Kuşatma altına alınmış ulus ve devletler sırf dışarının yardımlarla kurtulamazlar. Kuşatmanın kaldırılması için içerideki Cumhuriyet savaşçılarının kuşatmayı yaracak irade ve cesaretleri olacak. Biz bu savaşı eylem, özveri, bilim, birikim ve tabiatın yasalarıyla kazanacağız. Dışarıya umut bağlayarak, kabul olmayacak dualara âmin diyerek savaşı kazanamayız.
30 Ekim 1918’den sonra Türkiye’nin işgali o günlerin millî egemenlikçi kadrolarını (asker, sivil) harekete geçirdi. Millî kadroların kendileri için büyük tehlike olduğunu gören İngilizler, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını takibe aldılar. Onursuz Osmanlı yöneticileri ile yobaz din baronlarını da kullanarak Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ölüme mahkûm ettirdiler, yakaladıklarını Malta’ya sürgün ettirdiler. Doğacak olan Türkiye Cumhuriyeti daha doğmadan kuşatıldı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra, İngiltere ve diğer bazı Batılı ülkelerin kuşatmaları sürdü. Atatürk ve arkadaşları “eşkıya, din düşmanı” ilan edildi. İngilizler, Atatürk ve arkadaşlarını aşağılamak için kendilerine, “Kemalist, Kemalistler” dedi.
Atatürk ve arkadaşları Türkiye Cumhuriyetimizi kurduktan sonra bir devletimiz ve kimliğimiz oldu. Dünya bizi tanımak zorunda kaldı, namus ve tüm değerlerimiz kirletilmekten kurtuldu. Ama İngilizler İngilizliklerini bırakmadılar; müttefikleriyle birlikte, ulusu ve devletimizi yok etmek için sürekli saldırıya geçtiler. Burada dikkatimizi çekmesi gereken acı bir gerçek var. O gerçek; dünkü işbirlikçi yöneticiler ile “hoca, şeyh” denen aynı karakterli kişilerin hep var olmaları, her fırsatta Atatürk ve Cumhuriyetimize saldırmalarıdır.
Sözünü ettiğim bu saldırı, “İkinci çözüm sürecinde” de kendini yine gösterdi. Bugünkü açılım sürecinde de kukla yöneticiler, dahili işbirlikçiler var ve arkalarında İngiltere, Amerika gibi sömürgeciler bulunuyor. Bakın, emperyalistler Türkiye savaşını sürdürürlerken, içimizdeki elemanları Türk ulusu, T.C., Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarına karşı ön saftalar. Kim bunlar? “Mağdur edilmiş Müslümanlar”, asimilasyona uğrayan ayrılıkçı kripto azınlıklardır.
Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclise çağrısıyla başlayan senaryonun konusu: “Terör bitsin, barış gelsin, kucaklaşalım” faraziyesidir. Şunu unutmayalım ki terörün sorumluları 30-40 bin suçsuz insanın ölümüne sebep olan Öcalan’dır, halkımız değildir. “Hukuk devleti, devlet adamı, gazeteci, akademisyen” kisvesiyle cambazlık yapan ardıllara bakın; haklı vicdanları suçluyorlar. Hem suçlular hem güçlüler.
Bunların niyeti gün geçtikçe ortaya çıkmaya başladı. Türkiye’yi federasyona zorluyorlar, çok uluslu bir toplum yaratmak için dil döküyorlar, modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni teokratik ve despot bir devlete dönüştürmek istiyorlar. Atatürk ve silah arkadaşlarını aşağılıyorlar. Ellerinden gelse günümüzün Millî Mücadele kadrolarını Malta’ya sürecekler, geçmişte dedikleri gibi, Anıtkabir’i söküp “mabet” yapacaklar.
Televizyonlara bakıyorum, kimisi: “Cumhuriyet’in aydınları bozuk. Kendilerini resetlesinler” diyor. Kimisi, “Türkiye halkları özgürleşsin” diyor. Emir eri hukukçu bir bayan, “dünkü Türkiye’de ret, inkâr ve asimilasyon vardı. Ebe ve dedelerime Türkçe konuşma yasağı vardı. Türkçe bile konuşamazlardı” diyor. Büyük adamlardan sandığımız birisi, “vatandaşlık tanımı değiştirilebilir” diyor.
Mekke’de, Türkiye’den gelme bir umreci kafilesiyle karşılaştım. Birisi, “Bizim Osmanlımız muhteşemdi. Atatürk Osmanlı’yı yıktı. İngilizler Atatürk’e kukla Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdurdular” dedi. Senin tahsilin ne dedim. Yanıtı: “Hukuka devam ettim. İzmir İktisat Fakültesi’ni bitirdim” oldu. Bu adam halen Türkiye’nin bir kamu kurumunda müdür. Bir başkası, “ben Osmanlıcıyım. Türk-İslam ülkücüsüyüm. Cumhuriyet yanlış kurulan bir devlettir” dedi. Bir hoca, “Atatürk’ten sonra her şey kötüye gitti” diye saçmaladı. Bakar içimizdeki Cumhuriyet, Atatürk ve uygarlık düşmanları, hainliklerini yurt dışına kadar taşıyorlar. O zaman Mekke’de, Türkiye’nin değişik illerinden gelme bir grubun sohbetini dinledim. Bazıları aynı nankörlüğü yaparken, içlerinden “çiftçilik” yaptığını, Mardinli olduğunu söyleyen bir yurttaşımız dedi ki: “Biz Türkiye’yi Atatürk’e borçluyuz. Atatürk’ü unutmayalım.” dedi.
Türk ulusu ve T.C. dışarıdan ve içeriden gelen büyük bir tehdit altındadır. İçerideki tehdit, dışarıdaki tehditten daha yıkıcıdır. Mustafa Kemal’in dediği gibi, biz önce iç cepheyi tahkim ve takviye etmek zorundayız. Doğu illerimize birkaç kez, uzun süreli geziler yaptım, oradaki yurttaşlarımızla çok sohbetler ettim. O yurttaşlarımız bölücü ve devlet düşmanı filan değiller. Bölücülük ve T.C. düşmanlığı yapanlar değişik parti ve kuruluşların başını işgal etmiş İsrail, Amerika, İngiliz ajanlarıdır.
Zorlukları aşmak için CHP, sırf slogan Atatürkçüsü değil; fikir, kültür ve eylem Atatürkçüsü olacak. Tam bağımsızlıkçı, kitleleri aydınlatıcı olacak. Görüldüğü kadarıyla CHP bu açılardan yetersiz. T.C. ve Atatürk’ü tanımak, tanıtmak ve benimsetmek sırf CHP’nin görevi değildir; cumhuriyetten başka bir rejim, T.C. kimliğinden başka bir kimlik aramayan diğer parti ve sivil toplum örgütlerinin de Atatürk’ü tanıtmaları eylem adamı olmaları gerekiyor. Türkiye bir savaş halindedir. Bu savaş oturma odaları yahut oyun masalarında kazanılmaz. Savaş cephede kazanılır.
Kuşatma altına alınmış ulus ve devletler sırf dışarının yardımlarla kurtulamazlar. Kuşatmanın kaldırılması için içerideki Cumhuriyet savaşçılarının kuşatmayı yaracak irade ve cesaretleri olacak. Biz bu savaşı eylem, özveri, bilim, birikim ve tabiatın yasalarıyla kazanacağız. Dışarıya umut bağlayarak, kabul olmayacak dualara âmin diyerek savaşı kazanamayız.