Kaynaklar, özellikle 16 Ekim Dünya Gıda Günü bağlamında, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) kuruluşunun 80. yıl dönümü ve kutlamaları etrafında dönen küresel gıda, açlık ve iktidar sorunlarına odaklanmaktadır. Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu tarafından kaleme alınan metinler, FAO’nun 55 yıldır Gıda Günü’nü kutlamasına ve çeşitli temalara dikkat çekmesine rağmen, gıdaya erişimde adaletsizliğin ve küresel sorunların (savaşlar, göç mühendisliği, israf, açlık) devam ettiğini eleştirel bir bakış açısıyla sorgulamaktadır. Ayrıca, metinler, uluslararası kuruluşların zengin ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiğini öne süren teorileri tartışmakta ve özellikle Türkiye’nin GAP projesi üzerinden Orta Doğu’daki su kaynakları ve siyasi çatışmalar konusuna yoğunlaşmaktadır. Sonuç olarak, yazar açlık sorununun temelinde yatanın sadece kaynak eksikliği değil, aynı zamanda iktidar paylaşımındaki yapısal sorunlar olduğunu savunmaktadır.
FAO 80 YAŞINDA…
NE DEĞİŞTİ?
HÂLÂ GIDAYA ERİŞİMDE HAKSIZLIK HAD SAFHADA
16 Ekim Dünya Gıda Günü. 80 yaşını doldurmuş olan Dünya Gıda Örgütü bugünü 55 yıldır kutluyor ve her yıl anlamlı bir slogan etrafında gıdaya, açlığa, kıtlığa, israfa, beslenmeye dikkat çekiyor. Her ne kadar konu başlıkları birbirine benzese de o yılın Gıda Günü için akıllarda kalan çerçeveyi oluşturuyor. 2025 yılının konusu ise DAHA İYİ BİR YAŞAM VE DAHA İYİ BIR GELECEK İÇİN GIDA HAKKI.
55 yıl boyunca akılda kalan başlıklardan bazıları şunlar:
- Eylemlerimiz Geleceğimizdir
- Herkes İçin Gıda
- Su Hayattır Su Gıda Demektir, Kimseyi Geride Bırakma
- Gıdaya Erişim Hakkı
- Daha İYİ BİR Çevre, DAHA iyi bir yaşam
- Kadınlar Dünyayı Besliyor
- Gıda Güvenliğine Yatırım
- Açlığa Karşı Gençlik
- Açlıktan Uzak Binyıl
- Herkes İçin Yiyecek
- Gıda ve Çevre
- Gelecek için Gıda
- Kırsalın Gücü
- Hayat İçin Ağaçlar
- Açlıkla Mücadele
- Önce Gıda…
Farkındalık yaratmayı amaçlayan bu başlıklara rağmen ne yazık ki, Herkes özelikle de oburluğu bir türlü bırakmayan gelişmiş ülkeler uygarlıklarının bedelini ödemeye bir türlü yanaşmadılar. Açlık, kirlilik, kıtlık, küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadelede bile yükü azgelişmiş ülkelere bırakmanın yollarını arayıp buldular ve karbon emisyon borsası ile de bunun en absürt olanını gerçekleştirdiler.
Savaşlar devam etti. Göç mühendisliği yeni oyun alanları ortaya çıkardı. Silah tüccarları servetlerine servet kattılar. Kötü yönetilen ve gıdaya erişim sorunu yaşayan ülkelerde kötü yönetişim adeta kökleşti. Hâlâ FAO’nun resmi rakamlarına göre 783 milyon insan açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Milyarları bulan insan toplulukları kötü beslenmeye devam ediyor. Gıdaların yüzde 30 ile 40 kadarı ziyan ediliyor. Kayıplar had safhada. Bir yanda oburluk öte yanda açlık elan sürüyor.
Bu yıl 80. Yaşını kutlayan BM Dünya Gıda Örgütü (FAO) ve 55.si kutlanan Dünya Gıda Günü ile ilgili olarak FAO’nun 50. Yılında yazdığım bir yazımı paylaşıyorum. Değişen ne var? Yine silahlanma yarışı var ve yine kuraklık ve açlıkla mücadelede insanlığın yaya kalışı…
Oysa silahlanmaya ayrılan payın binde biri açlıkla mücadeleye ayrılsa yeryüzünde aç insan kalmaz. Şimdi buna bir de BOP gibi aptal proje eklendi ve göç mühendisliği devreye sokuldu. Önümüzde Ganj’ın kuruması ile birlikte yeni göç dalgasına hazır olmamız gerektiği gerçeği var ayrıca…
Aşağıdaki yazım Tarım ve Köy Dergisinin 105. Sayısında yayınlandı. FAO’nun 50.yılında. Bugün FAO 80 yaşında…
Ne değişti?
Size bırakıyorum.
- Yılında FAO’ya Tenkidî Bir Yaklaşım:
Açlık için duyulan üzüntü; bizi iktidar paylaşımındaki yapısal sorunu kavramaktan alıkoymamalıdır.
GLOBAL STATÜKONUN İNİSİYATİF ALANI
Dr. Lütfü ŞAHSUVAROĞLU Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Yayın Dairesi Başkanı
FAO vb. Uluslararası kuruluşlar bütün dünyadaki su ile ilgili projeleri desteklerken nedense GAP’ı Ortadoğu’da savaş gerekçesi ilan edip desteklememişlerdir.
Zengin ülkelerin fantezisini paylaşan yoksul ülke eliti olup olmadığımızı tartmalıyız.
SUMMARY
Celelebrating its 50. anniversary, FAO is one of the UN’s Organizations which have arranged the most innocent and objective activities for human being. It has tried to
motivate public opinion on a particular subject related to World Food Day. It was realy meaningful that FAO made a topic of this year’s Food Day the water crisis in the mean time that UN’s legal cummittee has been trying to make an international contact signed by member nations in order to solve the problem on “Waters craising the nations’ borders.
Both Jewish and Arab researchers and strategists are making the crisis centralized on the Euphes and Tigris Wates in the Middle East somehow,
As Samuel HUNTINGTON stated before FAQ WORLD BANK, WHO, NATO, UN and Other lnternational Organizations are as if the means expanding and making forceful the initiatives of rich ones and more correctly USA
Water problem was discussed on in unnumbered amount, but it was held in respect of accusing Türkiye. As for this year’s matter, ‘food for All’, and Global Status quo plays the “Both the Sinful and the forceful” act
In what kind of world are we at new world order? Greedinees and consumption slaveness are at one side, hunger is at other side. In Every year,more than 12 million children below five-year-old are dieing from insufficient feding.
