Herkesin bir başa bağlı olması, başın da baştan bağlı olması, serbest iradenin üretilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bağlılık kimlik sorunu yaratır. Her türden sistem mevcudu muhafaza için başı (iktidarı) güçlendirmeye bünyeyi (üyeleri) ise zayıf tutmaya özel bir önem verir. Zayıf kişilikler ayakta kalabilmek için, kendilerini daha çok başa (güç sahibine) bağlı olmak zorunda hissederler.
Güç sahipleri (Baştakiler) de hâkimiyetlerini sürdürebilmek için çok daha güçlü odaklara bağlı kalmak durumundadır. Toplumlar, daha çok da Doğu toplumları bu anlamda bir güçler hiyerarşisi biçiminde örgütlenmişlerdir.
Değerler ve gelenekler bağlamında Türk toplumunda gücün soyut hiyerarşik ve manevi bağlantılarından söz edilebilir. Nihayetinde Türkiye, her şeyin ailede babadan, işyerinde patrondan, inançta şeyhten, okulda öğretmenden, ekonomik hayatta ise devletten beklenmesi diye bir geleneğin olduğu ülkedir.
Bu durumda ortaya bağımlı, edilgen ve emir almaya hazır kullar çıkar. Bu süreç yüzyıllar süren hem maddi hem de manevi yönden kendine özgü bir nevi zihinsel genler üretmiş yaşam ve düşünce biçiminin sonucudur. Fromm, otoriteye ilticayı “özgürlükten kaçış” olarak nitelendirerek “kişinin kendi bireysel özünün bağımsızlığından vazgeçme ve kendi özünü kendi dışındaki bir insanla ya da bir şeyle kaynaştırma eğilimi” olarak niteler.
Yüzyıllar boyunca devletin profan (seküler); tarikat ve cemaatlerin ise (ruhani) manevi yönden tahakkümü bireyi otorite karşısında iyeci güçsüzleştirmiştir. Bu durum şöyle açıklanır: “Dünya beylerinin yanında, hatta üstünde bir din ve mana aristokrasisini yoğurup şekillendiren” -İslam’ın reddettiği- ruhbanlık kurumu yüzyıllar içerisinde başka isim ve kılık altında kul ile tanrı arasına konulunca, kitleler üzerinde yeni bir güç ve iktidar merkezi vücut bulmuştur… Süreç içinde manevi nüfuz ve sultası, hepsinin üstünde çoğunlukla tarikat ve toprak ağalığı karışımı bir tahakküm odağı teşekkül ettirmiştir.
Kendileri de bir zamanlar tabandan yetişme, fakat tabana basıp üste tırmandıkça dünya meşguliyeti ile uğraşmaktan nefislerini sıyırmayı bilmiş; Hak yolunu basamak basamak sürdürüp Tanrı varlığında beka bulduktan sonra ise artık “eli Hakk’ın eli; kuvvet ve kudreti vücudu mutlak kudreti… Öylesine hizmet; Hakk’a hizmet demek”.
Bu durum pısırık, pasif, uyuşuk ve uysal bir tabiler kütlesini üretmiştir. Yaşama, algılama ve düşünme biçimi otoriteye kayıtsız, itirazsız bağlanış hatta ilticayı zorunlu kılmıştır. Mevlana Cami Mefehat-el-Üns’de “Felah yoktur ol müride ki üstadın ve pirin züllünü çekmeye ve kendinden sille yemeye” demiştir. Maddi sultanların insanın fiziki yapısı üzerinde kurduğu tahakküm; manevi sultanların duygu, ruh ve iman üzerinde kurduğu egemenliğin yanında anlamsız denecek kadar etkisizdir. Onlar “Ehl-i cihandan hizmetkârlık ve riayeti edep talep eylemişlerdir”.
Bu tutumların amacı şeyhlere tam teslim olmayı sağlamak ve onların elinde bir cenaze gibi olmayı sağlamaktır. Böylece şeyhler de halis muhlis uşaklara kavuşmuş ve egosu tatmin olmuş olur. Kaldı ki onlardan bazıları insanları zühde ve dünya nimetlerinden uzak durmaya davet etmelerine karşın kendileri şatafata gark olmayı ve padişah yemekleriyle donatılmış sofralardan beslenmeyi bir hak olarak görmüşlerdir.
Mana sultanları olan şeyhler ile maddenin sultanları olarak nitelendirilecek devlet yöneticileri, geniş halk kitlelerinden yüzlerce yıldır hemen hemen aynı şeyi -kayıtsız şartsız maddi ya da ruhani otoriteye tabilik- talep etmişlerdir. Ruhu ve fiziği birbirinden güçlü odaklar tarafından sarıp sarmalanan bireye düşen, “mutlak” gücünden ve imanından kuşku duyulmayan maddenin ve mananın sultanlarının otoritelerine iltica etmek olmuştur.
AKP’yi ve seçimleri bu yönüyle de düşünmek gerekir!