Hatıralardan:
İRAN ZİYARETİ VE HUMEYNİ ÜZERİNE
1997 Yılı… İran’ın kum şehrinden Ayetullah-i Uzmana Şehristani’den bir İran’a 15 günlük bir ziyaret için davet aldım. Davet beni mutlu etmişti ama bir taraftan da korularım da vardı. Daveti bana telefonla ulaştıran Tebrizli Molla’ya;
– Davet için memnun olduğumu, ancak tek başıma gelmekten korktuğumu söylemiştim.
Molla, “neden korktuğumu” sorunca da;
– Tek başıma İran’a gelmekten korktuğumu, Şiilikten, Molladan, Farslardan korktuğumu ve yalnız gelemeyeceğimi anlatmıştım.
Molla, benim anlattıklarımı Farsça anlattı, bunları duyan zat (Ayetullah Şehristani) yüksek sesle kahkahalar atmaya başladı ve sonunda;
– Söyle yanına 10 -15 arkadaşını da alsın gelsin, hepsi misafirimizdir, demez mi?
– Yok, bu kadar da gerekmez üç arkadaşımla gelsem olur mu, dedim.
“-Tamam” sözünü aldıktan sonra, beraber gideceğim arkadaşlarımı tespit edip aradım:
Bunlardan birisi o zamanlar Elazığ Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şaban Kuzgun’du. Diğeri İstanbul Marmara Ü. İlahiyat fakültesi sosyoloji Bölüm Başkanı Yümni Sezen. Üçüncüsü de başbakanlıkta daire başkanı Dr. Yaşar Kalafat…
İstanbul Atatürk Havalimanı’n da bindiğimiz uçaktan Tahran Havalimanı’na indiğimizde, ev sahiplerimiz adına Iğdırlı Bilgin COŞKUN Molla mahalli molla kıyafetiyle bizi karşıladı.
Ziyaretimiz başlamıştı. Kum şehrine giderken merhum Humeyni’nin türbesi göründü ve türbeyi ziyaret fırsatı bulmuş olduk.
Humeyni’yi ülkemizde o zamanlarda bilinen olumsuz bilgiler yanında iki ayrı özelliği ile de tanıyorduk:
1.İran’dan ayrılmak zorunda kaldığında, Avrupa’ya gitmeden önce bir süre Türkiye’de ikamet etmiş ve Türkleri tanımış ve sevmişti. İran’a geldikten sonra, ilk dini vekili olan Iğdır Bayraktutan köyünün merhum Molla Şey Ahmed’e, “ben Türklerle kucaklaşmak istiyorum, fakat emperyalistler bırakmıyor” demişti.
Iğdır ve çevresindeki camilerin durumunu, yeni cami ihtiyaçları gibi sorular soran Humeyni, bir kağıda yazdığı yazıyı vererek, “- sen Türkiye’deki işlemlerini yaptır ve İran’dan bu kağıtla alacağın petrolü Türkiye’ye götür bir kısmını da camilerin bakım ve onarımına ver”, demiş. Şeyh Ahmet, Humeyni’nin vefatına kadar da bu işlerle meşgul olmuş bir dostumdu. Allah kendisine rahmet eylesin.
2. Fransa’da yaşadığı sürede, Avrupalı hemen hemen her ülken Televizyonlarının yılda bir kere, İslamiyet hakkında yaptıkları programlar yaptıklarını görüp izlemiş. Hemen hemen bütün programların İran’da yapılan 10 muharrem Kerbela törenlerindeki hançerli, zincirli; kanlı görüntüleri yakından ekrana vererek, yılda bir defa bu törenlere katılmayanlar Müslüman olamazlar gibi, yorumları da farketmiş.
Bu temel düşüncesi sebebiyle de İran’da idareye tam hâkim olduğunda iki önemli içtihatta bulunmuştu:
1. Kerbela merasimlerinde insanın kendisine işkence etmesinin yanlış olduğu be sebeple bunlara son verilmesi, matem için kan akıtmak isteyenlerin de Kızılay’a kan bağışında bulunmaları,
2. Hacca giden İranlılar o yıllarda, Kâbe’yi ziyaret eder, namaz vakti geldiğinde ise, “Amrika Adüvvü’l – Müslimin” (Amerika İslam’ın Düşmanı) diye slogan atarak Kâbe’yi terkeder, Vehhabi diyerek Kâbe İmamının arkasında namaz kılmazlardı.
