Hep bana, hep bana diyenleri ölüm dahi korkutmuyor. İhtimal ki, Allah’tan korkuları da yok. Kim öldü, kim kaldı, kim çırpınıyor, kim boğuldu. Kim feryat etti, kim inledi. Kim dibe vurdu. Kim bir bardak su istedi. Kim Allah rızası için bir lokma ekmek dedi duymuyorlar, görmüyorlar.
Bizi ayakta tutan, birbirimize bağlayan ne kadar, güzel haslet varsa, kopmaz diye adlandırdığımız bağ varsa birer ikişer kopmaya başladı. Kendi kendimize yabancı olduk…
Kardeştik hasım olduk, düşman olduk. Selam verirken, muhabbet ederken, çarpışır olduk.
Barışın el birliği ile boğazını sıktık attık bir kenara…Barış diye uzattığımız eller, gerçek niyetimizi gizleyemiyor artık. İşin aslının astarının ortaya çıkması için fazla beklemeye gerek dahi kalmıyor.
Bize gerçekten bir şeyler oldu. Dengemiz kayboldu…Kimyamız alt üst…Kendimize gelemiyoruz. Toparlanamıyoruz…
İnsanı yaşatmak gibi ortak bir paydada buluşamıyoruz. Hatta git gide uzaklaşıyoruz.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü şiar edinmeyen kalmadı. Şeyh Edebali’den ilham alan alana… Süleymanşah oğlu Ertuğrul’un, Ertuğrul oğlu Osman’ın izlerinden gidiyoruz diyenleri saymıyoruz bile…
Bilge Kağan diye çıktık yola…Fakir Milletimizi zengin edecektik. Bolluk ve refah içinde yaşatacaktık! Lakin, her ne olduysa yolda oldu.
Göç gide gide düzelir diye yaygın bir sözümüz vardı…Göç gide gide düzelmedi, düzelemedi. Aşığın dediği gibi, “Boz bulanık sele, düzen tutmaz tele döndük…
Şimdi öyle bir yerdeyiz ki…Yarı yolda bırakılmış, unutulmuş, yaşama sevincimizi kaybetmiş, psikolojisi fena bozuk bir hal ve ahval…
“Aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor” demiş ya Aşık. Aynen bizi anlatmış. Daha ne desin, daha nasıl anlatsın?
*****
Laf duman misali uçtu gitti. Lafın ne ehemmiyeti kaldı ne de kıymeti harbiyesi…İnsanı yaşatmak denen o kavram artık son raddesinde…Yaşamak buysa denmiş ya…Yaşamak bu değil, yaşatmakta…
Sadece mesele bu kadar da değil…
Bakması, görmesi ve engel olması gerekenlere ulaşan bir şey yok.
Biz altın altı bir alemde, onlar çok daha farklı üstün üstü, daha da üstü bir alemdeler…
Eskiden duyulan sesimiz, ulaşan haberimiz varken…
Şimdi ulaşmasın diye, duyulmasın diye aralara duvar örmüşler, kapı koymuşlar, her kapı ardına masa dizmişler.
Nasıl mı yaşayacak insan?
Buna yaşamak denir mi?
Hayat mı bu? Yaşamak mı?
Diyerek…
Sonra da diyecekler ki…
Herkes halinden o denli memnun ki, ortalık güllük gülistanlık…
Yalandan kim mi ölmüş?
İşin o tarafını da siz bilirsiniz artık…
*****
Kol öyle bir kırıldı ki…O kırılan kolu, kapatacak, örtecek, gizleyecek bir yen kalmadı.
Nedir yen?
Eski dilde elbise kolu. Kişinin kolunun ne olduğunu göstermeyen bollukta olurdu…
Yen denilen o elbise kolu lime-lime…Bazen de paramparça…
Kolu saklayan yen isyan etti, vazgeçti yen olmaktan. Kol, Deli Bekir’in yakası gibi…
Kol kırılır yen içinde kalır denen o söz anlamını da yitirdi itibarını da…
Kadın ölümleri patladı…O kadar çok kadın öldürüldü ki…Eli kanlı caniler, gözü dönmüşler sokaklarda…Hayat söndürenler ne kadınlara acıyor ne çocuklara…Kadınları herkesin içinde öldürenler, işi o kadar çok azıttılar ki, artık ne kanun tanıyorlar ne yasa ne ahlaki değerler ne edep ne adap…
Kadınlarını ve çocuklarını bu vahşi saldırılardan koruyamamak ne demektir düşünebiliyor musunuz?
