Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Galip Erdem’i Hatırlamak Üstüne…-5

featured

Galip Erdem ağabey bugün yaşasaydı; Beşiktaş Nasıl Kurtulur yazısına ilave olarak Galatasaray Nasıl Kurtulur diye bir yazı yazar ve “Beşiktaşlı gibi görünüp Galatasaray’a iltifat mecburiyetinde olanların sırtından Galatasaray’ın şampiyon olmasının kulübün tarihine ancak Ankaragücü’yü küme düşürmeye sebep olan bir renk karıştırma sonucu algı yönetimi olduğundan hareketle buruk bir zafer olarak geçeceğinin” altını çizerdi. Ve bir şeyin altını daha çizerdi: Takıma ihanet ettiği halde nimetini yiyen ağababaları tarafından kiralanan iki torbacının hakiki bir Beşiktaşlıya nasıl kıydığını…

Evet, Beşiktaş şampiyon oldu ve MHP iktidar oldu. Eee… n’oldu? Vatanın hangi sorunu çözüldü? Beşiktaşlıların, onları eziklik psikolojisine gark eden hangi hastalığı tedavi edildi? Hangi geleneksel hasletlerimiz yeniden kazanıldı? Beşiktaş şampiyondu, içeride her türlü kriz yönetim merkezi başarılı oluyor, her türlü psikolojik savaşta içeriye yönelik eylem planı tutuyordu, içteki her takım Beşiktaş’tan ürküyordu. Fakat dışarıda niçin hâlâ herhangi bir başarı yoktu? Ülkenin hâlâ dış borcu günden güne artıyor, hâlâ ülkesel bir projeye imza atılamıyor, hâlâ ödemeler dengesi açığı büyümeğe devam ediyor, dışa bağımlı ekonomi neredeyse ülke kaynaklarının peşkeşinin normal bir ekonomik çözüm gibi sunulmasına fırsat veriyordu. Milli bir kalkınma seferberliği, milli bir heyecan dalgası yaratmak yerine elde olanın da yitip gittiği; kendi vefâkâr insanlarının bile küstürüldüğü, gerçek Beşiktaşlılar yerine sonradan Beşiktaşlı olmalara pirim verildiği ve takımın şampiyon etiketini almasına rağmen ruhunu kaybettiği bir sürece girildi.

Değerli Beşiktaşlılar!

Öteden beri Beşiktaşlıların soğuk bir devlet yüzü taşıdıklarını, hatta “derin devlet”le bağlantıları olduğunu hissetmişimdir. Dikkat ediniz, diğer iki büyüklerden biri aristokrasi takımı ise, diğeri burjuvazi takımıdır. Bu tabir “cuk” diye oturmuştur. Beşiktaşlıların centilmen, ciddi, devlet zengini, makam sahibi, sorumluluk bilinci yüksek insanlar olduklarına kuşku yok. Başkanlarımız tüm bıyıklıları peşlerine takmalarına rağmen bıyıksız ve ifadesiz bir yüze sahiptirler. Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Genel Başkanımız, sayın Meclis başkanımız, sayın Başbakan yardımcımız, sayın İstihbarat başkanımız, sayın generalimiz, sayın… hep ortak paydada buluşan devlet adamı kimlikli ama metafizik ürpertisi bulunmayan şahsiyetlerden ibarettir.

Yoksa ben de öyle miyim? Ben de kimi zaman “derin devlet” endişelerine hak vermedim değildir. Ben de “ulusal birlik ve kızılelma sevdalısı” olması gereken biriyim. Benim de ailem yüzyıllardır bu toprakların eskimez pörsümez mesuliyetini taşımıştır. Benim sonradan görme burjuvaziye, sonradan aparma aristokrasiye pirim vermem mümkün değildir. Benim de Beşiktaşlılığımın sağlam bir ideolojik ve genotipik zemine dayandığına kuşku yoktur. Benim liboş, ithal İslamcı, sonradan görme Türkçü olmaklığım mevzubahis edilemez; asırlardır Türk, Müslüman ve toplumcu karakterim bu üçlü sacayağını bu toprakların ruhu olarak genlerine bile yansıtmıştır.