“The cost of an increase of 3% on the living standard of the USA population is much as 25 times than the same amount of increase of living standards of India rapidly growing in population.” says Ivan Illich.
The things to be considered on as ILLICH indicates is the fact “that the anxiety for hunger should not keep us out of well undersanding the structural problem of the power sharing”
- yıldönümünü kutlayan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) uluslararası kuruluşlar arasında belki de en masumane ve insanlık için en somut faaliyetleri tertiplemiş bir BM teşkilatıdır.
Gıda ve tarımın her alanında birçok ülkede projeler yürütülmesine katkıda bulunan FAO her yıl 16 Ekim’de de kamuoylarının belli konu etrafında odaklaşmasın sağlamaya matuf olmak üzere Dünya Gıda Günü organize etmektedir.
Yanlış ve dengesiz beslenme, bir yanda açlık öte yanda oburluk üstüne dikkatleri çeken FAO bu yıl da “herkes için Besin” konusunu gündeme getiriyor.
Sanki Samuel Huntington‘ın ileri sürdüğü gibi FAO, Dünya Bankası, WHO, NATO, BM vb. uluslararası kuruluşlar zenginlerin daha doğrusu ABD’nin dünya sistemindeki inisiyatifini genişleten, rahatlatan vasıtalardır.
Geçtiğimiz yıl “hayat için su” sloganı etrafında giderek en stratejik madde ve ürün haline gelen “su“yun ele alınışı gerçekte çok anlamlıydı. Artık su ekonomik bir değerdi ve su ile ilgili dünyanın neresinde bir proje varsa desteklenmeliydi. Gerek 1987’deki toplantılar, gerekse Ocak 92’de Dublin’de, Haziran 92’de ise Rio’da yapılan toplantılar ardından BM’in Hukuk Komisyonu’nun 1996’ya kadar “sınıraşan sular” sorununu çözümlemek için bir uluslar arası sözleşmeyi üye ülkelere imzalatma girişimlerinin yoğunlaştığı bir zamanda FAO’nun “su” meselesini Gıda Gününün konusu yapması gerçekten anlamlıydı FAO Beslenme ve açlık gibi temel bazı konularda artık klasikleşmiş bir program uyguluyordu. 1995’In konusu da yine o yönde belirlenmişti ve bu yüzden fazla ilgi çekmedi; ama geçtiğimiz yılın konusu “su” etrafında spekülasyonlar yapılmaya devam ediyor.
BM Genel Sekreteri Butros Gall daha Mısır’da Diş işlerinde iken “Ortadoğu’da su savaşları çıkacak” diye ahkam kesmiş ve özellikle de Fırat’ı dizginleyen Atatürk Barajı’nın savaşa vesile olacağını ileri sürmüştü.
Gerek Yahudi gerekse Arap kökenli ABD’li birçok araştırmacı ve stratejist Ortadoğu’daki su sorunu ile ilgili olarak nedense sonunda Fırat ve Dicle’nin sularında sorunu düğümlüyorlardı.
Öte yandan gelişen çevre bilinci ve çevre ile suyun yakın ilişkisi bazı milli menfaatlerin, sınır içindeki “egemenlik” hakları kapsamındaki meselelerin, projelerin, yatırımların, alanların uluslar aşın boyutlara taşınabileceği bir vetire yaratmaktadır.
YENİ GERÇEKLER
Peter F. Drucker Yeni Gerçekler adlı eserinde “Dünya ekonomisi içindeki sonuncu yeni gerçeklik uluslar aşırı ekolojinin doğuşudur. Ekolojiye, insan soyunun tehlike altındaki doğal yaşama çevresine ilişkin kaygılar, giderek daha büyük ölçüde ekonomi politikasının parçası haline getirilmek zorundadır. Ekoloji ile ekolojik politikalara ilişkin kaygılar da giderek daha çok ulusal sınırları aşacaktır. İnsanın yaşadığı çevreye yönelen başlıca tehlikeler giderek daha global bir nitelik almaktadır.”[1] demektedir.
“Los Angeles ya da Mexico City’nin üzerinde toplanan sis ve duman kitlesi, şu ya da bu hayvan türünün soyunun tükenmesi, bir kumsaldaki petrol tabakası… Yerel çevre olayları bile artık sonuçlan itibariyle yerel değildirler.” diyen Drucker’in tesbit ettiği gerçekler birçok uluslararası kuruluş tarafından da gündeme sokulmuştur. Mesela sınıraşan sular konusunda daha önceleri toprak egemenliği ilkesi benimsenmişken -tabi ki ABD’nin Meksika ile olan meselesi çerçevesinde- daha sonraları havza ilkesi yani toprak bütünlüğü ilkesi- bu da yine ABD’nin Meksika ile anlaşması ve ABD-Kanada-Meksika arasında gerçekleştirilen NAFTA adındaki birliğin tesis edilmesi üzerine- benimsenmiş bu arada da hazırlanan 32 maddelik Sınıraşan Sular Sözleşmesi BM üyesi ülkelerin imzasına sunulmuştur.
Elbette ki gerek ekolojik sistemin korunmasına yönelik yerel anlayış çerçeveleri ve çevre-toprak-su ve insan ilişkilerinin daha sağlıklı yapıya kavuşturulması amacı güden global yaklaşımlar, her ülkeyi egemenliğinin ötesinde sorumluluklara itmektedir. Artık bir ülkede meydana gelen çevre kirliliği ya da tahribatı bölgesini de ilgilendirmektedir.
Öte yandan bütün ülkeler çevresel etki değerlendirmelerin çok uygun biçimde gerçekleştirseler bile, diyelim, dünyanın başka yerinde, yağmur ormanlarında yapılan dev tahribat, topyekûn dünya iklimine etki yapmakta, dünya ısı ortalamasını 1C derece oynatmakla atmosferin koca bir sera niteliğine bürünmesine katkıda bulunmaktadır. Bu da sizin bütün yerel tedbirlerinize hassasiyetinize rağmen ülkenizin önemli bölümünün çölleşmesi demektir. Bu anlamda her ülke, her toplum ve her kişi global ekoloji yaklaşımında olmalıdır ve herkes etki ve sorumluluk zincirinin halkalarını oluşturmaktadır.
