Bu yazı, Atsız Burucu’nun “Hüznün Akıllı Çocukları” adlı denemesinden alınmıştır ve hüzün ile zekâ arasındaki karmaşık ilişkiyi ele almaktadır. Yazar, Çinli filozof Bukowski’ye atıfta bulunarak, anlamanın genellikle bir bedeli olduğunu ve artan bilginin kişide bir ağırlık yarattığını ileri sürüyor. Metin, hayatın hakikatini kavramanın insanı yorması nedeniyle derin düşünen insanların yorgun, suskun ve mesafeli olduğunu öne sürmektedir. Ayrıca, sevginin bile ölçüsüz yakınlıkta yakıcı bir tehlikeye dönüşebileceği ve gerçek olgunluğun mesafeyi bilmekten geçtiği vurgulanıyor. Son olarak, hüzünlü bir zihnin kaderinin karanlık olmak yerine hayatı daha incelikli bir şekilde anlamak olduğu ve meselenin hüznü yok etmek değil, onu taşıyabilen bir kapasite geliştirmek olduğu belirtiliyor.
İnsanın kendine dair en acı keşiflerinden biri, hüznün çoğu zaman zekâyla el ele yürüdüğünü fark ettiği andır. Bukowski’nin o meşhur sözü –“Hüzün zekâdan ileri gelir”– öylesine söylenmiş bir cümle değildir. Aslında oldukça basit bir gerçekliği çıplak bırakır: Anlamak, bedel ister. Ne kadar çok bilirsek, bilginin taşıdığı ağırlık da o kadar artar.
Kimi insanlar vardır, kalabalıkların arasında sessizce yürürken yüzlerinde ince bir buğu taşırlar. O buğu, yaşadıklarıyla öğrendiklerinin yaptığı ortak bir kamburdur. Hayatın çıplak hakikatini kavramak, insanı ferahlatmaz; aksine, çoğu zaman içerde bir yerleri yorar. Belki de bu yüzden, her şeyi anlamaya çalışanlar eninde sonunda bir noktada susar. Çünkü kavrayış büyüdükçe, iç huzur küçülür.
Dikkatle bakarsanız, gözleri dalgın dolaşanların bir kısmı kırgın olduğu kadar uyanıktır da. Hüzünleri, bir tür zekâ izidir. Dünyayı yalnızca yaşamakla kalmayıp fark eden insanların izleri.
Bu fark ediş bazen bir ilişkide, bazen bir dostlukta, bazen bir kayıpta kendini gösterir. En çok da insanın kendine dokunan ilişkilerde… Bir gün biri, ateşi neden yaktığını sorar. “Çünkü çok yaklaştı,” dersiniz. Yakınlık, çoğu zaman en büyük tehlikedir; çünkü sevgi ölçüsüz kalırsa, bir kor gibi yakar. Sevginin bile kendi mesafesi, kendi sınırı, kendi ayarı vardır. Aksi hâlde olan biten, iki insanın alevler içinde kül oluşudur.

Ateşe, “Neden onu yaktın?” demişler. “Çünkü çok yaklaştı” demiş. “Ama seni sevmişti” demişler. “Sevgi mesafeyi bilmezse, küle çevirir” demiş.
Sevgi, yakmadan da var olabilir. Fakat bunu herkes bilmez. Bazıları yaklaşmayı bağlılık, mesafe koymayı ihanet sanır. Oysa gerçek olgunluk hem kendini hem karşısındakini koruyabilen bir dengeyi taşır.
Hüzünlü zihinler bu dengeyi bilir. Bu yüzden yorgundurlar. Bu yüzden derinlerdir. Bu yüzden suskundurlar.
Ama bir gerçek daha var: Hüzün zekâdan doğar ama insanı tüketmek zorunda değildir. Fark eden, hisseden ve düşünen insanın kaderi karanlık olmak değil; hayatı daha incelikli anlamaktır. O incelik bazen yakıcıdır, evet. Ama aynı zamanda insanı büyüten de odur.
Belki de mesele, hüznü yok etmek değil; hüznü taşıyabilen bir omuz, bir akıl ve bir kalp geliştirmektir.