Humeyni bu konuda:
“- Bulunduğunuz yerde ezan okunmuşsa, namazı kimin kıldıracağına bakmadan, namazınızı o mescitte kılmalısınız. Orada namaz kılmadan mescidi terkettiğinizde sizin Müslüman olmadığınız kanaati oluşur. Namazınızı kılın ve bu namaz içinize sinmezse ikamet yerinize gittiğinizde kaza edin, demişti.
Bunlar çok önemli, doğru hükümlerdi. Bunlar önce İran’da matem törenlerinde ve içtihadı takibeden yılda da Mekke ve Medine’de de uygulandı.
İran dışındaki ülkelere, özellikle de bizim ülkemize daha geç geldi.
DİN EĞİTİMİ MERKEZİ OLARAK KUM ŞEHRİ
Kum şehri İslam dünyasında mevcut Şii- Caferi mezhebine mensup Müslümanların çok önemli bir kısmı din eğitimi almak zere İran’a geliyor ve kum şehrinde eğitim alıyor.
Şii Caferilere göre Müslüman olanlar yaşayan bir “Müçtehid”e bağlanmak; inanmak zorundadır. Vefat eden Müctehid’in içtihatları da kendiliğinden yürürlükten kalkar. Vefat eden Müctehid2in yerine gelen Müctehit, vefat etmiş olanın içtihatlarından hangilerinin geçerli olduğunu beyan ederse, onlar yürürlükte kalmaya devam eder.
Bu temel yapı, din eğitimi almayı, dini lider olmayı gaye edinen pek çok insanı Kum’a getiriyor. Çocuğunun din adamı olmasını isteyen aileler de nerede bulunursa bulunsun, bir yolunu bunup, çocuklarını Kum’a göndermeye özen gösteriyorlar.
Kum şehrinde, her Ayetullah –i Uzmâ’nın mutlaka bir müessesesi vardır. Ayrıca yine her Ayetullah’ın mutlaka Londra’da da ikinci bir müessesesi daha vardır.
Kum medreselerinde ölçme ve değerlendirme notla yapılmıyor. Kum’a gelen herkes Arapça ve Farsça okur- öğrenir. Bundan sonda binlerce öğrencinin toplandığı tek sınıflar vardır. Ders verecek hocalar için bir kürsü ve iyi işleyen bir ses düzeni vardır. Öğrenciler dershanede cami içinde oturur gibi oturur ve dersleri öyle takip ederler.
Her öğrenci yeni bilgiler edindikçe kendisi için beğendiği bir alan seçerek o konuda farklı kitaplar okumaya başlar, derken okudukların özetler tanıtma yazıları veya derlemeler ve benzeri araştırmalar yapmaya başlar.
Bu yaptıkları çalışmaları da Hocalarına, tanıdığı farklı unvanlardaki Ayetullah’a ve/ya Ayetullah-i Uzma olanlara da okuması için takdim eder. Okuyanlar çalışma hakkındaki müspet veya menfi Kanaatlarını derkenar olarak, öğrencinin çalışmasına not olarak yazar.
Bu tür çalışmalarla her geçen gün daha ciddi, daha derli toplu çalışmalara ulaşılır. Başkalarının örmediği kitaplar bulunur. Tarih, din, din tarihi, kültür, medeniyet… gibi farklı alanlardaki çalışmalar artar. İran’da kütüphanecilik ve uluslararası yayınlar son derece gelişmiştir. Hemen hemen her dilde aradığınız kitabı bulma imkânı vardır.
Hatta o kadar ki, İstanbul, Bursa, Konya, Edirne gibi tarihi Türk şehirlerindeki yazma kitapların da çoğunun mikro filmleri dâhil bulma imkânı vardır.
Kütüphaneler genellikle bilgisayar donanımı ile işletilmektedir. Misal olsun diye Kum’da, Ayetullah Maraşî Kütüphanesi altı katlıdır ve ilk üç katı yer altında, deprem, su baskını ve atoma karşı korumalı olarak yapılmıştır. Müracaat memurundan istediğiniz kitap, katalog veya mikro-film otomatik araçlarla el değmeden getirilerek verilir.
Ayetullah Maraşî ailesi 3.- 4. Nesil Ayetullah yetiştirmiş bir aile olarak biliniyor.
