Ölümünden sonra Rasim Özdenören’in romanı Gül Yetiştiren Adam’dan sıkça bahsedildiğini görüyorum. Bizim Türk Edebiyatı Dergisi’nin son sayısında da vardı. Böyle bahsedilmeler de edebî değerden çok içine düştüğümüz çarkın işleyişiyle ilgili. O ayrı. Ben bu romanın adından çağrışımla halimizi düşündüm. Rasim Bey hayatta olsa, eski günlerdeki gibi konuşsak, “Hayır Abi biz papağan yetiştiriyoruz” demek isterdim.
Evet papağanlık en yüksek değer haline geldi. Anlamadan ezber kutsaması her alana yayıldı. Dine, Kur’an’a bakışımızda bu anlamadan kabul vardı. Şimdi tek değer haline gelme yolunda teşvik ediliyor. Tek başına Kur’an Kursları furyasından bahsetmiyorum. Neredeyse temel eğitim politikası gibi uygulanan bir düşünce düşmanlığı var. Bütün hayatımıza yayılan slogancılığın “ya yuh ya alkış”ı, düşünceyi kovan bir dayatma halinde boğazımızı sıkıyor.
Geçmez zelzele
Başımıza getirdiğimiz bir zelzeledir. Zelzele uzun sürmez. Bizde yıllar yılıdır bu sarsıntının devam etmesi şaşırtıcıdır. Yaşadığımız zelzeleyse tabiata da terstir diyecekler bu bakımdan haklıdırlar. Sıkça, uğradığımız bir hipnozdan bahsediyorum ya, bu da bir göstergesidir. Biraz geri çekilip bakabilenler için dehşetle eşdeğer bir durumdur. Kanıksayanlar, herhalde toprağın normal hareketi bu devamlı sallanmadır diyenler günden güne artıyor. Her türlü yıkım normalleşiyor.
Yapacak bir şey yok duygusu yerleşiyor. Yaşadıklarımızı tabiat hadisesi gibi görenler, perdenin önünde arkasında oynayanları masum ve masun(dokunulmaz) saymaya nasıl oluyorsa devam ediyorlar. Olanlara kimimiz felaket diyor, kimimiz iğne kendine batınca sövüyor sayıyor ve amigonun sesinden duyulan ezberle “lânet dış güçler” feryadına sarılmaya alıştırılıyor, kimimiz toptan bir kabulle “Allahtan geldi” deyip boyun eğiyor. Sarsıntıyı yaşatan insan eli, bulandırdığı suda balık avlamaya, yapacağını yapmaya devam ediyor. Biz de boğulmaya, soyulmaya devam ediyoruz.
İllüzyonlar diyarı
Soyut ifadelerle anlatmaya mecbur kaldığımız durum tam da böyledir. Hayatın apaçık gerçekliği, gece ve gündüz kadar açıkken bizi masalsız masallara itebilenler büyük zekâlar olsalar şaşırmam. Küçük akıllı kurnazlar elinde koca milletin oyuncak edilmesine yanıyorum.
Fetullah Gülen örneğini gördük. Daha dün Menzil’de neler yaşandığını gördük. Şeyh babalarının ölümünden sonra üç oğul, üç ayrı camide şeyhlik edecekmiş. Amca da başka bir baş olacakmış. Yapacakları işlere bakın diliniz tutulur: Dördü de daha önce verilen tövbeleri iptal etmişler. Yeniden isteyeceklermiş. Allah Allah! Bu nasıl iş? Hristiyanlığın tekli günah çıkarmasını, toplu günah çıkarma seanslarına dönüştürmek gibi bir şey. Şirketlerin CEO’ları kimler olacak belli değil. Saymaya sıkılacağım, utanacağım daha neler… Ve bunun adı da din ve dindarlık.