Derdimizi ummana döktük, umman almadı…Vardık Marko Paşa’ya anlatmaya, çaldık kapısını, dediler ki, onun bu dünya ile ilişiği kalmadı.
Zil çaldık duyan olmadı…Kapı çaldık açan olmadı… Masa-masa dolaştık bakan olmadı…
Derdimizi anlatamadık, kadınları çocukları yaşatamadık…
Çare biçare, biz biçare. Çaresiz dertlere düşmeyi daha nasıl anlatalım, daha nasıl anlatsın kadınlar, garibim çocuklar? Ölmeye, öldürülmeye devam mı etsinler?
*****
Eğer insan yaşamazsa, yaşatılamazsa diye başlayan kocaman kelamlar edilmişti…
Ne mi oldu?
Yarı yolda kaldı insanlar.
Dağıldılar…
Savruldular…
Bilinmez rüzgarlar kimini uçurumdan aşağıya attı. Kimini çıkmaz sokaklarda duvarlara çarptı. Kimini dağlara taşlara vurdu bayılttı. Kimi kendini dibin dibi denilecek yerlerde buldu.
Yaşayacaktı insanlar yaşamasına da…
Yaşama hevesleri, yaşama sevinçleri yarım kaldı…
O sevinçleri el aldı, yel aldı, sel aldı…
Elimizde hüsran kaldı… Elem kaldı…Keder kaldı…Efkâr kaldı…
Kendi insanımızı yaşatamadık…
Oysa ne sözler vermiştik…
Aralarda birkaç kez oh diyen milletin, ahları, feryatları, inlemeleri arşı tuttu.
*****
İnsanımızı yaşatamıyoruz. Ölüyor insanlar. İnciniyor, kıyılarda köşelerde unutuluyor.
Ne kırdığımıza bakıyoruz ne unuttuğumuza…Hatırlamıyoruz bile…
Tacizler patladı…Soygunlar, yol kesmeler, tehditler patladı…Açıklamalar, derde derman olmayan mesajlarda öyle…Vergiler patladı…Zamlar patladı…İşsizlik patladı…Güvensizlik patladı…Sokağa dökülen hak arayanlar patladı…
İnsanlar yaşamak istiyor. Huzur istiyor. O güvendiği dağları geri istiyor.
Korkmadan, ürkmeden gecenin hangi vakti olursa olsun evine gidip gelmek istiyor.
Hak ettiği ne varsa geri istiyor…
Çünkü bunun adı yaşamak değil…
Biz böyle bir hayatı yaşamayı hak etmiyoruz diyenleri yok mu bir duyacak?
Bu mu insanı yaşatmak? Hani nerede verdiğiniz sözler?
Biz mi çıkardık enflasyonu, hayat pahalılığını diyenleri duyan yok…
On iki bin beş yüz lirayla, on yedi bin iki lirayla geçinin demek, ardından da enflasyona ezilmediniz, ezdirmedik hiçbirinizi demek hayal kırıklığına uğrattı insanları…
Hiçbir gündem insanı yaşatmaktan daha önemli değil.
*****
Hz. Mevlânâ’nın “Olma keser gibi hep bana, hep bana” sözünü “keser gibi ol” diye yorumlamışlar. Testere gibi ol, bir sana, bir bana kısmını da silip atmışlar.
Günümüz hep bana, hep bana diyenlerin bitmez tükenmez iştiha ve açgözlülüğünün elinde esir.
Hep bana, hep bana diyenleri ölüm dahi korkutmuyor. İhtimal ki, Allah’tan korkuları da yok.
Kim öldü, kim kaldı, kim çırpınıyor, kim boğuldu. Kim feryat etti, kim inledi. Kim dibe vurdu. Kim bir bardak su istedi. Kim Allah rızası için bir lokma ekmek dedi duymuyorlar, görmüyorlar.