Sayıları her gün artan AYETULLAH-İ UZMA (mutlak müçtehit) olarak bilinen yüze yakın bilge insan Kum’da oturur.
Her Ayetullah’ın ayrı kurumu (Müessesesi) vardır. Her Ayetullah, kendi medresesinde okuyan öğrencilerine iaşe, ibate ve ikamet sağlar. Kendisine “müçtehidim diye” bağlı insanların bulundukları yerlerdeki cami görevlilerine bulundukları şartlara ve standartlara göre her ay ücret öderler.
Ayetullah’ların gelirleri ise, kendisini müçtehit olarak kabul edenlerin, gelirlerinden aldıkları “humus” (beşte bir=%20) ler ile yaptıkları yayın ve diğer ticari işlerinden meyda gelir.
AYETULLAH ŞEHRİSTANI DİĞER AYETULLAHLARI ZİYARET VE AYETULLAH TEBRİZİ
Bizi davet etmiş olan Ayetullah Şehristani (İran’ın Sistan şehrinden) Arap asıllı olmakla birlikte, devraldığı Müessesenin, kendisinden önceki Ayetullah’ı ise Tebriz’liymiş. Kendisi daha çok hemşehrisi Ayetullah Sistani’den okumuş.. Müthiş bilgi birikimi yanında mütebessim ve espri dolu biri… Bir başka özelliği de benim gibi diyabet olması..
1997 yılındaki misafirliğimiz dışında birkaç kere de Hac mevsimlerinde Mekke ve Medine’de beraber olduğumuz, Iğdır ve diğer illerde görev yapan ülkemiz vatandaşı Caferi Molla (din adamları) ile de birlikte olduğumuz zamanlar da olmuştu.
Ev sahibimizin bir isteğiniz var mı, şeklindeki bir soruya, diğer Ayetullahlar ve Müesseseleri hakkında bilgi edinmek ve tanışmak istediğimizi söylediğimizde, olumlu cevap verdi ve bize rehberlik eden arkadaşları görevlendirmişti.
Bu vesile ile de 15 kadar “Ayetullah-i Uzma” ve müessesesini tanıma imkânı bulmuştuk.
Ayetullahları belli bir randevu ile ziyaret ettik, sevgi ve muhabbetle karşılandık ve her birisi ile arkadaşlarının da katıldığı sohbetlerimiz olmuştu.
Bunların hepsini anlatmaya ne gerek var? Bunlar içinden bizi son derece etkilemiş olan Ayetullah Tebrizi’yi ve Onun Medine’de yaşamış olan “Dünya Üzre Vekili” Şeyh Cafer’den bahsetmek istiyorum:
Tebrizi ziyaretimiz sırasında 65-70 civarında idi. Bize rehberlik Eden Bilgin Molla ile müessesesine vardığımızda bizi karşılayan yaklaşık 1.80’i aşan boyu, ince zarif ve nurani görüntüsü hepimizi heyecanlandırmıştı. Tek tek elimizi sıkıp, “sizi hoş gördük” (Türkiye Türkçesiyle = hoş geldiniz) demişti.
Bilgin Molla, tek tek bizleri tanıştırdı ve:
“- Ben de Farsça sizlere yardımcı olacak..” diye kendisini takdim ettiğinde, yüzünde hafif bir değişiklik olan Tebrizi:
“ – A gardaş, Türkiye’den menim dilgardaşlarım gelip, senin Farsça’n mene lazım!” deyiverdi.
Bu söz hepimizi yürekten etkilemiş ve heyecanlandırmıştı.
İşte bu heyecanla, Azerbaycan’da öğrendiğim Azerbaycan şivesi ile kendisine dönüp:
“- Hörmetli Ayetullah, icazeniz olarmı? Dediğimi hatırlıyorum. Kafasıyla olur işareti yaptıktan sonra ben devam ettim:
“ – Men İran’a yüz tutan kimi, gorxudan üreğim pattayırdı. Ona göre ki, men Şieden gorxurdum, Molladan gorxurdum, Fars’dan gorxurdum. Ona göre de üreğim sınmasın diye onu öz ellerimde saxlayırdım. İndi senin bu gözel sözlerini eşitmişem, öz ahmaklığıma yanıram. Neyneyim üreğim öz ellerimde kalıpdı. İcazeniz olarsa onu, daha emin bir yere koyup, saklamak isteyirem.”