Evet, ben de değişmez Beşiktaşlıyım; bütün 28 Şubatçı sapmalara, dini sömüren siyaset bezirgânlığına, bütün inançsız ulusal birlik kurgularına, bütün liboşlaşma potansiyeline rağmen Beşiktaşlıyım ve benim ‘Beşiktaşlılığım ne kulübün başkanlarının görev fırsatlarına benzer, ne de Beşiktaş Şeref tribününe bedava oturmak isteyen ama futboldan anlamayan devleti arkalarına alıp delikanlılık taslayanlara…

Başına çuval geçirilmesine rıza gösterenlerin dışarıda kuzu, içeride aslan kesilmesine hiç ama hiç aldırış etmem. Süreyya Ayhan’ın daha ülkede kimse adını bilmezken tek başına gidip Kanada’da aldığı başarıyı dünya şampiyonluğundan önemli addeden ve böylesi bir kahraman olma hasletini alkışlayan biri olarak diyorum ki, 28 Şubat’ta da herkes kaçacak delik ararken dönemin yakışıklı jönü Çevik Bir’i ilk kızdıran yine Flash TV’de yaptığım konuşma oldu ve gerçek Beşiktaşlılığın, gerçek ulusal birlik çağrısının, Kızılelmamızı çürüten global statükonun ipliğinin pazara çıkarıldığı bir konuşma olarak bütün takım üzerime kurgulandı.

Hem nasıl olur da Süreyya Ayhan’ı, yanlış ilişki içinde olan bu bayanı böyle göklere çıkartırdım? Hem nasıl olurdu da şanlı kuvvetlerimizi post-modern bir darbe yapmağa hazırlanmakla suçlardım, hem nasıl olurdu da, ‘Türkiye korkak, korkularının esiri’ diye Türklüğe hakaret ederdim? O sırada Gülben, İbo, Ferdi Tayfur arabesk dünyasından çıkamayanlar Beşiktaş’ın da marşının yanlış bestelenmesine sebep oldular.

Bir Paşa, hakkımda savcılığa suç duyurusunda bulundu ve benim hem Türk milletine hakaretten hem de orduyu darbeci göstermekten ceza almamı bir emir(!)le mahkemelere tebliğ etti. Şimdi görülüyor ki, 28 Şubat ile başka bir takımı şampiyonluğa hazırlayan Beşiktaşlılar aynı gece kulüplerinde eğleniyorlar, aynı VİP salonlarından istifade ediyorlar, aynı uçakla gidip geliyorlar, aynı TV kanallarında geyik muhabbetlerini, yağlı kazık diskurlarını magazinsel olarak halkın eğlence kültürüne katıyorlar. Beşiktaş da nasıl olsa artık şampiyonuz diye içerde yarattığı kriz senaryosunu dışarıya taşıyamıyor. Takımın gücü içeriye yetiyor. Konyaspor’a, Diyarbakırspor’a, İstanbulspor’a, ya da Siirt Köy Hizmetleri’ne… Oysa takımın dışarısı için de kriz yönetimine ihtiyacı var.

28 Şubat sürecinde kriz yönetim merkezi tanıtımında açıkça müşahede edildiği gibi, “Krizi yükselten şartlar”, “Krizi indiren şartlar” başlığı altında krizin tamamen yaratılan bir süreç olduğu, simülasyon olduğu anlaşılmıştır. Kriz sebepleri olarak takdim edilenlerin tamamen bir senaryonun parçaları olduğu anlaşılmıştır. Kriz eğer milli ve içerde hazırlanmış bir plan olsa yine gam değil. Fakat görüldü ki, dışarıdan bir tezgâh, içerde bütün takımları kafa kafaya tokuşturarak bu arada sahte bir Beşiktaşlılıkla dışarıda şampiyonluğa erişmeyi artık mümkün kılmama planını devreye sokmuştur.

Dikkat ederseniz global takımlar her maç için ayrı bir kriz yönetimi kuruyorlar. Ve her maç için ayrı ayrı kurgulanan kriz yönetimleri arka planda ortak bir kriz yönetimine sahip. İngilizlerin Türkiye maçı için giriştikleri kampanya ile ABD-İngiliz ve İsrail üçgeninde çağdaş Evangelistlerin, Global Anglo-Sakson-Yahudi çetenin Irak üzerine giriştiği kampanya paralellik arz etmektedir. Hani nerede kimyasal silahlar, hani nerede savaş öncesinde dünya kamuoyunu oyalayan suç unsurları, bağlantılar? Dikkat ederseniz, artık irtica tehdidi ve onun karşısında siyasetin kurgulanması diye bir süreç yaşanmıyor.

