Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Liderlik Mitinin Çöküşü

Liderlik Mitinin Çöküşü

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Günümüzde “liderlik” kelimesinin içinin boşaltıldığını, sosyal medyada parlatılan, parlak ama içi boş bir “plastik oyuncak” haline geldiğini savunur. Plazalarda, iki-üç yıl deneyimli herkesin süslü unvanlarla (“dönüştürücü lider,” “duygusal zekâ lideri” vb.) “lider” olduğunu ve bunun modern kurumsal kültürün bir hayaleti olduğunu belirtir. Modern liderliğin çoğu zaman steril ofislerde sahnelenen bir tiyatroya, klişe motivasyon cümleleriyle (“Biz bir aileyiz” gibi) yürütülen otoritenin süslenmiş haline indirgendiğini ifade eder. Bu durumun, içsel bir yetkinlikten çok, kişisel markalaşma ve bir pazarlama stratejisi olduğunu öne sürer. Gerçek liderin kendini lider olarak sunmayacağını, liderliğin kriz anında ortaya konan iradede, öncülük etmede, örnek olmada ve başkaları adına inisiyatif almada saklı olduğunu vurgular. Antik Yunan ve Roma’da “lider” figürünün değil, “logos” (söz, akıl, adalet) gibi kavramların veya trajik oyunlardaki hikâyelerin önemli olduğunu; Türk-İslam geleneğinde ise yöneticiliğin (Kağan/Han/Padişah) kişisel karizma değil, kutsallık ve adaletle yoğrulmuş bir görev olarak algılandığını belirtir. Sahte liderlikten kurtuluşun, liderlere duyulan ihtiyaçtan sıyrılmakla, konfor alanını terk etmekle ve kişinin kendi içine dönerek, “Kendini bil” felsefesiyle kendi yolunu bulmasıyla mümkün olacağını söyler. Hakiki özgürleşmenin, bu plastik putların sunduğu sığ sloganları reddederek kendi varoluşunun çıplak gerçeğiyle yüzleşmek olduğunu savunur.

 

Sosyal medyanın dijital vitrininde parlayan “liderlik” kelimesi artık bir tür plastik oyuncak gibi: Çin’de üretilmiş, üzerine “vizyoner” etiketi yapıştırılmış, parlak ama içi boş. Plazalarda süslü kıyafetlerle dolanan, şatafatlı sözlerle kapitalizmin nimetlerinden faydalanan herkes bir anda “lider” oldu; öyle ki artık kimsenin “çalışan”, “işçi”, hatta “insan” olduğuna bile rastlayamıyoruz. Saygın üniversitelerden mezun, diploması gerçek ya da değil (artık ikisi arasında görünürde bir fark kalmamış gibi duruyor), iki bilemedin üç yıl iş deneyimine sahip herkes “dönüştürücü lider”, “stratejik lider”, “duygusal zekâ lideri”, hatta “kısa kahve molası lideri”… Bu kavram, Nietzsche’nin çoktan gömdüğü, kitleyi uyutan ve kendini “uyanık” addeden sürü psikolojisinin, modern kurumsal kültür dekoruyla yeniden canlanmış hayaleti gibi.

Günümüzde liderlik dedikleri şey, çoğu zaman steril ofislerde sahnelenen bir tiyatro. Kostüm: takım elbise, beyaz gömlek, süslü elbiseler, havalı tavırların rüzgarında yayılan parfüm kokusu. Dekor: PowerPoint slaytları eşliğinde bitmek bilmeyen toplantılar. Diyalog: klişe motivasyon cümleleri: “Takım çalışması başarının anahtarıdır,” ya da  “Başarı bir yolculuktur, varış noktası değil.” En can alıcısı da şu: “Biz bir aileyiz.” Perdeler kapanınca geriye kalanlar, ücretli kölelik, tükenmişlik sendromu ve şeffaf cam duvarların ardında büyüyen görünmez zincirler.

Liderlik” adı altında pazarlanan şey aslında otoritenin süslenmiş hali. Birinin “liderim” demesi, Lacan’ın deyimiyle “Büyük Öteki”ye yazılmış bir yakarıştan başka bir şey değildir: beni görün, beni onaylayın, beni alkışlayın. İşin ironisi, ne kadar “önce insan,” diye çırpınıp dursalar da bu “liderlerin” çoğu kendini bilmekte, susmayı öğrenmekte ya da başkasıyla hakiki bir bağ kurmakta zayıflık gösterir ve en temel insani becerilerde çuvallar. Onlar için liderlik bir içsel yetkinlik değil, pazarlama stratejisidir. İnsan ruhunun ucuz bir logoya dönüştürülmesi, bir tür kişisel markalaşmadır.