GLOBAL STATUKO
Bir yandan da global statüko, tabiatı icabı Newtoncu medeniyetin gereği daha çok kazanma peşindedir ve her yıl kârlılığını artırmak istemektedir. Giderek tüketim köleliği toplumlarda yaygınlaşmaktadır. Global Statüko bu yüzden değişime ve ekolojik denge hassasiyetlerine karşıdır. Ama karşı konulmaz beklentiler üzerine o da kendine çeki düzen verme zarureti hisseder, fakat bazen de acımasızca karşı koyar. İşte her şeye ve herkese rağmen Fransa’nın nükleer denemelerde ısrarcı tutumu 2000’e 5 kala hâlâ geçerlidir.
İşte Tuna’yı kirletenlerin Karadeniz’in kıyı ülkelerine tarihi bir hesap verişten kaçışları ortada iken Fırat ve Dicle sularının dizginlenmesine karşı çıkışları bizi şaşırtmaktadır. Dünyayı en çok kirletenler bu sorumluluğu başkalarına atma peşindedirler.
Dünya nimetlerinden en çok istifade edenler -global statükoyu belirleyenlerdir aynı zamanda giderek dünyaya daha çok hükmetme peşindedirler ve Michel Foucault‘nun dediği gibi “denetlenemeyen” korkutmaktadır. Böylece doğa ve her türlü çevre denetlenmeli; Ivan Illich’in sözünü ettiği “endüstrinin radikal tekeli“-ki biz ona global statüko diyoruz kimi zaman arsızlığa varan bir refah içindeki toplumlarda, yeni, alçaltıcı yoksulluk türleri yaratmaktadır. Yoksullar için önemli sayılabilecek bir çıkar, zenginlerce kullanılan kaynaklarda belli bir azalma gerektirir yalnızca zenginler için önem taşıyan bir akar ise yoksulların kaynakları listesinde öldürücü talepler yaratır. Yine de zengin uluslar, yoksul ulusları sömürmekle, herkes için endüstri ötesi bir bolluk yaratmaya yetecek zenginliğe ulaşacaklarım öne sürüyorlar. Yoksul ülkelerin elitleri de bu fanteziyi paylaşıyor[2] “Illich’in yoksul ülkelerin eliti” diye bahsettikleri arasına girip girmediğimiz siyasilerimizden bürokrasimize kadar, üniversite hocalarımızdan medya mensuplarına kadar hepimiz tartmalıyız.
Sanki Samuel Huntington‘ın[3] ileri sürdüğü gibi FAO, Dünya Bankası, WHO, Nato, BM vb. uluslararası kuruluşlar zenginlerin daha doğrusu ABD’nin dünya sistemindeki inisiyatifilerini genişleten, rahatlatan vasıtalardır.
Eğer Huntington’un iddia ettiği gibi bir işlevi yüklenmişse gerçekten, 50. yılını kutladığımız FAO’nun, Dünya Bankası’nın ve BM’e bağlı diğer bazı örgütlerin neden Orta Doğu’da su savaşı senaryolarına yatarak büyük su projesi olan ve sadece Türkiye için değil Bölge için de büyük bir gelişmişlik ortaya çıkaracak GAP’ı desteklemeyişlerini, bilakis karşı çıkışlarını sorgulamamız lazımdır. 1987’de Türkiye GAP için Dünya Bankasından kredi talep etmiş ve bu reddedilmişti. Öte yandan FAO 1994 yılı Gıda Günü için hazırladığı broşürde de belirttiği gibi gerek Dublin gerekse Rio ve diğer çevre ve su ile ilgili konferanslarda bütün su projelerinin desteklenmesi mealinde bir ilkeyi gündeme getirmiştir.
GAP Orta Doğu’da barışı sağlayacak unsur iken, su savaşları senaryoları hazırlanmıştır. 1994’te Gıda Gününün konusu “su” iken John Bulloch ve Adel Darwish (Adil Derviş) “Su Savaşları“[4] adlı araştırma neşretmişlerdir. Londra’da su konferansı tertip edilmiş, bu arada İstanbul’da da bir su konferansı toplanmıştır. Birçok İsrailli, ABD’li ve Arap siyasi ve araştırmacının ittifak ettikleri bir ortak strateji vardır ki, o da Türkiye’nin sularının yakın gelecekte belirleyici olacağıdır. Türkiye su zengini bir ülke kabul edilmektedir. Oysaki kişi başına su kullanımına baktığımızda Türkiye su fakiridir. Buna rağmen Orta Doğu’da su ile ilgili senaryolara bakarken gelecekte ve halen içinde yaşadığımız günlerde nasıl roller biçildiğini, kime hangi rol verildiğini bilmemiz gerekmektedir. Bölgedeki terörün bile arkasında benzer senaryolar vardır. “Dünyanın satılı bölgelerinin bu en kolay tutuşabileninde su o kadar hayat öneme sahiptir ki, barış için bir güç olabilmektedir; ancak tarih ve günümüz olaylar, bunun daha çok yakacı bir etki, bir çatışma neden olabileceğini göstermektedir. Bugün, su, Suudi Arabistan ve Ürdün örneğinde olduğu gibi, benzer politik sistemlere ve dostça işbirliği geleneğine sahip ülkeleri bölebilmekte; ya da ortak su sorunlarını görüşmek üzere bir gündem belirleyen İsrail ve Ürdün arasında olduğu gibi, eski düşmanları işbirliğine itebilmektedir.
Bulloch ve Darwish ikilisi suyun barış için bir güç olduğunu kabul etmekteler fakat nedense Butros Gali gibi onlar da on yargılıdırlar ve biraz da onları bu yargıya iten Israil, Suriye, Irak ve diğer Orta Doğu ülkelerinin “su, petrolden de azizdir” şeklindeki kanaatler ve onun için her şeyi yapabilecek psikolojiler olsa gerektir.
SU KONUSUNDA BAZI GERÇEKLER
Bir kere su ve özellikle Fırat-Dicle sulan meselesinde bazı gerçekleri bilmekte fayda vardır. Ki bu gerçekleri bütün Türkiye olarak bilmemiz, üzerimize oynanan senaryolara karşı hazırlıklı olmamız için elzemdir.