Oysa bugün iyi kurgulanmış bir kriz yönetimine her zamankinden fazla ihtiyaç var. ABD nasıl savaş öncesi dünyayı Irak’a müdahale için hazırladıysa, bizim de PKK-Kadek ve oradaki “Caşh”larla ilişkisini ve Türkiye’ye yönelik yeni planları olduğu noktasında dünya kamuoyunu hazırlamamız ve akabinde müdahale için fırsat kollamamız lazımdır. O zaman Osmanlı’ya atfedilen “vatan telakkileri” bir anlam kazanır. Yoksa ABD askerinin zorda kalması yüzünden birkaç milyar dolar kredi için jandarmalık görevine soyunmanın tarihi mirasımızla hiçbir alakası yoktur.

Beşiktaş artık dışarıda yapacağı maçlar için yeni kriz yönetimleri kurmalıdır. Dışarıda hiçbir başarıya imza atamamış takımın, içeride gariban takımları yenmesinden dolayı alınacak hiçbir haz yoktur artık. Yani milliyetçiliğin globalizme karşı müdafaası yolunda yapılacak hiçbir çaba; köylü, yerel ve alışageldik işlerden olmamalıdır. Eğer bir Beşiktaş ruhu icap ediyorsa bu sıkışmanın, çaresizliğin, basit bir fırsatçılığın ulusal birlik ya da kızılelma lakırdısı olamaz. Beşiktaşlıların üçlü sacayağı tamam olmalıdır. Millet bin yıllık terkibiyle doğru zemin, doğru terkip, doğru eylem planında gerçek bir milli iradeye kanatlandırılmalıdır.

Artık Beşiktaş’ın nasıl kurtulacağı meselesi vatanın yahut milletin nasıl kurtulacağı meselesi ile yakından ilgiliydi. Galip Ağabeyin 1981 ihtilal döneminde yazdığı yazıdan başlayarak peş peşe kritik dönemlerde yazılan yazılar bir literatür oluşturmuştu. Dr. Mehmet Güneş’in yazısından sonra altıncı yazıyı yazmak da bize düşmüştü:

 

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR 6

Rahmetli Galip Ağabey bir Fener’li olmasına rağmen Beşiktaş Nasıl Kurtulur diye bir yazı kaleme almıştı 12 Eylül’ün o arakesit ikliminde. Bu mazmun daha sonra giderek bütün Milliyetçilerin söylemlerinin her arakesit iklimi tebelleş olduğunda sarıldığı bir mazmun oldu.

Benim bu başlıkla yayınlanmış beş yazım da yine bu edebî şifrenin tedailerine sarılmış yazılardı. Umulur ki, Beşiktaşlılar buradan kendilerine, kulüplerine, oyuncularına ait dersler çıkarırlar.

Yine hüsran yine hüsran…

Son haftalardaki Beşiktaş takımının içine düştüğü psikolojik baskı ve kendi kendini bitirme, kendi ayak sesinden ürkerek kendine çelme takma vasfı ya da alışkanlığı, yeniden bu mazmun etrafında düşünmemiz gerektiğini hatırlattı.

Rakibi Fenerbahçe’yi onbir puan önde takip eden Beşiktaş, sonunda muradına erdi ve bu takip etme alışkanlığını perçinleyerek onbir puan farkın kapanmasına sebep oldu ve izlemeyi rakamlarla da anlamlı hâle getirdi.

Öyle ya Beşiktaşlılar mutlaka birilerinin enselerinde olmalı idiler. Kendi enselerinde bir nefesle huzur bulamazlardı. Birilerinin onları takip etmesi onları rahatsız ederdi. Onlar hep takip etmeğe, birilerinin enselerinde boza pişirmeye alışmışlardı.