Yapısı gereği hakiki lider, kendini lider olarak sunmaz. Zira önderliğin kendisi, şatafatlı sunumlarda değil, kriz anında ortaya konan iradede, öncülük göstermede, örnek olmada, kolektif acıyı paylaşabilme yeteneğinde ve başkaları adına inisiyatif alabilme cesaretinde ortaya çıkar. Fakat günümüzün “beyaz zekâlı” ikonaları, liderliği bir “kişisel gelişim paketi”ne indirgediler: satın al, uygula, LinkedIn’e yaz, X’te pazarla, Insragram da tıraşla, yapay zekâ desteğiyle CV’ne ekle.

İşte tam da bu yüzden, bugünün liderlik masalı boş bir sahne tozunu andırıyor: burnunuza kaçar, öksürtür, gözlerinizi yaşartır ama sahne kapandığında geriye hiçbir şey bırakmaz.

Liderlik” sözcüğünün kökeni, sanıldığı kadar eski değil. Antik Yunan’da “lider” diye bir figür yoktu; orada yöneticiye, seçilmiş kişiyi işaret eden “archon” vardı. Fakat, asıl önem verilen, sözü, aklı ve adaleti kapsayan “logos”tu. Roma’da da durum aynıydı; Sezar’ın bile kalıcı olan yanı salt kudreti değil, öldükten sonra hakkında yazılan trajik oyunlardı. Yani tarih, “liderlik” kavramını değil, onun etrafında kurulan mitleri yaşattı.

Eski Türklerde ise “lider” kavramı daha çok “kağan” ya da “han” üzerinden şekillendi; bu figür yalnızca askeri ve siyasi gücü değil, “kutdenilen ilahi meşruiyeti de taşırdı. Kağan, göğün iradesini yeryüzüne aktaran bir aracı gibi düşünülür, halkına karşı sorumluluğu “adalet dağıtmak” ve “boyları birleştirmek”ti. Osmanlı’da ise padişah, mutlak iktidarın sembolü olmakla beraber, unvanı “zillullah fi’l-arz” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlanır; yönetme yetkisi dünyevi değil, uhrevi bir zeminle meşrulaştırılırdı. Böylece Batı’daki “liderlik” söyleminden çok farklı olarak, Türk-İslam geleneğinde yöneticilik, kişisel karizma değil, kutsallık ve adaletle yoğrulmuş bir görev olarak algılanırdı.

Sonra modern çağ geldi. Kapitalizm, fabrika bacalarıyla birlikte yeni bir “beyaz yaka aristokrasisi” yarattı. 19. yüzyılda patronlar işçi kitlelerinin alın terini, bir tür “babalık” imajıyla sömürerek kendilerini “lider” gibi sunmaya başladılar. Weber’in “karizmatik otorite” dediği şey, aslında bu maskenin felsefi kılıfıydı. Karizma: bakış, jest, hitabet. Fakat, özünde yine aynı şey: egemenlik ve tahakküm.

Bugün sosyal medya platformlarında gördüğümüz “liderlik” furyası, işte bu uzun tarihin sterilize edilmiş, dijital pazarlama versiyonu. Artık fabrikaların dumanı yok; yerine “bağlantı (networking) kahvaltıları” var. Patronların “karizması” yok; yerine “hikâye anlatım (storytelling) teknikleri” var. Tahakküm, eskisi gibi kaba kuvvetle değil, “empati” ve “vizyon” maskesiyle yürütülüyor.

Marx’ın dediği gibi, tarih kendini önce trajedi, sonra fars olarak tekrarlar. Bugünkü “liderlik safsatası” da tam bir fars. Çünkü burada hiçbir kahramanlık, hiçbir kurucu irade yok; sadece özgeçmiş şişirme, birbirine benzer motivasyon konuşmaları, “asansör konuşması” adı altında boş retorik numaraları var.

Belki de işin en ironik yanı, bu sahte liderlerin, aslında kitleyi dönüştürme becerisinden yoksun olmalarıdır. Tam tersine, bireyleri kendi iç potansiyellerinden koparıp onları “takım oyuncusu” adı altında yeni bir sürüye katıyorlar. Bu sürünün modern adı: network. “Bağlantıların” içinde kaybolmuş, birbirine CV uzatan ama birbirine ruhunu açamayan bir kalabalık.

Gerçek liderlik, işte bu yüzden yok oluyor. Çünkü hakiki liderlik, pazarlanabilir değil; reklamı yapılamaz, CV’ye yazılamaz. O sadece zor zamanlarda, sahici bir kriz anında ortaya çıkar.