Türkiye Firarin sularında, Suriye’ye aylık ortalaması 500 m/sn debi ile su bırakmayı taahhüt etmiş ve bunu yerine getirmiştir. Böylece ban aylar 110 m/sn, ban aylar 7000 m/sn debiye sahip olan Fvarin suyu ya kuraklığa ya da sellere sebep olurken su akışının sağlıklı olması ile Suriye, tahıl ihraç edebilecek bir tarımsal verimliliğe ulaşmış; böyleyken Türkiye, sulanabilecek 8 milyon hektardan fazla arazisinin ancak yarısını sulayabilmektedir. Fırat’ın ve Dicle’nin beslediği havzaların insanlarının bu iki nehrin dizginlenememesinden ötürü uğradıkları kayıpları göz önüne almak gerekmektedir.
Fırat’ın %89’u, Dide’nin ise %52’si Türkiye’den kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin kişi başına su kullanım susuzluktan yakınan Irak ve Suriye’ninkine yakındır, su zengini ülkelerde kişi başına su miktarı 10.000 m/yıl iken Irak’ın 2000, Suriye’nin 1420, Türkiye’ninki de 1800 a/yıldır.[5]
Suriye ve Irak 4. Sınıf tarımsal alanlarda gereksiz yere çok suya ihtiyaç duyan tarımsal projelere girişmişlerdir. Gerçekte 500 a/sn su ile sulama ihtiyaçlarını görmektedirler. Ancak Suriye elektrik enes hyo iple suyu daha fazla kullanmak istemektedir, bunun için de Türkiye’nin önerdiği elektrik enerjisi paylaşım projesi vardır.
Uluslararası Hukuk Komisyonunun öngördüğü gibi suların “hak“ça ve “akılla” kullanımı esastır. Türkiye’nin yaz ve kuş farklı debillerde akan Fırat ve Dicle’yi sağlıklı debiye ulaştırması karşısında Türkiye, komşularından bir bedel istememiştir. Türkiye’nin GAP Projesiyle suyu akıllı kullanmak istemesi karşısında ve hakka riayet ederek bunu yapması durumunda Orta Doğu ülkeleri ne diyebilir? Uluslararası kuruluşlar ne diyebilir? Ama nedense özellikle GAP’a şiddetle karşı olan Butros Gali halen BM Genel Sekreteridir. Ve Huntington‘ın görüşleri doğrultusunda zenginlerin daha doğrusu ABD’nin bir uzvu gibi çalışmaktadır.[6]
GAP tamamıyla milli kaynaklardan yürütülen bir projedir. Ama belirtildiği gibi maliyeti 22 milyar dolar değildir. Oraya yapılan yatırımın başka tarafa yapılsa getirisi ne olacaktır, halen ekonomiye olan yükü nedir diye hesap edilip bunun maliyete ilavesi gerekmektedir. Öte yandan terör ve işsizlik ile diğer ban bölgesel meselelerin getirdiği yük ile Fırat ve Dicle’nin sularının verdiği tahribat ve senelerdir dizginlenemeyen bu suların ta Erzurum’dan Haran’a olan yükü hesap edilmelidir. Buna göre bir bakış açısıyla 150 milyar dolar, bir başkasına göre de 250 milyar dolar bir maliyet ortaya çıkmaktadır. Gerek Ortadoğu Kalkınma Bankası gerek İslam Kalkınma Bankası gerek Dünya Bankası FAO, BM vb. kuruluşlar finans desteği sağlamalıdırlar. O zaman Fırat ve Dicle sulan hakça ve akala olarak bölgenin kalkınması için kullanılmış olur. Bu çerçevede aşırı sulamanın zararların da hatırlamakta fayda vardır. Öte yandan sulama biçiminin toprağın ve bitkinin su ihtiyacını azaltıcı rolü dikkate alınmalıdır. Mesela, (İsrail’de yapılan bir araştırmaya göre) bir dekar şeker pancarının bir yolda ihtiyaç duyduğu su miktarı salma sulama ile 90 tonu bulmaktadır. Yağmurlama de bu 20 ton su/da’a düşmektedir. Toprak altı sulamada 10 ton su/da yeterli bilgisayar destekli sulamada ise sadece yılda I ton su, ihtiyacı karşılamaktadır. Buna göre sulamada önemli miktarlarda tasarruf yapma imkânı doğmaktadır.[7]
GAP, ORTADOĞU ve SULAMA FONU
Bölge ülkeleri de şimdiki GAP Projesi’nde yer alan sulama kanalları yerine damlama sulama sistemi için bir fon organize ederek biraz daha fazla maliyetle suyu önemli ölçüde tasarruf etmek için girişimler başlatmalıdırlar. Böylece halihazırda 3 havza ülkesine de yetmeyen Fırat ve Dicle sulan bütün Orta Doğu’nun hayat damarları olacak bir projeye kaynak oluşturabilir. Böylece Orta Doğu’da su, savaş senaryolarına malzeme değil barış için ve topyekûn kalkınma için vesile olur.
Ama nedense bunu global statükoyu oluşturan güçler istememektedir. Gerçekte FAO, BM ve Dünya Bankası’nın bütün bu gerçeklerin farkında olmaları ve desteklemeleri gerekirken nedense ıvır-zıvır projeler için bizim gibi ülkelere kredi vermekte ve bunları da misliyle geri almaktadırlar. Dış kaynaklı projelerin bir de bu gözle değerlendirilmesi lazımdır.
Meselâ Dünya Bankası ve FAO gayet iyi bilmektedir ki, bu projelerde kullanılan 100 doların sadece 6 dolan Türkiye’de kalmaktadır. Geri kalan ya yabancı uzman adı altında ya yurtdışına eğitime personel gönderilerek “zenginlerin cebine” geri dönmektedir. Bir kısmı da yine zenginlerden alınan malzeme, cihaz, araba vs. için harcanmaktadır. Ama GAP’a nedense düşmanca bakarlar, Oysaki GAP Ortadoğu barışının anahtarıdır. “Avrupa Topluluğu’nu kuran irade, ilk başta kuzey ülkeleri arasında demir ve çelikten doğan anlaşmazlığın pratik çözümüne yönelik bir arayışın ifadesiydi. Topluluk’taki Gümrük Birliği düzeyinde olmasa da Orta Doğu’da muhtemel anlaşmazlıkların sebebi olacak “su” vesile edilerek bir “Orta Doğu Gümrük Birliği düşünülmelidir. Böylesi bir Gümrük Birliği, hem suyun ve petrolün rasyonel kullanımını sağlayacak; hem de bölge ülkelerine, birbirine düşman olarak değil, birbirlerine dayanarak kalkınmanın yollarını gösterecektir.”