Yani kendinden menkul bir hareket ve felsefe ortaya koyamazlardı. Doktrinleri anti-komünizm, anti-fener, anti-galata, anti-liberalizm vb. söylemle hayat bulabilirdi. Reaksiyoner hareket olduklarını itiraf edenler bile vardı. “Aksiyoner olmamız gerek, hareketimiz ne şuna karşı, ne buna karşıdır; Türk milliyetçiliği –affedersiniz- Beşiktaşlılık ruhu şu doktrin bitince bitecek, şu takım ligden düşünce düşecek bir takımın ruhu değildir” diyenlere, “bu takım ruhumuzu yeterince kavramamış, böyle yeni şeyler söyleyenler başımızı belâya sokabilirler” şeklinde iç geçirerek derinden derine şikâyetçi olanlar çok daha taraftar kimliğini tebarüz ettirmişlerdir.

Harekete sonradan katılanlarla hiçbir rahatsızlığımız olmamasına rağmen, hatta onların 57. Hükümette bakan, genel müdür, kurul üyesi –affedersiniz, geçen lig maratonunda- antrenör, kulüp başkanı, sözcü, masör, malzemeci olmasına bile tahammül etmemize rağmen; kırk yıldır uğruna baş koyduğumuz Beşiktaş ruhunu da biçimlemeye kalkmaları, bu takımın anlayışında olmayan teslimiyetçiliği, hedef karıştırmayı, hakemlerin analarını sahaya sokmayı, başka takım oyuncularına kabahat bulmayı sanki bir dâvâ ritüeli olarak harekete katmaları, takımın yüz yıllık aslî kimliğini bidatlerle biçimlemeleri vicdanımızı rahatsız etmiştir.

Yüzde onsekizbuçukluk pardon onbir puan önde oluş gerçekte en üst zirve olarak anlaşılmamalı; ne oldum dememeli ve bu başarının ancak ve ancak yeni ülküler ve yeni vazifeler için daha büyük başarılara imza atmak için; Türkiye’yi dışarıdaki maçlarda UEFA’da Şampiyonlar Liginde temsil etmek için, Avrasya’da, AB’de, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da önünü açmak için, bütün küskün Beşiktaşlıları toparlamak ve o da yetmez bütün centilmen futbolseverleri kulübe kazandırmak için limit kabul edilmeliydi.

Sanki padişah olmuşlar, sanki başbuğ olmuşlar, sanki Fatih olmuşlar gibi atını denize sürmeden elde olanı zirve sayıp bir mirasyedi gibi her şeyi bir anda, bir sezonda yitiriverdiler.

Ben sadece bir Beşiktaşlıyım ve Fenerli olduğu halde Beşiktaş’ın kaderine hükmedenlerden değilim. Veya Beşiktaş’tan nema-lananlardan da, o kimliğin ardında binbir dalga dümen çevirenlerden de değilim. Beşiktaş kulübü başkanından daha Beşiktaşlıyım. Beşiktaş’ın maçlarına gitmiyorum, neden? Çünkü maç boyunca ne dediğini bilmeyen taraftarlardan da değilim. Onların gerçekte Beşiktaş’ı bilmedikleri halde, onun ruhuna sahip olmadıkları halde psikolojik rahatsızlıklarını, sıkıntılarını sahaya boşaltmak isteyen lümpen proletarya olduklarını; de-şarj olmak için tribünleri işgal ettiklerini de biliyorum.

Fener, global çözümlemeyi, ideolojik dönüşümü, iktisadî-sınıfsal statü sentezini, pratik-politik atraksiyonları becerebildiği için bekledi bekledi; konjonktürden yararlandı ve iktidara koştu. Beşiktaş’ın açtığı alanı doldurdu. Beşiktaş’ın zaaflarından istifade etti. Beşiktaş iktidar olabileceği halde, eksi ezilmişlik psikolojisi ve ruh çöküntüsüyle; içinde hiçbir aristokrat tutum ve kişi barındırmadığından, ayrıca son zamanlarda hep lümpen proletaryanın, küçük burjuvazinin ayak oyunlarına aldandığı için önündeki yeni fırsatları misyon ve vizyon açılımı yapamayarak kaçırdı.

