Orta Doğu’daki İslam ülkeleri yaklaşık yüz yıldır çürümüş, çağ dışı rejimlerin yönetimleri altındadır. Bu ülkelerin insani, ahlaki ve demokratik yönetimlere kavuşmasını her demokrat insan ister. Orta Doğu’daki ülkelerin çağ dışı yönetilmelerini bahane ederek bu ülkelere müdahale eden küresel güçlerin tutumlarını onaylamak ise mümkün değildir.
Mısır’da Müslümanları katleden darbecileri iş başına getiren ve destekleyen ABD’nin, Suriye’de katledilen Müslümanlar için -gözleri yaşartacak operasyon fedakârlığına kalkışması- kimyasal kullanımı ile ilgili değil, doğrudan İslam’la ilgilidir.
ABD ve onunla birlikte hareket eden işbirlikçi rejimler liberalleştirme, demokratikleştirme, modernleştirme adı altında İslam ülkelerini güçten düşürme projelerini uzun süredir devreye sokmuş bulunmaktadır. Bu ülkenin stratejistleri ve düşünce merkezleri tarafından ‘Medeniyetler Arası Çatışma’, ‘Tarihin Sonu’ tezleri ya da ‘Büyük Orta Doğu Projeleri’ herhalde entelektüel egzersiz olarak ortaya atılmamıştı. Bu çalışmaların amacı “küreselleşmenin ozon deliği” olarak nitelenen İslam ülkelerini küresel sisteme eklemlemektir.
Bu bağlamda Bernard Lewis, birkaç yıl önce kuralsız şiddetin Orta Doğu’nun “arızi” değil, “yapısal” bir parçası haline geldiğini, bölgedeki çatışmanın “İslam Medeniyeti içinde” olduğuna vurgu yaparak, tek yolun bu “yapı”nın değiştirilmesi olduğunu ileri sürmüştü. Libya’da, Mısır ya da Suriye’de yaşananların özünde bu gerçek vardır.
“Arap Baharı” denilen olgu, çatışmayı medeniyetler arasından İslam medeniyetinin içine çekerek, İslam ülkelerinin yapısal olarak dönüştürülmesini sağlamak olgusudur. Daha açıkçası İslam ülkelerinin iddia edilen “demokrasiye ve insan haklarına elverişsiz” olan yapısının dönüştürülmesiyle ilgili sosyolojik ve siyasi operasyondur.
Bir kez daha hatırlayalım, Tunus’ta başlayan olaylar üzerine ABD’li stratejist Brzezinski, “ABD, bu çatışmaların arkasında değilse önünde olmalıdır” demişti. Tunus’ta başlayan ve ardından da sırasıyla Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye’ye yayılan çatışmalar bu ülkelerin çürümüş rejimlerini değil doğrudan doğruya İslam’ı hedef almışlardır. Hedefte olan rejimler değil İslam’dır.
Mart 1990’da, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin yayınladığı bir raporda, “Orta Doğu konusundaki çekişme, İslâmî uyanış ile Batı dünyası arasındaki karşılaşmayı ölüm kalım mücadelesi haline getirmektedir” diye yazıyordu.
İslam dünyasındaki sorunun, birilerinin iddia ettiği gibi, radikal İslam’la Ilımlı İslam arasında olmadığını, bugünkü meydan okumanın, İslam’ın Batı ile nasıl anlaşacağında değil, tam tersine, Batı’nın İslam’la nasıl anlaşacağıyla yakından ilgilidir. Orta Doğu’da olan biteni “İslam’ın Orta Doğu’da soluğunun kesilmesi, insanlığın İslam üzerindeki zaferi” olarak okuyanlar vardır.
Suriye ya da Mısır’da yaşananlar küresel gerçek ve stratejilerden izole edilerek anlaşılamaz. Bugün Suriye’de Esad karşıtı olarak oluşturulan koalisyon, diğer dış unsurların yanında CIA ve MOSSAD’ın desteğiyle Afrika’dan ve diğer İslam ülkelerinden militan devşirerek isyanı teşvik ettiği bilinmektedir. Bu dış destekli iç savaşta Müslüman Müslüman’ı katletmekte, İslam ülkelerinin kaynakları tüketilmekte, İslam’ın tarihi ve kültürel mirası mahvedilmektedir. Rejimleri bahane edilerek ‘küresel sistemin ozon deliği’ olarak nitelenen İslam ülkelerinin, küresel sisteme eklemlemek adına bombalanması cinayettir, kabul edilemez.
Suriye’ye operasyon için Obama’nın Kongre’nin vereceği kararı beklediği, İsrail’in kararın Kongre’den olumlu çıkması için lobi yaptığı, T.C.’nin Başbakanı Erdoğan’ın ise “muharip güç mü, lojistik destek mi şartlar belirler” diyerek beklenti içine girdiği bilinmektedir.
Obama ve Netanyahu’nun İslam hedefli Suriye operasyonu konusundaki arzuları anlaşılır da Erdoğan’ın bu konudaki iştahı ve arzusu anlaşılır değildir. Başbakan Erdoğan’ın Irak’a savaşmaya giden ABD’li askerlere dua etmesi de anlaşılamamıştı: “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla, ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz”.