Su meselesi geçtiğimiz yıl Dünya Gıda Gününden bugüne çok işlendi ama nedense hep Türkiye suçlanarak işlendi. Söylenmedik sözler vardı, söylüyoruz.
Bu yılın konusu ise “Herkes için Gıda…” Bunda da Global Statüko “hem suçlu hem güçlü” rolünü oynuyor. Nasıl bir dünya içindeyiz Yeni Dünya Düzeninde? Bir yanda oburluk, alabildiğine tüketim köleliği… Bir yanda açlık… Her yıl 5 yaşın altında 12 milyondan fazla çocuk ölüyor, yeterli beslenememekten… 2000’e 5 kala 750 milyondan fazla insan beslenme düzeyinin altında yaşıyor.
Açlık ve yetersiz beslenme konusunda FAO, BM ve bazı uluslararası kuruluşların yaptığı çalışmalar takdire şayan görülmektedir. Her vesile ile ufak çapta yardımlar yapıp vicdanımızı bastırıyoruz, susturuyoruz, uyutuyoruz. Ya da sık sık üzüntülerimizi dile getiriyoruz. Oysaki dakikada silahlanmaya harcanan para kadar bir para, achida mücadele için 1 yıllık bir harcamaya bedeldir.
“ABD nüfusunun hayat standardında meydana gelen %3’lük bir artışın maliyeti, daha kalabalık olan ve nüfusu daha hızla büyüyen Hindistan’ın hayat standardındaki eşit artışın maliyetinden 25 kat fazladır. Bu yüzden global statüko kendini düzeltmeden etrafını kontrol etmeyi yeğlemekte ve mesela doğum kontrolü için bu çevre ülkelerine kredi vermektedirler. Elitlerimiz de global statükonun tezleri için uğraş vermektedirler.
Yapılacak iş Illich in dediği gibi “Açlık için duyulan üzüntü, bizi iktidar paylaşımındaki yapısal sorunu kavramaktan alıkoymamalıdır.”
AÇLIK ve İKTİDAR PAYLAŞIMINDA YAPISAL SORUN
Şu kesindeki, “kontrol edilmeyen endüstrileşme yoksulluğu modernleştirmektedir.” Bunun bir çeşidini ABD’de Beyaz Saray’ın kapısındaki homeless’ler (evsizler) yaşarken bir başkasın İstanbul, Ankara, İzmir’in varoşlarındaki marjinal işlerde çalışan gecekondu ahalisi yaşamaktadır. Dahası gözü açılan insanın (büyük iletişimci Clark’ın dediği gibi günümüz insan günün 1/4’ünü medya karşısında geçirmektedir) tüketim hırsına kapılıp, üretemediğinden fazlasını talep etmesi daha büyük toplumsal çalkantılara sebep olmaktadır.
Illich’in dediği gibi üzüncü duymak yerine iktidar paylaşımındaki yapısal sorunu kavramak gerekiyor.[8]
Dünyamız neden bir açlık tehlikesi taşıyor? İlk bakışta açlık probleminin varlığı çağımızda yadırganacak gibidir. Binlerce ton ekmeğin, binlerce ton sebzenin denizlere, çöpe atıldığı bir ortamda nasıl açlık tehlikesini yakından hissedebiliriz? Şüphesiz ki bu hissediş bizim için, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşayan gelişmiş ülke insandan için güçtür, izahsızdır. Hatta açlık tehlikesinden bahsetmek adeta lükstür ve böyle yayınlar yapanlara iyi gözle bakılmaz: edebiyat yapıyor denilir. Oysaki mesele çok ciddi ve vahimdir; bizleri çok daha yakından ilgilendirmektedir, ilgilendirmelidir.
Bu dünya, bütün nimetleriyle bir emanettir. Mevcut florayı bir emanet olarak kabul etmeliyiz. Teferruat gibi gözüken bazı nimetler bir çırpıda elimizden alınsa, bize çok uzak görünen tehlikenin ne kadar yakında olduğunu çok acı biçimde müşahede edeceğiz.
Bugün açlık tehlikesi altında bulunan ülkelere baktığımda özellikle gıda konusunda sıkıntı çekmelerinin saçma olduğunu kabul ederiz. Zira bu ülkeler naturel olarak çeşitli zengin kaynaklara sahiptirler. Su kaynaklar, maden yatakları, iklim ve bitki örtüsü veya toprak imkanları bakımından işlenebildiği takdirde büyük bir potansiyele sahiptirler.
Bu kaynaklar zaman zaman işlenebilmektedir de. Pekiyi bu imkanlar nereye kaymaktadır da bu ülkelerin insanları açlık çekiyorlar? İşte burada dünyamızın bir acımasız sistem ağ altında bulunduğunu kavramaktayız. Bu sistemi kısaca şöyle izahı mümkün. Kaynaklar teknolojik, siyasal ve askeri bakımdan gelişmemiş ülkelerden; bu yönlerden gelişmiş olan ülkelere akmaktadır.
OBURLUK BİR YANDA, AÇLIK ÖTE YANDA
İkisi de bu sistemin eseri. Bundan 25 yıl kadar önce Kuzey Afrika’da, 20 yıl önce Bangladeş ve Hindistan’da ölü sayısının artışında korkunç bir yükselme görüldü. Birçok gelişmiş ülke, hatta Hindistan’ın kendisi (tabii ki yöneticileri) bile bu ölüm artışının nedenini açlığa bağlamak istemedi. Oysa yüz binlerce insan, özellikle genç çocuk nüfusu gerçekten açlık sebebiyle öldüler.
Yüz binlerce insan açlıktan bunalımlara girmek, öldürmek, sabotajlar yapmak değil, bunların ötesinde bir eylemi yaşadılar: Öldüler.
Bugün gelişmiş ülkelerde azıcık kafası bozulanın neler yaptığını biliyoruz. O açlık tehlikesi altındaki ülke insanları sadece öldüler.
