Mehmet Özkendirci
Mehmet Özkendirci
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Gündem
  4. Merkezdeki Kazalar

Merkezdeki Kazalar

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Verilen alıntı, Mehmet Özkendirci’nin “Merkezdeki Kazalar” adlı eserinden alınan bir kesittir ve Güneydoğu Anadolu’ya ilk kez atanan genç bir öğretmen olan Arif’in hikayesini anlatmaktadır. Arif’in otobüs yolculuğu sırasında uyandığı ve dilini bilmediği bir ağıt ile başlayan bu macera, görev yerine varışı ve köy hayatına adaptasyon çabalarını içerir. İlk hafta sonu şehir merkezine inen Arif, Kütahya’dan tanıdığı Haydar ile buluşur ve şehrin beklenmedik yüzüyle karşılaşır. Bu karşılaşma, Haydar’ın ısrarıyla gittikleri meyhane sonrası geneleve giden yolda faytoncular tarafından saldırıya uğramaları ve ağır yaralanmalarıyla sonuçlanır. Hastanede geçen gecenin ardından köye döndüğünde, genç öğretmenin “merkezdeki kaza” bahanesi yerel halk tarafından doğal karşılanır, bu da merkezin tehlikeli doğasına işaret eder.

 

 

Arif’in Güneydoğuya ilk gelişiydi… Yedi seneden sonra atanan şanslı öğretmenlerden birisiydi. Yirmi saatten fazla süren otobüs yolculuğumda epey yorgun ve halsiz düşmüştü. Sabaha karşı ancak derin bir uykuya dalmıştı. Kaç zaman geçti bilmiyordu, arkasından gelen bir kadın feryadıyla daha doğrusu ağıdıyla uyandı. Hiç anlamadığı dildeki bu ağıt yıllar geçti hala kulaklarında. O gün anladı aşkın gibi acının da dili yokmuş. Kim bilir kadıncağız hangi sevdiğini, koklamaya kıyamadığını yitirmişti. Böylesi bir feryadı Beyoğlu’nun arka sokaklarından taşan bir kadından da duymuştu daha öncesi. Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim. Bu şarkıyı bir hayat kadınından daha içten hangi solist söyleyebilir?

Sonrası uykusu geri gelmemek üzere kaçıp gitti. Kıpkızıl bir gökyüzünün aydınlattığı şafak vakti birkaç deve görünce, buralarda deve olabileceği hiç aklına gelmedi. Acaba otobüsümüz bir grup bölücü terörist tarafından Suriye’ ye mi kaçırıldı diye yanındakilere sormaya cesaret edemedi. Birazdan gün ağarmaya ve tabelalar okunmaya başlayınca henüz Türkiye sınırları içerisindeymişiz diye düşündü.

Görev yeri merkeze bağlı bir köy ilkokuluydu. Köy halkı en fazla üç ay durabilen öğretmenlere alışkın oldukları için, ona da kalıcı gözüyle bakmıyorlardı haklı olarak. Öğretmenlik onun için yurdun neresinde olursa olsun kutsal bir vatan göreviydi.

Hafta sonu bazı temel ihtiyaçlarımı gidermek ve Kütahya’dan mahalleli on yaş kadar büyük Haydar ile buluşmak için ilk kez merkeze indi. Haydar mesai sonu geleceği için zorunlu ihtiyaçlarını giderip, bir parkta Haydar’ı beklerken vakitte epey geçmişti. Sonra Haydar gelince kentin en tanınmış kebapçısına gittiler. Kebap ve lahmacunları beklerken önlerinden gök kuşağını kıskandıracak kadar renkli, hafif dekolteli, tombulca bayanlar eşeğin ardındaki develer gibi arz-ı endam eylemeye başladılar. Şaşkın gözlerle bu geçiş törenine baktığını gören Haydar merakını giderdi.

– Bu hatunlar ilerideki pavyonun gülleri. Kebaplarını yiyip dükkanlarına gidiyorlar. İlk maaşınla bu gülleri sulayalım ne dersin.

– Kalsın abi. Para biriktirmem lazım. Gelirken sözlendim.

– Acelen ne be oğlum. Ne kadar da meraklı şu erkek milleti erkenden kafese girmeye. E canın sıkılmadı ya beni beklerken.

– Yok be abi alışveriş yapınca methini duyduğum bir tatlıcıya girdim.

– Afiyet olsun beğendin mi?

– Çok beğendim ama bir şey dikkatimi çekti. Tatlıcıya her gelen müşteri kapı önüne sıra sıra dizilmiş faytonlara binip gidiyorlardı.

Haydar ağzındaki irice bir lokma kebabı Arif’in yüzüne püskürttükten sonra, ayranından birkaç yudum çekip gülerek konuşmaya başladı.

– Aslanım oraya gelenler depolarını fullemeye geliyorlar.

– Ne deposu ne fullemesi be abi?

– Aslanım o gördüğün faytonlar var ya sadece geneleve gider. Tabi o gördüklerinde yolda yarım kalmamak için depolarını burada fullerler. Sonra faytonlarının tentelerini iyice açarak, bacak bacak üzerine atıp bıyık bükerek yola revan olurlar. Anladın mı?

– Anladım …

Kebapçıdan çıktıktan sonra Haydar abinin ısrarıyla yandaki meyhaneye gittiler. Muhabbetinden zevk almayan Haydar eve gitmeden önce küçük bir şehir turu atalım deyip rakı bardağını tepesine dikti. Önce kentin ışıltılı caddelerinde biraz turlarken, yolda trafik polislerini görünce fazla aydınlık olmayan bir sokağa girdiler. Haydar ben bu şehri avucumun içi gibi bilirim demesine karşın bir türlü aydınlık yollara çıkamadılar. Aksine yollar gittikçe kararıyor ve daralıyordu. Önümüzden sadece faytonlar geliyor ve sürücüleri dik dik bakıp küfrediyorlardı.

– Eyvah mayınlı araziye girdik.

– Ne mayını ne arazisi be abi.

– Olum ayıkmadın mı burası kerhane yolu. Bu yol sadece faytonculara ait.

– Ne yapacağız şimdi geri geride gidemeyiz.

– İlerde biraz genişlik bulursak döneriz .

Tabi o geniş yol bir türlü gelmedi. Kerhaneye kadar geldiler. Avlusunda döneriz derken önleri ve arkaları dört kadar faytonla kapatıldı. Sekiz on fayton sürücüsü arabadan sürükleyerek indirip sopa ve yumruklarla giriştiler. Bekçi düdük çalararak gelene kadar onun iki gözü morarmış, dudakları patlamış ve sırtına ve kollarına hatırı sayılır darbeler almıştı. Başına ondan fazla dikiş atıldı.  O geceyi hastanede müşahede altında geçirdiler. Haydar Abisinde hasar daha çoktu. Ayakta zor duruyordu. Birkaç gün daha hastanede zoraki misafir edilecekti. Köye döndüğünde cihan harbinden çıkmış gibiydi.

– Hayrola öğretmen sana ne oldu?

– Merkezde bir kaza geçirdim. Şoför ağır yaralandı arabası uçurumdan düşmüşten beter oldu.

– Merkezde böyle kazalar çok olur, sen yine ucuz atlatmışsın.

– Verilmiş sadakan varmış öğretmen bey.

– Öyle…

Tek odalık lojmanına gelip inleyerek yatağına uzandı. Biraz başının zonklaması hafifleyince anladı, genç köylünün neden sırıtarak ‘Merkezde böyle kazalar çok olur’ dediğini…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.