Bugün 19 Aralık. “Demirbank hayırlı işler diler” dememi bekliyorsanız, zaman makinasının icadını bekleyeceksiniz. Gerçi o zamana kadar da biyonik olanla idare ediverin… Verdiğim sözü yerine getiriyorum… Nostalji Gününe hoş geldiniz… Bu siyasi gündem varken kalem ne kadar dayanır veya bizim külüstür makina ne zaman pes eder bilemem ama şimdilik yerlerinizi alın, pek rahat olmasa da koltuklarınıza oturun ve arkanıza yaslanın, tabi ki emniyet kemerlerinizi de unutmayın, eğitime gittiğimiz zamandan başlamamız ve örnek olmamız lâzım, yoksa durumu görüyorsunuz… Hayır, hayır hiç unutur muyum… Hepinize merhabalar…
Tesadüfün de bu kadarı olur. Radyoda ne çalıyor biliyor musunuz… “Uzun yıllar ötesinden, hatırını sorayım mı? Sana gönül bahçesinden, bir demet gül vereyim mi? Canım benim gülüm benim hatırını sorayım mı?” Hemde en sevdiğim icracılardan Muazzez Ersoy söylüyor…
Programın bitmesini bekledim, bu ara da sizi de beklettim ama, kusura bakmayınız hemen telafi ediyorum…
Ailede büyük çocuk olmanın ne demek olduğunu bilir misiniz? Hop, hop, hop, büyüklere sormuyorum, küçükler cevaplasın… Haklısınız onlar da nerden bilebilirler ki… Yunus, “Aşk nedir?” diyenlere ne demiş? “AşIk ol da bil” demiş…
Hiç eskiden yemekler nasıl pişerdi, hatırlayanınız var mı? Ben hepsini hatırlıyorum, çünkü işin ta göbeğindeydim… Urfa’daki evimizde odanın birinde taşlarla çevrilmiş bir alan vardı. Ortasında ateş yakılır ve yemek pişirilirdi. Ocağın yakıtını taşımak bana düşerdi. Getirdiklerimi, ateşle uğraşan nenemin yanına istiflerdim… Yunus Dağ’dan odun getirirken hep düzgünlerini seçermiş ya, şeyhinin dergâhından içeri odunun bile eğrisinin girmesini istemediğinden, ben de durum tam tersineydi…ne kadar yamuk yumuk, düzgün kesilmemiş eğri büğrü, üstünde bol kabuğu olan odun varsa getirir, ilk önce onların yanmasını isterdim. Düzgünlerin sona kalmasından haz alırdım… Bu arada başka bir bilgi daha paylaşayım… Türkler iyiyi sona saklar. Yemeğin en güzel kısmını en son yer… Bir adamın Türk olup olmadığını yemeğe yaklaşımından anlayabilirsiniz… Gel zaman, git zaman, pompalı gaz ocakları çıktı… O devirde de artık Ankaralı olmuştuk. Yenimahalle 1. Duraktaki evimizin mutfağı vardı, tezgâhı vardı ve üstünde de, halâ varlığına inanamadığımız, pompalı gaz ocağı bütün ihtişamıyla duruyordu… Her güzelin bir kusuru olur ya, bu ocağın da kendine göre kusuru gözeneklerinin sık sık tıkanmasıydı… İşte büyük çocuk olmanın envaî çeşit zorluklarından birisi de buydu… Annenizin bağırtısıyla, adeta yerinizden fırlar, bakkala koşar, teli alıp gelirdiniz. Böylece, delikleri temizlenen pompalı gazocağı yemeğinizi pişirmeye devam edebilirdi… Eğer, ocakta süt veya buna benzer bir şey varsa taşmaması için görev gene size aitti…
Evdeki çamaşır günü, büyük çocuk icin felâket günleri arasındaydı… Makinanın olmadığı o zamanlar leğenler kullanılırdı. Buraya kadar problem yok. Ta ki sıkma vaktine kadar… Anne karşıya geçer, çocukta onun karşısındaki yerini alır, çarşaflar vs. sıkılırdı. İyice suyun akmaz hale gelişi, asma safhasına gelindiğinin ve de çocuğun azatlığının müjdecisiydi… Şimdiki gibi değil, eski merdaneli makinaların çıkması ve kullanıma girmeleri, sanki dünyanın en önemli icatlarından biriydi…
Televizyon gibi bir olayın, hayâl bile edilemediği günlerde, tek eğlence kaynağı sinemalardı… 4-5-6 kişilik Ailelerin maddi gücünü zorladığından, Ct. Pz. Günleri 10-12’deki ucuz halk matineleri aşırı rağbet görürdü… Bunlara bilet bulmak; kar kış demeden, sabahın köründe sıraya girerek bilet almaya çalışan büyük çocukların maharetine bağlıydı… 110 kuruş salon 125 kuruş balkon… Bileti alan çocuk, zafer kazanmış komutan edasıyla eve ulaşır, herkesin hemen hazırlanmasını sağlardı… Filmlerin güzelliğinin çok ağlatmayla ölçüldüğü devirleri de yüklenen gene büyük çocuklar olurdu…
Biraz büyüdüğünüz de, gençliğe adım atacağınız çağlar da yükünüz hafifleyeceğine, yeni yeni ilaveler olurdu… Gençlik Parkı, Ankara’nın yegane eğlence ve gezi yerlerinden biriydi… Oradaki çay bahçelerine gitmek, hele hele su kenarında masa bulmak neredeyse imkânsızdı… Düşündüğünüz gibi, saatler önce gidip yer kapmanın kime ait olduğunu söylemeyeceğim, çünkü tahmin etmiş olmanız gerekir…
Kışın, büyük zevki vardı. Sobada pişen kestaneleri, patlayan mısırları yemek büyük bir ayrıcalıktı… O anları son nefesimize kadar asla unutamayız… Bu olaylardan da gene büyük çocuklar tam randıman alamazlardı… En zevkli anda, elinize tutuşturulan çöp kovasını dışarıdaki bidona boşaltmanız gerekirdi… Kömürlüğe inip boşalan kovaları doldurmak, banyo günü gene aşağıdan odun çekmek vs. gibi durumlar nedense en isteksiz ve mayışmış olduğunuz zamanlar da bulurdu sizi…
Her ne kadar ben dahil birçok kimsede tecelli etmemiş de olsa, büyük çocuklar bir an önce “Evlenme” baskısıyla da karşı karşıyaydı. Onlar evlenmeden küçüklere yol açılmazdı… Peki evlenince iş biter miydi? Maalesef hayır… Herkes gözünün içine bakar, ağzından çıkacağa odaklanırdı… Torun hasreti ve açlığı çekenlerin ilacı olur, bu baskılardan psikolojik olarak bunalırdınız… Evet değerli dostlarım. Kısa da olsa sizlere büyük evlat olmanın dezavantajlarından bir demet yapıverdim… Diyeceksiniz ki, bu işte hiç mi avantaj yok. Mutlaka var… Bakkaldan ekmek alıp, eve dönerken, baş tarafını koparıp yeme… Daha ne olsun, sırf bunun için bile her türlü çile şekere bala dönüşebilir…
Israrla talep ettiğiniz, nostaljik duygularınızı da tatmin ettiğimi düşünüyorum… Ben bazen kantarın topuzunu kaçırıyorum. Hatırlatırsanız, en büyük vazifemiz olan sizlere hizmette bir kusur işlememiş oluruz… Şimdilik Allah’a emanetsiniz. Hoşça kalın…