Oysa, yüz binlerin açlıktan öldüğü dünyamızda başka taraflarda filancanın keyfi için binlerce uçak, silah, cephane, yakıt, araba vs. harcanabiliyordu. Bir diplomat, bir sosyete çocuğunu kurtarmak için milyonlarca dolar harcandığını biliyoruz.
Verimsiz birçok yatırıma; verimsiz, faydasız birçok toplantı için de milyarların heba olduğunu biliyoruz.
MUHTAÇLARA HİÇ YARDIM OLMADI MI?
Oldu, olmaktadır da… Ancak yardımların yerinde ve faydalı yardımlar olup olmadığı araştırılmalı. Öte yandan yapılan yardımlar daha yerine ulaşmadan yolda paylaşılmakta, bölüştürülmektedir. Nijer’de, Bangladeş’te yardımları yerel yönetimlerin, sağlık görevlilerinin, particilerin paylaştığını yayınlardan ve hükümet görevlilerden öğreniyoruz. Bağışların büyük bölümünü yerel sorumlular aşırmışlardır. Bangladeş’te Kızılay ve iktidardaki avamî parti kodamanları yardımın büyük bölümünü aşırıp, sonradan karaborsada satmışları geri kalanını da kendi yandaşlarına dağıtmışlardır.
Yeni tahıl ürünü çıkmamışken dünyadaki yedek buğday stoku ancak 27 gün yetecek kadardır. Dünya tahıl tüketimi yılda 30 milyon tonluk bir tempo ile artmaktadır. Bunun üçte ikisi nüfus artışından, üçte biri de zengin dünyanın et tüketiminin aşırılığından ileri geliyor. Birçok yıl için tropik Afrika’sının tahıl açığı bir milyon tondur. Bu zengin ülkelerin har vurup harman savurduklarının %2’si. Bununla on binlerce insan, aç insan, ölümünden döndürülebilirdi.
Zengin ülkeler 3. Dünya ülkelerine yardım yapmıyor değil. Ancak bu yardım onların milli gelirlerinin çok çok az bir orandır.
20 DOLARA BİR CAN KURTARILABİLİRDİ
Bangladeş veya Vietnam’da bir tek çocuğu beden ve zihin yetersizliğinden kurtarmak için protein yiyecek gerekir; bunun maliyeti sadece 20 dolardır; yılda 20 dolar…
Dünya sistemi öyle bir sistemdir ki, bir tek milyarderin elinde bir yıl süreyle 50 milyon çocuğu açlıktan, sefaletten kurtaracak kadar para vardır.
DÖRDÜNCÜ DÜNYA
Bugün üçüncü dünyanın dışında bir dünya daha, 4. Dünya ülkeleri oluşuyor. Onlar petrolü olmayan, hiçbir geliri olmayan, oldurulmayan ülkelerdir. Hindistan alt kıtasının sulama işleminde kullanılan motopomplar fuel-oll bulamadıkları için bazı seneler çalışamaz olmuşlardır.
Petrol üreten ülkeler umduklarının çok üstünde bir para bolluğuna erişmişlerdir. Önceleri 3. dünya milletleri ailesi içinde yer alan petrolcü ülkeler dışında şimdi artık 4. dünya ülkeler ortaya çıkmıştır. Bu 4. dünya ülkeleri petrolü de olmayan ve giderek açlığın geriliğin batağına dalacak ama dünya için de bir ölçü, gösterge olacak bir acıyı doğuracaklardır.
Tarım ülkeleri ürettikleri ürünleri gelişmiş ülkelerden daha pahalıya elde etmekte ve ihraç ettiklerinde kar eder görünseler de zarar vermektedirler. Verimi artırabilmek için çeşitli zirai gelişme metodlar, işletme planlamalarını uygulamaları gerekmektedir. Mesela toprağın verimliliğini artırmak için çiftlik gübresi gerekir.
Toprağı humusca zenginleştirmek için çiftlikte hayvancılık da lüzumludur. Hayvancılıkla bitkisel üretimin birlikte ele alınması için sermaye birikimine (hayvan sermayesi, bina sermayesi vs.) ihtiyaç vardır.
Ayrıca şu tip sömürülerden kurtulmak gerek:
- Bu ülkelerin ürettikleri ürünlere batı çok düşük fiyat uygulamakta ve fiyatlan istedikleri gibi ayarlayabilmektedirler.
- Kentlilerin köylü üzerinde de gizil bir sömürüleri vardır. Genç kentli iktidarlar mersedes krallıklarını ayakta tutmak için köylüden vergi almakta, kendi giderlerine akıtmaktadırlar.
- Girdileri pahalıya almaktadırlar. Gelişme yolunda atmağa çalıştıkları tüm adımlar da kendilerine pahalıya oturmaktadır.[9]
“Dünya tahıl ihracatının yarısına yakın bölümünü tek bir büyük devlet sağlamağa devam ederse, gittikçe artmakta olan kıtlık ona sonsuz bir güç sağlıyacağa benziyor”
1958-1965 yıllan arasında % 70’lik bir üretim artış hesaplandığı halde bu oran %10’da kalmış ve yılda % 1,5 olarak nüfus artışının da altında seyretmiştir.
1974’ün sonlarında Rampur ve Dipojpur eyaletlerinde açlıktan ölenlerin sayısı 300 bindi. Hindistan’daki İngiliz emperyalizminin buradaki açlığın başlıca sorumlusu olduğu açıktı. Bunun yanında diğer sorumlular emperyalizmin işbirlikçisi Hindistan tefeci bürokratları, yöneticileridir.
Bunların yanında teknik bakımdan da gerilik ve verimsizlik nedeniyle ortaya çıkan bir tehlike vardır.Mesela pahalı sulama tesislerine rağmen, suyun büyük bölümü yerine ulaşmadan kaybolup gitmektedir. Suriye başta olmak üzere birçok Orta Doğu ülkesinde de böylesi tesisler çoktur.
Bol yağmur suyu alan Bangladeş’te açlık tehlikesi vardır. Zira kurak mevsimlerde toprakların ancak %5’i sulanabiliyor.
1990 yıllarda bile dünyanın birçok yerinde açlık tehlikesi gizli değil, apaçık olarak yüzünü gösterdi. Somali’de, Nairobi’de gerek zaten var olan gerekse kargaşalıklar ve yönetimlerin başarısızlığı yüzünden ortaya çıkan açlık, bu tehlikenin savsaklanmaması gereğini bir kere daha gösterdi. Açlık günümüzün de problemi olarak en somut yüzüyle ortadadır ve hepimizin tedbir almasını gerektirmektedir. Açlık tehlikesi için bugünden tedbirler alınmazsa, gelecekte bu tehlikeye karşı hiçbir tedbir geçerli olmayacaktır.