Ayetullah Tebrizi de duygulu bir tarzda:
“ – Hara goymak isteyirsen?” deyiverdi. Ben:
“ – İcazeniz olarsa en emin yer olarak sizin üreğinizin içine saxlamak isteyirem” deyiverdim.
Sözüm biterken, uzun sakallarından aşağı gözyaşlarını gördüğümde, benim de arkadaşlarımın da gözyaşları yanaklarımızda aşağı akıyordu.
İlk defa duyduğumuz “Türkiye’den benim dil kardeşlerim gelmiş, senin Farsçan bana ne lazım?” sözü unutulacak gibi de görülmüyor.
Ayetullah Tebrizi ile epeyce oturup, Türkiye, İran; Türklük ve Türkiye’deki dini hayat üzerine konuştuk. Bu konuşmalar sırasında:
“ – A gardaş, Türkiye ve İran arasında vize yok. Ama her iki ülke de korkan tüccar gibi her biri diğerine kuşku ile bakar. Buna göre de biz Türkiye hakkında, muhtemelen siz de bizler hakkında hakikat olan şeyleri bilemiyoruz. Şimdi size bir soru soracağım, yanlış olarsa bağışlayın” şeklinde bir soru sormuştu.
-Aman Ustad, ne isteyirseniz rahatlıkla sorun, dedim. Bunun üzerine, ülkemizde ki Müslüman nüfus ile Hıristiyanların nispetini sordu.
Ben de %99,9 kimi Müselmandır, deyince yüzünde sevinçli bir heyecan belirdi.
– Bu gerçek mi diye sordu. Ben de:
– Elbette gerçek dediğimde, ellerini dua eder gibi açıp,
– Şükür Yarabbi, deyişini hatırlıyorum.
***
Konuşmalar devam ederken nerden aklıma geldi, bilmiyorum ama size namazda okuduğumuz salavat’ları okuyayım mı, dedim. Oku dedi. Ben de “allahümme Salli ve Barik” dualarını okudum.
Bana, önce “-Siz Şii misiniz, diye sordu. Hayır, dedim. Biz Sünni ve Hanefiyiz, diye tamamladım.
“-A gardaş Araplar böyle okumuyor” dedi.
“-Onların bir kısmı Vehhabi, bir kısmı da Emevi gibi bir cümle daha kullandım. Kendisi de aynen benim okuduğum gibi, okuduğunu anlattı.
2010 yılı olmalıdır. Hac mevsiminde birkaç Ayetullah ile Hac öncesi Medine’de buluşmak, bir araya gelmek ve ülkemizdeki Caferilerle ilgili bazı meseleleri de orada konuşmak istiyorduk.
Hac öncesinde Medine’ye varır varmaz, Medine’deki Avâli semtinde bulunan en büyük caminin Mollası olan Dr. Şeyh Kazım’ı telefonla arayarak, ben Medine’ye geldim, dedim.
Şeyh Kazım:
– Ben şu anda hava alanındayım, yurtdışına çıkıyorum, dönüşte sizi ben arayacağım, dedi.
–
Birkaç gün içinde döndü ve beni aradı. Meğer Medine’de bulunan Şii – Caferi olan Araplar, Ayetullah olarak Ayetullah Tebrizi’ye bağlı imişler. Ayetullah Tebrizi de hacca gelme hazırlığı yaparken Hakka yürümüş.
Şeyh Kazım da Müctehid’i olan Hazretin cenaze namazı için Kum Kentine gidip gitmiş…
Bunu kendisinden öğrendiğim, Dostum Şeyh Kazım’a:
“ – Ayetullah Tebrizi ile daha önce tanışırdım. Kendisine sevgim ve saygım vardır. Size taziyeye gelmek isterim, ne zaman gelelim, dedim.
O da, bir veya iki gün sonrasındaki Akşam namazına gelirseniz iyi olur. Kaç kişi gelirsiniz, diye sordu.
– 20 kişi kadar oluruz, dedim.
Hakikaten Medine’de bulunan Müfettiş arkadaşlarımız, il Müftülerinden 5-6 arkadaş, ilçe müftülerinden bir miktar ve Diyanet’in diğer elemanlarıyla birlikte 20 kişiden birkaç fazlasıyla taziyeye gittik.
