın bir döneminde, bir yerlerde dondurmuş ve devre dışı kalmış, tüm yeniliklere ve beraberinde gelen sorunlara şaşı olarak bakmakta, daha doğrusu baktırılmaktadır.
Son yirmi yıl içerisinde çok miktarda aydınlanmacı din alimimizin yetişmiş olması çok sevindirici bir durum olmakla beraber, bunlar da kendi aralarında anlaşamamaktadırlar.
Bugünün klasik Müslümanı hiç düşünmeden, kafasını yormadan, hayal dünyasında, huşu içerisinde, “dün’ün güneşi ile çamaşır kurutmaktadır.”
Din yaşamalıdır, nefes almalıdır, kâinatta Özgür gezinmelidir, beslenmelidir, hareket etmelidir, … canlı kalacaksa, yaşaması istenirse, bu böyle olmalıdır.
Hangimiz, sevdiklerini alır bir karanlık mağaraya saklar, güneş ışığına çıkartmaz… Sevdiklerimizi sever gibi görünüp öldürmektir bu!
1400 sene önce olanları, bugünün gözlükleri ile görmeye kalkarsak ki maalesef günün müslümanı da ateisti de deisti de aynı gözlükleri elden ele dolaştırıyorlar, geldiğimiz durum hiç şaşırtıcı gelmez.
Tarihteki her olayı, verilmiş her hükmü, cereyan ettiği zamanın şartları ve coğrafyası içerisinde değerlendirmek kural olmuş olsa da, dünkü misvak’ı bugün çok ilkel bulursunuz; Dün’ün hijyen şartlarını bugün kabul edilmez bulursunuz…
Dün’ü, bugün’ün gözlükleri ile görmek, dün yaşayanlara iftira atmak onları hakir görmek demektir.
Körü körüne misvak ve sakalı savunmak ne kadar yanlış ise, misvak’ı çok ilkel görmek, onunla alay etmek de bir o kadar yanlıştır.
Bugünkü din algılarımız maalesef işte tam da burada kitlenmiş ve çözümsüz durmaktadır.
Çözüm, Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün savı’dır! Dün, dün’ün şartları içerisinde değerlendirilmelidir!
Böyle yaparsak, misvak’ın, ağız sağlığımız için devrim yaratabilecek bir araç olarak Hz. Muhammed tarafından tavsiye edildiğinin farkına varırız. Benzeri şekilde, taharet gibi, paylaşım gibi, infak gibi devrim sayılacak nice nice insani değerlerin uygulamaya alındığını fark ederiz.
1400 sene öncesine ışınlanıp gitmek, orada donup kalmak, bir milim büyüyememek, ur gibi kalmak… bu esasen Allah’ın yarattığı evrenin evre evre geliştiğinin de bir şekilde inkarıdır.
Yaşamayan, yaşaması için hiçbir şey yapılmayan, karanlık dehlizlere gömülen bir din yaşamaz ve Cihan şümul olma iddiasını kaybeder. Kıyamete kadar baki kalmaz.
Biz son devrin Müslümanları işin hep kolayına kaçıyoruz. “Allah korur” diyoruz ve yaratılma gayemizi unutuyoruz, hiç sorgulamıyoruz.
Tamam, Kuran’ın bir ya da birkaç nüshası, kıyamet gününe erişebilecekler diyelim. Allah korudu diyelim. Peki sen ne yaptın! Neden bir şeyler yapma gereği duymuyorsun!…
Kuranı korumak, yaşatmak, yaşayabileceği çağdaş ortamı oluşturabilmek… Müslümanın görevi. Ancak, günümüz Müslümanının, okumak, düşünmek ve sorgulamak gibi bir gailesi olmadığından, bu vazifesini “görevsizlik” vererek Allah’a iade ediyor.
Müslüman gibi görünen aslında Müslüman değil!
Prof. Dr. Mustafa Öztürk ne ilk ne de son olacaktır. Ancak, Allah’ın ilahi nuru aydınlık mutlaka ve mutlaka karanlığı boğacaktır!