Roma toplantısına (Roma Kulübü) verilen rapora göre İki binli yıllarda 500 milyon çocuk açlığa terk edilecek ve öleceklerdir.
Güney Asya’daki nüfus artışı böyle devam eder ve dünya düzeni bugünkü işlerliğini ve fonksiyonlarını yürütürse 500 milyon ton tahıl açığı ortaya çıkacaktır ki, hiçbir yardım programı o vakit, asla bu miktara ulaşamayacaktır.
Bir yıllık silahlanma masraflarının onda biri açlık tehlikesiyle savaşa harcansa bugün insanlar açlıktan ölmez ve dünya lanetlerin okunmadın bir dünya olabilir hiç olmazsa…
Nasıl bir dünya içindeyiz Yeni Dünya Düzeninde?… Bir yanda oburluk, alabildiğine tüketim köleliği… Bir yandan açlık… Her yıl 5 yaşın altında 12 milyondan fazla çocuk ölüyor, yeterli beslenememekten. 2000’e 5 kala 750 milyondan fazla insan beslenme düzeyinin altında yaşıyor.
GIDA VE TARIM ET VE TIRNAK GİBİDİR
Birçok yayın organında zaman zaman tonlarca meyve sebze ya da endüstri bitkisinin denizlere döküldüğü, yakıldığı şeklinde haberler, fotoğraflar yayınlandığını görürsünüz. Otuz kırk yıl içinde işleme sanayii öyle gelişti ki; üretilen tarım ürünlerinin yarıdan fazlası artık işlemeye alınıyor Bizde de tonlarca tarımsal ürünün beklenen fiyata satılmadığından denize döküldüğüne yakın geçmişte çok şahit olmuşuzdur.
Gıda ile tarımsal ürün birbiriyle çok yakından ilgili. Zaman zaman birbirleriyle ara kesit yapmaktadır. Sanayi geliştikçe kentleşme gelişti. Gıda maddesi üretimi de tüketici belirgin olarak birbirinden ayrılmaya başladı Şehirleşmenin ve sanayileşmenin gelişimi kent kültürünü yaygınlaştırdı ve kentlileşme sürecini de hızlandırdı. Bu da gıda maddelerinin giderek daha işlenmiş ürünler olması sonucunu doğurdu.
Birçok ülkede tanım ile gıda birlikte anılmakta ve gıda ürünleri ile tarım arasında teşvikten, mevzuata kadar, organizasyonlardan ticarete kadar sıkı bir koordinasyon bulunmaktadır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığımızın hazırladığı Gıda Yasa Taslağı nihayet yürürlüğe konulmuştur. Gıda maddesi ticaretinin ve gıda teknolojisinin gıdalarda kontrol ve denetim yolunda gelişmelerin olmasını şart koşulmaktadır.[10]
Gerek üretim ve işleme gerek pazarlama aşamalarında ürün ve kalite kayıplarının önüne geçmek hem üretici hem sanayici hem de tüketici için önemlidir, İşte bu bakımdan altı ayrı kuruluşun kendi uhdesinde kabul ettiği gıda kontrol ve denetimi konusunda artık, Bakanlığın yetkili; diğer ilgili kuruluşlarla da koordineli olarak sorumlu ve mücehhez kılınması hem üretici hem sanayici hem esnaf hem de tüketici için hayati önem taşımaktadır.
Gıda kontrolü bütün bu kesimleri ilgilendirmekte ve korumaktadır. Denetimin zayıfladığı zamanda ve mekânda haksız rekabet artar, bu da üreticiden tüketiciye herkes için güvensiz ortam yaratır. Kontrol deyince pazarda nihaî aşamada yapılan kontrolden ziyade; üretimden işlemeye, taşımadan pazarlamaya kadar her aşamada oto-kontrol ile birlikte denetim anlaşılmalıdır.
Üretici ile tüketicinin doğrudan karşılaştıkları mahalli pazarlarda denetim belediye zabıtası tarafından yapılmaktadır ve burada fiyat kontrolü daha önemli olmaktadır.
Oysa ülke düzeyinde, her sektörde ve her kesimde gıda kontrol ve denetiminin halk sağlığı, tüketicinin korunması ve bilgilendirilmesi, gıda maddeleri ticaretinin adil olması, kalite kontrolleri, haksız rekabetin önlenmesi, standardın yükseltilmesi gibi birçok temel konuyu ilgilendirilmesi bakımından fonksiyonları ve hedefi daha büyük ve karmaşıktır.
AT’NA UYUM VE TARIM ŞURASI
Bunun için özel ihtisas mahkemelerinin kurulması yanında Üretici, işleyici, pazarlamacı ve tüketici kesimlerinden ve ilgili kuruluşlardan temsilcilerin de oluşturacağı AT’dakine (AB) benzer komite ve komisyonların da oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bu aynı zamanda katılımcılığı artıracak ve sorumluluğun paylaşımını sağlayacaktır. “Tarım Şurası” bu konuda öncülük edebilecektir.
Türkiye, tercihini gelişmekten, katılımcı demokrasiden, çoğulculuktan yana zaten koymuştur. Mesele insan gücü bakımından, ürün bakımından, sosyal ve ekonomik hayat bakımından insana yakışır standardı ve yarının düzenini yakalamaktır. Artık tarımsal ürünlerin tarladan, bahçeden çıktığı gibi tüketilmesi giderek azalmakta ve bu aynı zamanda ekonomik de olmamaktadır.
Gelişmiş ülkelerde gıda maddelerinin %60’ı teknolojik işlemlere tabi tutulmaktadır. Bu oran bizde %30’u bulmamaktadır. Bazı ilim adamlarımız gıdaların elde edildiği gibi tüketildiği durumlara müsbet yaklaşmaktalarsa da tarımsal ürünlerin işlenmesindeki oranların yükselmesi hem kaçınılmazdır ve hem de bu bir gelişmişliğin ifadesi olduğu kadar ekonomik verimliliği de artırıcı aynı zamanda tarımsal kalkınmayı da motive edici bir özelliktir.
