Yılmaz Özakpınar, Hafıza adlı kitabının som bölümünde F. C. Bartlett’in hafızada tutma ve yapılandırma işlevi olarak şem’a kuramını geliştirmiştir. Algılama ve hatırlama bakımından şema, hafıza ve bilinç arasındaki bir yapılandırmanın ürünüdür. Kadın ve erkek figürü olarak herkesin kafasında biçimlenen insan aslında soyut, kavramsal derinlikleriyle bir “şem’a”dır aslında.
“Belli bir insanı algılarken bu şema kılavuzluk eder. Ama onu o somut insan olarak algılamada, onun bu şema çerçevesindeki özelliklerine dikkat ederiz. Daha sonraki bir zamanda onu tanımak gerektiği zaman, tanımaya kılavuzluk eden hususlar, işte hatırlanan o özelliklerdir özellikler şemanın kılavuzluğunda işaretlenmiştir. Algıda olduğu gibi tanımada da şema, bir başvuru çerçevesidir. Şema algı ögelerini parça parça dağınık olmaktan kurtararak teşhise yardımcı olur.” [1]
Enstitü romanında Alper Kaan Bilir, sosyal psikolojinin ve psikolojinin bütün kuramlarını âdeta bir roman içinde ne kadar işlenebilirse işlemiş. Algıyı, tutum ve davranış süreçlerini, örgüt psikolojisini, statü, ve toplumsal rolleri, motivasyon süreçlerini, pekiştireçleri, öğrenme kuramlarını, yapılandırmayı ve hafızanın anlık ve derin yönlerini, onların insan zihninde bilinç ve bilinç altı ya da ötesi bütün fonksiyonlarını ana karakterinde de, yardımcı karakterlerinde de işlemiş.
Kitabın kapağı zaten karmaşık zihin yapısını ifade eden çizginin yani ipin ucunun sonunda nasıl bir şemaya evrilebileceğinin ilk işaretlerini veriyor. Arka kapağındaki metin; “Bu seslerin sahipleri, benim düşmanlarım. Onlar beni linç ettiler. Hayatımı mahvettiler… Sosyal açıdan beceriksiz bir sokak sanatçısı, günün birinde kontrolü dışında gelişen sebepler dolayısıyla suçlu durumuna düşer. Toplumun kendini ‘ilerici’ diye niteleyen kesimleri, sanatçıyı bir linç kampanyasının hedefine dönüştürür. Yazgısı sanatçıyı, kendisi gibi kişilere adanmış bir sığınağa götürecektir. Enstitü, Alper Kaan Bilir’den linç kültürü üzerine çarpıcı bir roman” dese de, roman, hafıza ve bilinçaltı kuramları çerçevesinde akıp gittiği için linç kültürünü gölgede bırakan bir hakikatin peşinde aslında.
Dostoyevski’nin dünya klasikleri arasına giren Suç ve Ceza’sı ile Yeraltından Notlar’ı roman ve psikoloji ilişkisi açısından nasıl şaheserse yerli romanda Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, benzer ilişkinin dilimizdeki yansısı olarak gençliğimizin başucu kitabıydı.
Modern Türk romanında Alper Kaan Bilir ismini ilk Isparmaça adlı tarihî romanından biliyoruz. Navarin’de yanan donanmamızın kendince intikamını alan Bahir Reis’in romanı. Orada tarih ile psikoloji derin bir münasebete giriyorlardı. Burada ise genetiğin, geniş anlamda biyolojinin bir faktöriyeli olarak psikolojinin ve sosyal psikolojinin münasebeti söz konusu…
Sığınak ya da hapishane bir sembol… Gerçekte her insanın böyle bir sığınağı ya da içinden çıkamadığı, çıkamayacağı hapishanesi vardır.
Şaraşka, icad yapabilen insanların toplandığı bir hapishanedir. Ve mahkûmların her biri genotipik karakterlerini aldıkları tarihte yaşayan isimlerle çağrılmaktadır. Maximilian, o yüzden devrimci Maximilian Robespierre’in huyunu taşır. Çocukluğunda geçirdiği o korkunç travmayı yine de sanatıyla aşmayı bilmiştir.
Aslında hepimiz bir hapishanede yaşamıyor muyuz?
“Her neyse, herkes bir yerin içinde yaşar. Bir tanımın, örneğin. Vatandaş, yurttaş, Müslüman, Hristiyan, Hindu her neyse. Milliyetçi, sosyalist, demokrat. O tanım her şeyden önce ne düşündüğünü söyler. Tanıma uymayan bir şey düşünürsen, tanımın dışına çıkarsın.”[2]
Bartlett ya da Özakpınar’ın erkek ve/veya kadın şeması, hafızanın zihin yapısı içindeki varoluşunun hikâyesi. Bilir’in romanında bir yandan çocukluğunda bir köpek tarafından mı, yoksa öz annesi tarafından mı parçalanmış bir yüzün linçten yani toplumsal bir yargısız infazdan sığındığı hapishanesinde ‘müdürün aynası’nda gördüğü ‘anima’ da işte bu kavramsal şemalara bir örnektir.
“Anima erkeğin bilinçaltında yaratılan bir portredir. Hiç kimsenin animası bir diğerine benzemez. Animalar, kabaca bazı şablonlara uyarlar: Kutsal ana, prenses, fahişe, vesaire. Ama kişiye özgüdürler yine de anima her erkekte başka türlüdür. Soyut bir varlıktır.”
Müdürün aynası, Lacan’ın ayna kuramı ile Rogers’in benlik kuramının bir bileşkesi gibidir. Bir Carpe diem, bir varoluşsal yaşantıdır ki, içinde fenomenolojik alt yapıyı, içsel başvuruyu, psikolojik uyum ve uyumsuzlukları, empatiyi, benliği kavramsal olarak inşa etmeyi barındırır.
Linç kültürü sarmalayabilir tüm toplumumuzu, aynaları doğru okuyamazsak. Sürüleşirsek…
Fakat kafeste de olsak, ipek böceğinin kozasını örmesi gibi bir bağımsız benlik inşa edebilirsek bu linç kültüründen uzaklaşabiliriz.
Romanın sonunda radyo frekansından Atatürk’ün yepyeni bir söyleminin ses vermesi de ilginç…
Che’nin sokak resimlerinden başlayan macera Robespierre’e, oradan Atatürk’ün devrimciliğine uzanmıştı. Eski sözde devrimci, ilerici kalıplar, onu linç etmeye kalkmışlardı oysa.
Fakat Max, romanın sonunda kavramsal olarak inşa ettiği kuleden iniyordu artık.
“Kuleden indiğinde kimse onun koluna yapışmayacaktı. Hiç kimse ona bir tutsak, bir esir, duvarlar ve tel örgüler ardına hapsedilmesi icap eden bir mahkûm muamelesi yapmayacaktı. Artık nerede olduğunu biliyordu.”
Ben de Kafes’ten çıktığımda ve Kafes’i yazdığımda aynı kuleden iniyordum.
Aynaya doğru bakabilmek ve okuyabilmek için Alper Kaan Bilir’in Enstitü’sü mükemmel bir rehber…
[1] Yılmaz Özakpınar, Hafıza, Ötüken Yayınları İstanbul 2017, s: 151
[2] Alper K Bilir, Enstitü, Ötüken Yayınları, İstanbul 2021, s: 259