Giderken arkadaşlara, akşam ve yatsı namazını Caferi İmamın arkasında, cem yaparak (peşpeşe) kılacağımızı anlattım. İçine sinmeyen veya eksik oldu diyen varsa, sonra kaza yapsın diye bir hatırlatma da yaptım.
Camiye girdik, ezan okunmaya başladı. Akşam ve yatsı namazlarını birlikte Dr. Şeyh Kazım’a uyarak kıldık.
Namazdan sonra Şeyh Kazım, cemaate hitabederek;
“ – Dün bahsettiğim Türk Heyeti, Merhum Ayetullah Tebrizi için taziyede bulunmak üzere mescidimizdeler. Namazı bizimle beraber eda ettiler. Şimdi Heyeti teşkil eden Abdülkadir SEZGİN konuşacak ve Kur’an okuyacaklar ve dua edecekler tarzında duyurdu.
Mikrofonu elime alıp konuşmaya başladığımda, cemaatin önemli bir kısmı ağlıyordu. Benim konuşmamdan sonra Hafız arkadaşlar Kur’an, kaside ve ilahi okuyanlar da Türkçe ve Arapça kaside ve ilahiler okudular.
Dua ile son bulan toplantı sonunda cemaat bizlere sarılıp, herkes Arapça, farsça hangi dili biliyorsa, o dilde bir şeyler söylüyor, dua ediyorlardı. Tam bu ara Dr. Şey Kazım:
“- Ayetullah Tebrizi’nin Dünya Üzre Vekili Şeyh Cafer diye bir zat mescidimizdedir. Kendisi yıllardır meflûç durumda, ayağa kalkamıyor, mescide açılan bir odada yatar. Ona da taziyede bulunursanız çok mutlu olur, deyince hep birlikte Şeyh Cafer’in odasına gitmeye başladık.
TÜRKLER ALLAH’IN NURUNU – İLAHİ IŞIĞI TAŞIRLAR
Şeyh Cafer’e selam verdik ve ben cemaate taziye olarak söylediğim şeyleri Şeyh Cafer’e de tekrarladım.
Şeyh Cafer:
“ – Ben şu anda 92 yaşındayım, 10 yaşımdan sonraki bütün hayatım bu mescitte geçti. Pek çok yakınımız, meslektaşımız ahirete gitti. Bu güne kadar Sünnilerden hiç olmazsa üç kişi bir araya gelerek, ne sevincimizi, ne de üzüntümüzü paylaşmak için gelmediler. Bu üzüntümüzü paylaşmak için ilk yapan heyet sizlersiniz, dedi. Konuşmaya devam etti:
“ – Peki, sizler buraya niçin geldiğinizi biliyor musunuz? Diye bir soru sordu. Ona en yakın yerde ben duruyordum. Gayr-i ihtiyari olarak:
“ – Hayır, bilmiyoruz. Size göre niçin gelmiş olabiliriz, dedim. Şeyh Cafer:
“ – Türkler “Allah’ın nar-ı beyzası” gibidir. Her gittikleri yere O’nun ışığını götürürler. Sizler Türk olduğunuz için geldiniz. Türk olmasanız, sizler de gelmezdiniz. Allah sizlerden razı olsun.
* * *
Şeyh Cafer’in yanından ayrılırken beraber olduğumuz Müftü Efendilere, içinizde, kıldığımız namazı kaza edecek kimse var mı, diye sordum.
Arkadaşların tamamı, hayır farzlar ve vacipler aynen uygulandı, kazayı gerektirecek bir şey yoktu, dediler.
Bunu diyenlerin önemli kısmı da Caferi bir İmama uyarak ilk defa namaz kılan arkadaşlarımızdı. Bu ilk karşılaşmada bile farkımız olmadığı fark edilmişti.
***
2010 yılında bu tarafa görme veya görüşme imkânımız olmadı. Muhtemelen Şeyh Cafer de Hakk’a yürümüştür. Yüce Mevla’nın adıgeçen ve Hak Divanı’na ulaşmış cümleye rahmeti ile muamele etsin.
Biz Müslümanlar olarak, korkmadan, bıkmadan, usanmadan öncelikle öteki zannettiğimiz din kardeşlerimizle benzer ilişkiler kurmadan İslam dünyasına BARIŞ getirmeyi nasıl başarabiliriz?