Böylesi yaşanmadı
Böyle böyle ne olsa şaşılmayacak bir ortama düştük. Kanunlar, kurallar yine bir yerlerde yazılı duruyor. Uygulanmıyor ve istendiğinde hükümsüz hale gelmesi haber bile olmuyor. Oyunun kuralları değişti diyebilsek, doğrusuyla yanlışıyla bu da bir ölçülülüktür. O da yok. Bu yaz-boz düzeninde başka bir toptancılık geldi. Akşamdan sabaha değişmeyecek kural kalmadı. Kriz devamlı hale geldi ve kargaşa, belirsizlik, öngörülemezlik kural oldu. Her an her şey değişebilir. “Eskiden de yanlışlar, eksikler, usulsüzlükler olurdu..” deyip geçemeyiz. Böylesi hiç yaşanmadı.
Olanı görmüyoruz, göreceğiz. Gözümüze baka baka bir ters inkılâba girişildi. Siyaset etme kültürü değişti diyemiyorum. Dinden geçinen dindışılıkla kültürsüzlük kutsallaştı. Nasıl bir kutsallıksa… Yarının araştırıcıları, sosyologları tarihin benzerini az gördüğü bir toplum ve siyaset mühendisliğinin kurgusunu analiz edecekler.
Din mi dediniz?
Mehmed Âkif Ersoy büyük bir kafa. Büyük bir öncü, uyarıcı. Bu konularla çok uğraştı. Dini yapıların halkı bozması karşısında feryad etti. İyi ki bugünleri görmedi. Bozulmanın geldiği yeri görse neler derdi neler… Şiirlerini söylediğinde, kürsülerde konuştuğunda halkı uyutanlar rahatsız oldular. Medrese, cami ve dinden geçinenlerin merkezleri sesini duyurmamak için ne lazımsa yaptı. Dikkat edin Âkif’in İslamcılığı, dünün ve bugünün İslamcıları tarafından sevilmez. Necip Fazıl’dan Fesli’ye, Rasim Özdenören’e ve onları takip eden siyasilere kadar pek çoğu Âkif hakkında neler neler dedi.
Mehmed Âkif, bu anlayışların dine uymadığı kanaatindedir. Feryâd ediyor:
Âh o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;
O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni?
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
Müslümanlık mı dedin? … Tövbeler olsun, ne demek!
Çok açık söyleyişleri var ki bugün söyleyeni hemen susturmaya kalkarlar. Bizim geçmişlerimiz için Kur’an okuma âdetimiz var. Düşününce fena bir şey olmadığı açık. Fakat öyle bir hale geldi ki artık abartmalarımızla o masum ve hatta güzel işi çığırından çıkardık. Anlamadan tekrarı, yüzünden okumayı, papağanlığı kutsallaştırdık.
Bünye zayıf düşünce
Yüz yıl önce böyle değildi. Çünkü dini yaşayış gelenek çizgileriyle devam ediyordu. Gelenek görenekler bu şekilde tırpanlanmamış, bu darlık yaygınlaşmamıştı. Prof. Dr. Mete Tunçay’ın dediği gibi, “IŞİD Müslümanlığı Osmanlı tarihinde hiçbir zaman yoktu. Bugün bazı İslamcıların gerçekleştirmek istedikleri şey eskiyi diriltmek değil, yeni bir şey icat etmek.” (Hürriyet’e verdiği mülakat, 10 Temmuz 2016) Bu çok önemli bir meseledir ve maalesef konuşmuyoruz.
Yüz yıl öncesine kadar yaşama kültürümüz kuvvetliydi. Bu anlayış egemen değildi. Egemen değildi ama egemen olma yolunda epeyce mesafe almıştı. Sade vatandaş üzerinde etkileri günden güne artıyordu. Yenileşme döneminin değişmelerine karşı durmak da onlara alan açıyordu. Önemli bir meseledir. Halkı kandırmak için okumuşlarla açılan arayı kullandılar. Böyle böyle semirdiler.
Söylemiştim, Cihan harbi ve devamında Türk İstiklâl Savaşı sırasında İngilizlerin ajanlarının yüzde doksanı bu dinden geçinenlerdi. O zaman devlet ve millet hayatı için en zayıf halka bunlardı. Bugün de onlar olduğunu Fetullah örneğinde olsun görmemiz lazımdı, görmedik, anlamadık. Aldanmaya, aldatılmaya devam ediyoruz. Yoksa hâlâ onlara prim verir miydik?