Şimdi önümüzde AT’nın gıda ile ilgili önemli bir mevzuat birikimi var. Türkiye, Topluluğa girilsin girilmesin hazırlıklarını tamamlaması lazımdır. Bu, yeni alternatif pazarlar ve sıkı ilişkide olmamız gerektiği gerçeğini kimsenin inkâr edemediği yeni Türk Cumhuriyetleri bakımından da hayati önem taşımaktadır. Şu unutulmamalıdır ki, AET’i, AT yapan ve üye ülkeler arasında uyumun hızla yaygınlaşmasını sağlayan en somut adımlar Ortak Tarım Politikası, Ortak Piyasa Düzeni ve Gıda Mevzuatındaki uyum ve harmonizasyon çalışmaları olmuştur. Tabii ki Topluluk’daki gelişmelerde mevzuat kadar onu hazırlayan ve uygulayan üreticiden tüketiciye kadar her kesimin temsil edildiği organizasyonlar da büyük pay sahibidir.
Gerek tarımsal üretimi geliştirmek gerekse bunların işlenerek gıda maddeleri olarak pazarlanması yoluyla hem yeni katma değer yaratmak hem de verimliliği artırarak her iki sektörde de çalışanların gelir seviyelerini yükseltmek ve gerekse tüketiciyi korumakla birlikte kalite ve standardın yükseltilmesi yoluyla dış pazarlarda yerimizi almak için Gıda Yasasının yürürlüğe girmesi hayırlı olacaktır. Bunun yanında özel ihtisas mahkemeleri, Bakanlığa bağlı Kontrol Zabıta Teşkilatı, çeşitli kesimlerden temsilcilerin oluşturulacağı komite ile birlikte Kontrol laboratuvarlarının teknolojik ekipman ve eleman yönünden geliştirilmesi gibi konuların da ivedilikle yasa ile birlikte ele alınması çıkan yasanın sağlıklı uygulamasına güç katacaktır.[11]
- YILINDA FAO VE MUHASEBE
50 yılı geride bırakan FAO ve diğer uluslararası kuruluşların, bu arada da “iğne-çuvaldız” meselesinde olduğu gibi kendimizin de muhasebesi gerekmektedir. Neden? Türkiye gerek ABD’li “Think Tank” kuruluşları gerekse istihbarat örgütleri gerekse uluslararası kuruluşlar için Yeni Dünya Düzeni(!)’nde dikkate değer ülkedir ve bölgesel güç olma yakındadır. Ya onlar stratejilerini Türkiye’ye paralel kılacaklardır, ya da başka tezgâhlar hazırlayıp önünü tıkayacaklardır. Her iki yol ve onlardan türeyenler içiçe de olabilir.
CIA‘ye rapor veren stratejist Dr. Stephen C. Pelletiere “Birçok kişi Türkiye’nin bir altın çağın eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Gerçekten de Türkiye’nin önünde birçok fırsat vardır. Örneğin Ankara yeni inşaa ettiği Atatürk Barajı’ndan elde ettiği suyu satarak zenginleşebilir. İçerisinde İsrail ve Kuveyt’in de bulunduğu birçok Orta Doğu ülkesi böyle bir su kaynağıyla bağlantı kurmaya can atmaktadır. Bunun haricinde bölge çapında bir elektrik ağı kurma görüşleri de ortaya atılmaktadır.[12]
Bölgede kavga sürdüğü müddetçe bunların hiçbiri gerçekleşmeyecek diyen Pelletiere “önerdikleri alternatif çözümün gündeme geleceğini” ileri sürmekte ve “hem Avrupa’da hem de Türkiye ve Irak’ta Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde Türkiye aleyhtarı faaliyetler ortaya çıkacaktır. Bu da Ankara’nın sınırlı ekonomik kaynaklarını Kürt sorununu bastırmak için kullanması anlamına gelmektedir” görüşündedir.
Türkiye’nin bölgesinde önder ülke olması Washington’un çıkarlarına da uygun düşmektedir diyen ABD Stratejik Araştırma Enstitüsü uzmanları “fakat Türkler iddialarında aşırıya kaçarlarsa ve Türkiye yeni düzenin sınırlarını çizmede başarısız olursa, Ankara’nın dışarıdaki varlığını destekleyen Washington, Türkiye’nin daha sonra konumunu sürdürmede gösterdiği başarısızlıklardan sorumlu tutulacaktır” görüşündedirler. ABD’nin anahtar stratejik ortağı olan Türkiye’nin durumu ABD’nin ulusal çıkarları ile doğrudan ilgilidir.
Ama unutmayalım ki gerek ABD gerekse ona payanda olan uluslararası kuruluşlar Türkiye üzerindeki tezlerinde içiçe ve birbirine zıt senaryoları aynı anda çalıştırabilirler. Bu yüzden Türkiye gerek bölgede gerekse uluslararası arenada kendi senaryolarını üretebilmelidir.
[1] Peter Drucker, Yeni Gerçekler, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1993
[2] Ivan Illich, Şenlikli Toplum, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994
[3] Prof. Dr. Samuel Huntington Har vard Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı olup, meşhur “Medeniyetler Savaşı” tezinin sahibidir.
[4] . John Bulloch, Adel Darwish, Su Savaşları-Ortadoğu’da Beklenen Çatışma, Altın Kitaplar, İstanbul 1994.
[5] Dr. Müh. Neşet Akmandor, Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, Prof. Dr. Hasan Köni, Orta Doğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayını, 1994 Bahattin Karakaya, Dünya’da ve Ortadoğu’da Su Meselesi, Türkiye 1.1.1994-7.1.1994.
[6] Faruk Mortaş, Sürdürülebilir Tarım-Çevre ve Su Yönetim İçin Politika ve Stratejiler, Tanım ve Köy, Sayı: 99, Ekim 1994.
[7] Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu, GAP Ortadoğu Barışının Anahtarıdır – Röportaj – Tarım ve Köyi Sayı: 104 Temmuz-Ağustos 1995.
[8] Ivan Illich, age.
[9] Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu, Ziraat Mühendisliği Dergisi Temmuz 1992.
[10] Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu, Açlık, Yeni Hafta Gazetesi Mercek İlavesi Özel Sayı 13. Dünya Gıda Günü. 16 Ekim 1993.
[11] Roma Kulübü Raporları
[12] Dr. Stephen C. Pelletiere, MGK Yayınları, 1995.