Tabii ki, bu değerlendirmemin MHP genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin Beşiktaşlı, AKP genel Başkanı Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın da Fenerbahçeli olmasıyla sadece “tevafuk” yönünden bir ilişkisi olabilir. Gerçekte Bahçeli Fener’li, Erdoğan da Beşiktaşlı olabilirdi. Onları büyüdükleri mahalle muhiti bugünkü kulüplerine sürüklemiştir o kadar… Bahçeli’nin 3 Kasım ilanıyla, geçen hükümet dönemindeki iyi niyetinden ve efendi kişiliğinden dolayı tahammül ettiklerinden ortaya bir zaaf çıktığı ve bu fırsatı iyi değerlendiren yeni global sentezin Erdoğan iktidarını hazırladığı gün gibi âşikâr… Bundan elbette ki saf Fenerlilerin ve Beşiktaşlıların bir suçu yoktur. Fakat şu var ki, Fenerbahçe yatıp kalkıp Beşiktaş’a –bugünkü Beşiktaş’a- dua etmelidir. Şampiyonluğa bu kadar yaklaşmalarında onların payı çoktur. Bir de tabii ki 28 Şubat’a… Yakında federasyondan bazı kişilerin Fener şampiyonluğunda parmağı olduğu ortaya çıkacak; ya da kimi 28 Şubat paşalarının şimdiki iktidar sürecine yanaştıklarını veya başından beri ortak olduklarını göreceksiniz.

12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri döneminde Beşiktaş mazmununun Türkiye ve milliyetçilik kavramlarını remzetmesi, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın da Türkiye iktidarlarının bir cephesini temsil etmesi, Bahçeli’den Erdoğan’a, MİT’ten Genelkurmay’a, burjuvazi ve aristokrasi havassından derin devlet heveslilerine, iş-spor-medya-siyaset karesinde yer alan bütün şekil ve renklerin ihtiva ettiği her şey aslında spor, iletişim, iş ve siyaset kavramlarının ne kadar iç içe olduğunun kanıtıdır.

Gerçekte futbol, eski çağların stadyum gösterileri yerine ikame olmuş kitlesel bir varoluş hikâyesidir. İktidarların stadyum gösterilerine bigâne kalması nasıl mümkün olabilir ki?..

Kitlelerin iki dudağı arasındaki “öldür” sözleriyle tiranın iki dudağı arasında şüphesiz derin bir regresyon ve korelasyon var.

Faul yapmak, ofsayta düşmek, topu taca atmak, baraj kurmak, barajı aşmak, direkten dönmek, sağ bek iken sol açık oynamak vb terimlerle birtakım şarkıların; mesela “beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda” gibi şarkıların hem futbol maçlarında hem siyasi parti mitinglerinde okunması futbol ile siyaset arasındaki yakın bağı göstermiyor mu?

Üç büyüklerin ve zaman zaman dördüncü kuvvet olarak bir Anadolu takımının Trabzonspor, Gençlerbirliği, Gaziantep veya Sivasspor’un temsil ettikleri sınıfsal, ideolojik veya duyusal kavram çerçevesi zaman zaman tam anlamıyla temel farklılaşmalar üzerine oturmakta; zaman zaman da bütün bu takımlar ve taşıdıkları değerler birbiriyle örtüşmektedir.

Hemen bütün takımların tribünlerinde “şehitler ölmez-vatan bölünmez” pankartlarının olması böylesi örtüşmeler için örnektir. Zaten siyasi partilerin de hemen hemen programlarının, hal çarelerinin, seçim bildirgelerinin neredeyse tıpatıp birbirine benzemesi boşuna değildir.

Fakat yine de bazı takımların tedai ettirdikleri ile üzerinde ısrarla durdukları konular itibariyle ayrıştıkları malumdur. Bu anlamda Beşiktaş’ın milliyetçiliği temsil etmesi, futbol dışında da bazı aşkın felsefe ve konularla ilgilenmesi anlaşılabilir.

Galip Erdem ağabey bugün yaşasaydı; Beşiktaş Nasıl Kurtulur yazısına ilave olarak Galatasaray Nasıl Kurtulur diye bir yazı yazar ve “Beşiktaşlı gibi görünüp Galatasaray’a iltifat mecburiyetinde olanların sırtından Galatasaray’ın şampiyon olmasının kulübün tarihine ancak Ankaragücü’yü küme düşürmeye sebep olan bir renk karıştırma sonucu algı yönetimi olduğundan hareketle buruk bir zafer olarak geçeceğinin” altını çizerdi. Ve bir şeyin altını daha çizerdi: Takıma ihanet ettiği halde nimetini yiyen ağababaları tarafından kiralanan iki torbacının hakiki bir Beşiktaşlıya nasıl kıydığını…

 

SON

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!