Bu kaynak, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti ve Trump ile yaptığı görüşmenin ardındaki jeopolitik dinamikleri ele almaktadır. Yazar, Tom Barrack’ın “meşruiyet veriyoruz” ifadesi üzerinden, Türkiye’nin uluslararası sistemdeki konumunun şartlı bir rızaya dayandığını ve bağımsız karar alma gücünün kısıtlandığını öne sürmektedir. Metin, ABD’nin Türkiye’ye Rusya yerine ABD’den enerji alması yönündeki baskısını bir jeopolitik zorlama olarak değerlendirirken, Türk Hava Yolları’nın büyük Boeing siparişlerinin de gelecekteki siyasi krizlerde bir baskı aracı haline gelebileceği endişesini dile getirmektedir. Sonuç olarak, yazar bu dış baskıların temelinde, 15 Temmuz sonrası yaşanan tasfiyeler ve yargı bağımsızlığının zedelenmesi gibi olaylar nedeniyle oluşan içerideki meşruiyet kaybının yattığını ve dışarıdan alınan sembolik onayın ağır bir faturası olduğunu savunmaktadır.
Erdoğan’ın ABD ziyareti ve Trump ile yaptığı görüşme, Türkiye’nin dış politikada nasıl bir çerçevede tutulduğunu açıkça gösterdi. Görüşmede öne çıkan en kritik ifade, Tom Barrack’ın kullandığı “meşruiyet veriyoruz” sözleri oldu. Bu söz, Türkiye’nin uluslararası oyunun dışında bırakılmaması için verilen sembolik bir izin anlamına geliyor. Ancak bu izin, bağımsız kararların tanınması değil; başkalarının kurallarına göre oyunda kalabilme hakkı. Yani masada kalmak var, ama oyunun kurallarını koymak yok.
Trump’ın enerji konusundaki çıkışı, bu tabloyu daha da netleştiriyor. Türkiye’ye “Rusya’dan petrol ve doğalgaz alma, benden al” diyerek yapılan teklif, ekonomik değil, tamamen jeopolitik bir baskı. Ankara’nın Rusya ile sürdürdüğü enerji bağı, bugüne kadar elinde tuttuğu stratejik kozlardan biriydi. Bu bağın kesilmesi, Türkiye’yi ABD’nin Avrupalı müttefikleri için bir enerji hattına dönüştürmek anlamına gelir. Peki karşılığında ne alıyoruz? Somut bir kazanım mı, yatırım mı, teknoloji mi? Yoksa yalnızca sembolik bir onay mı?
Enerji bağımlılığı artıracak adımların işaretleri aslında çoktan verilmiş durumda. BOTAŞ’ın uluslararası enerji şirketleriyle yaptığı LNG anlaşmaları ve uzun vadeli kontratlar, Türkiye’nin kaynak çeşitliliğini artırmak yerine yeni bir bağımlılık kapısı açıyor. ABD’den LNG ithalatı artarken, bu durum Akkuyu Nükleer Santrali gibi Rusya ile yürütülen stratejik projelerin geleceğini de tartışmalı hale getiriyor. Türkiye’nin elindeki en önemli enerji yatırımı, dış politikadaki bu baskılar karşısında akıbeti belirsiz bir noktaya sürüklenmez mi?
Ziyaretin dikkat çekici bir diğer sonucu da havacılık alanında ortaya çıktı. Türk Hava Yolları’nın Boeing’den 50’si kesin, 25’i opsiyon olmak üzere 75 Dreamliner siparişi vermesi ve ayrıca 150 adet 737-MAX için görüşmelere başlaması, önümüzdeki on yıl boyunca milyarlarca dolarlık bir bağımlılık yaratıyor. Uçakların teslimatı 2029’dan 2034’e kadar sürecek. Peki bu uzun vadeli bağımlılık, yarın siyasi bir kriz çıktığında nasıl yönetilecek? ABD’nin baskı aracı haline gelmeyecek mi?
Bütün bu gelişmelerin temelinde, içerdeki meşruiyet kaybı yatıyor. 15 Temmuz sonrasında uygulanan OHAL, medya ve akademideki tasfiyeler, yargının bağımsızlığının zedelenmesi, Türkiye’de demokrasiye gölge düşürdü. İçeride halktan alınması gereken meşruiyet zayıflayınca, dışarıdan “meşruiyet” arayışı kaçınılmaz hale geldi. Ama dışarıdan alınan meşruiyetin faturası ağır. Brunson krizinde gördük: Trump, “Ben istedim, Erdoğan serbest bıraktı” diyerek tavizin nasıl verildiğini açıkça dile getirdi. S-400 meselesinde gördük: Türkiye F-35 programından çıkarıldı, yaptırımlar gündeme geldi. Şimdi de enerji ve ekonomi alanlarında benzer tavizlerin konuşulduğunu görüyoruz.
Bu noktada sorulması gereken basit ama kritik sorular var: Gerçek meşruiyet dışarıdan gelen sembolik onaylarla mı kazanılır, yoksa içeride halkın özgür iradesi ve güçlü kurumlarıyla mı? Enerjide Rusya ile yürütülen stratejik projeler, Akkuyu Nükleer Santrali gibi yatırımlar, ABD’nin baskısıyla nasıl bir geleceğe sahip olacak? BOTAŞ’ın yeni anlaşmaları, Türkiye’yi daha bağımlı hale getirmez mi? Boeing siparişleri yarın bir siyasi pazarlık konusuna dönüşürse, Türkiye’nin elinde hangi seçenek kalacak?
Bugün görülen manzara şu: ABD’nin sunduğu meşruiyet eşit bir ortaklıktan ziyade şarta bağlı bir rıza. Türkiye’nin verdiği tavizler büyük, aldığı karşılık ise çoğu kez sembolik. Bu durum yalnızca dış politikadaki bağımsızlığı değil, içeride halkın refahını da doğrudan etkiliyor. Gerçek soru ise ortada duruyor: Türkiye meşruiyetini dışarıdan alınan onaylarla mı sürdürecek, yoksa içeride kendi halkına dayanarak gerçekten bağımsız ve güçlü bir ülke mi olacak?