Bugünün siyaset sahnesi de bu plastik liderlik furyasından muaf değil. Siyasetçilerin hemen hepsi kalkınma masalları, reform vaatleri, toplumun sinir uçlarıyla oynayan boş sloganlar eşliğinde kendini ”vizyoner” olarak pazarlıyor.  Bir kısmı havalı şirket liderlerinden farksız; süslü cümlelerle halkı uyutuyor, özünde hiçbir şey üretmiyor. Fakat biz bu topraklarda gerçek liderliğin ne demek olduğunu gördük: Mustafa Kemal Atatürk, birileri gibi sarayda oturduğu şatafatlı tahtından mazlum Türk halkına ahkam keserek değil, Türk ulusunun kaderini sırtlanarak sahneye çıktı. O, kendini “lider” ilan etmedi; milletin içinde, en zor anlarda canı pahasına mücadele ederek lider oldu. Bugün hâlâ adı geçiyorsa, sebebi budur: çünkü liderlik pazarlanan bir imaj değil, tarihin en zor anında gösterilen hakiki cesarettir.

***

Geldik faslın en kritik yerine: sahte liderlikten kurtuluş. Çünkü bu plastik putlara sövmek kolay, asıl mesele onların kurduğu gölgeli düzeni nasıl aşabileceğimiz. Sorun, liderlerin kendilerinden çok, onlara duyulan ihtiyaçta yatıyor. İnsan, sürüden kopmak istemiyor; çünkü sürü sıcak, güvenli, tanıdık. Lider dediği de bu konfor alanının bir figürü. Ama özgürleşmek, konforu terk etmekle başlıyor.

Gerçek yolculukta, dışarıdan “liderbeklemek yerine, insan kendi karanlığına inmek zorunda. Nietzsche’nin dediği gibi: “Kendi yıldızını doğur.” O yıldız, sosyal medya platformlarındaki başlıkların parlaklığı değil; kriz anında kendi içinde bulduğun direniş, yalnızlığında bile dimdik kalabilme gücü. Çünkü insan, ancak kendi yönünü bulduğunda, dışarıdaki tüm “vizyon” şarlatanlarına karşı bağışıklık kazanıyor.

Felsefi düzlemde bakarsak, hakiki liderlik, aslında başkalarına hükmetmek değil, kendi nefsine hâkim olabilmekten geçiyor. 

Çözüm çok basit ama hayata geçirmek de bir o kadar zor:

Kendini bil.

Eğer kendi sınırlarını, korkularını, karanlıklarını görebilirsen, başkalarının şatafatlı maskelerine kanmazsın. Çünkü onların parıltısı, senin kendi iç ışığını susturabildiği ölçüde güçlüdür.

Bir bakıma, özgürleşmenin yolu ironiden geçiyor. Onların “liderlik manifestoları” karşısında gülümsemek; o yapay sloganların altındaki büyük boşluğu fark etmek ve sonra sessizce kendi yolunda yürümeye devam etmek gerekiyor. Sığ sloganlarla üretilmiş, nesneleştirilmiş ve özenle pazarlanan plastik liderliği reddetmek tek çıkar yol.

Çünkü en sonunda, insanın yöneldiği şey lider değil, kendi varoluşunun çıplak gerçeğidir. O gerçeğin karşısında, bütün “stratejik vizyon” sunumları, bütün “networking” kahvaltıları sadece ucuz birer illüzyon olarak kalıyor.

***

Yeri gelmişken yine bir kitap ve film önerisi ile devam edelim.

Liderlik illüzyonlarını anlamak için önce felsefi bir aynaya ihtiyacımız var. Byung-Chul Han’ın “Şeffaflık Toplumu” (2017, Metis) kitabı tam da bunu yapıyor. Han, neoliberal çağın insanı nasıl bir “performans öznesi”ne dönüştürdüğünü gösteriyor. Herkesin kendini “proje” olarak sunduğu, sürekli “vizyon” ve “empati” etiketleriyle paketlendiği bu çağda, liderlik denilen şeyin aslında koca bir simülasyon olduğunu ileri sürüyor. Kısacık ama sarsıcı bu metin, sosyal medyanın beyaz zekâlı şovlarının bir nevi felsefi otopsisidir.

Sinema tarafında ise Sidney Lumet’in yönettiği, başrollerinde Faye Dunaway, William Holden ve Peter Finch’in oynadığı “Network” (1976), televizyon dünyasının nasıl bir illüzyon fabrikası olduğunu, reyting uğruna nasıl insan ruhunun pazara sürüldüğünü anlatıyor. Peter Finch’in efsanevi “Çıldıracak kadar öfkeliyim ve buna daha fazla katlanmayacağım!” tiradı, bugünün plastik liderlik sloganlarının karşısında hâlâ en sahici tepkilerden biridir.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.