Abdest almayı, namaz kılmayı sen öğrettin. Namazlarımı kaçırmamaya çalışıyorum, düzenli sabah namazına kalkıyorum, seninle dualarda buluşuyorum, tövbe ediyorum, seccademde huzur buluyorum. Senin hediyen seccadede namaz kılıyorum. Herşeyi bilen, afvı mağfireti sonsuz olan Allah’a yalvarıyorum… Ağlıyorum, ağlıyorum… Hatırlıyor musun bir kurban bayramı öncesinde istersen kurbanlık alalım, komşuda kokar demiştin de, ben evdekilere izah edemem cevabını verince, sen et almam için bana zorla para vermiştin. Her yıl kurbanda eve et almam için para verirdin. Bu kurban bayramında aklıma geldiğinde gözyaşlarımı tutamadım.
“Gönlünde Ay-yıldızlı şehit kanlarıyla sulanmış şanlı Albayrağımızdan başka bayrak taşımayan… O bizim hürriyetimizin, haysiyetimizin, şerefimizin, namusumuzun sembolü…” dediğin, hediyen ay-yıldızlı kolyemi, mesai arkadaşlarım çok beğendiler. Yalnız kalınca aynada ona bakıp, bakıp ağlıyorum, ağlıyorum… Gözyaşlarımı yanımdan hiç ayırmadığım, hatıran, mendilinle siliyorum, mendilinde senin kokun var, kokluyorum, senin kokunu duyuyorum, onu incitmekten korkarak minik bir serçe yavrusunu sever gibi okşuyorum…
Hele o aldığın eşarp var ya! Ramazan’da teravihe giderken örttüğümde herkes çok yakışmış, çok güzel olmuşsun dediler. Ama ben senden duyduğumu birkez daha duymak istedim, gözlerim doldu… Senin sayende oruç tuttuğumda, beraber iftar açtığımızda ne kadar mutluydum, anlatamam. Acaba yine o mutluluğu yakalayabilir miyim? Sen cevap verme! Yine de içimde bir umut ışığı var. Bu umut ışığı ile hüzün ve sevinci bir arada yaşıyorum, yanaklarımdaki iki damla yaşı fark ediyorum. O çok önceki elbiselerim var ya, giymediğim, giymemi istemediğin, kimselere de vermeye kıyamadığım elbiselerim. Onların hepsini de verdim, hem de bir seferde verdim.
Soğuklar gelince senin aldığın uzun montumu giyiyorum. Bot alacaktık da ben beğenmediğim için almamıştık. Şimdilik botum yok, olsun ben alışkınım. Tek maaşımla eve, anneme babama bakmaya da alışkınım. Kış gelince odunumuzu kömürümüzü alırdın da, kimseler bilmezdi, bir ben bilirdim. Kömür kovasını kaldırıyorum dediğimde ne kadar üzülürdün, buraya bir geldin mi kurtulacaksın o kömür kovasından deyişin gözümün önüne geliyor; ağlıyorum, ağlıyorum…
Bu yıl da dersaneye yazıldım, dersane için verdiğin parayı yatırdım. Dersane ücretini ödeyeceğini söylemiştin, geri kalan taksidini soramıyorum artık. Hani onbeş yıldır görüşmediğin Bingöl’lü bir arkadaşın vardı; hanımını hiç görmemiştin, tanımıyordun. Fakat o arkadaşının, hanımına başın sıkışırsa şu beş kişiyi ara dediklerinin içinde sen de vardın. Birgün onun hanımı aramıştı da sen hiç tanımadığın insana yardım etmiştin, ben de sana ne kadar kızmıştım, hiç tanımadığın birine yardım etmeni çok yadırgamıştım. ”Söz namustur, hayattaysan sözünü tutacaksın, ancak yaşamıyorsan sözünü tutamazsın” demiş ve bununla ilgili bir hikaye anlatmıştın. Acaba böyle kaç kişi vardır diye düşündüm. O zaman bir kişiden başka hiç kimse aklıma gelmemişti. Aradan geçen dört yılda da değişen bir şey olmadı. Belki de yıllar geçse de, sözünden asla dönmeyen hep o bir kişi olacak. Biliyorum senin böyle arkadaşların var, benimse bir tek dostum var. Ne mutlu bana; iyi ki onu tanımışım ve sevmişim.
Evde kek, börek yapar, sana getirirdim. O zamanlar elli iki kiloydum daha zayıftım. Sen de bana yedirmeye çalışır, olmadı lokantaya götürür, yemem için ısrar ederdin. Yerken çok mutlu olurdun, tıpkı yaptığım kekleri senin büyük bir iştahla bitirişini izlemek gibi.
Hani ameliyat olup hastanede yatmıştın da sana çorbalar getirmiştim. Yatağında yatarken doğrulamayacak kadar bitkin görünmene rağmen elimi bir mengene gibi tutuşunu, bırakmayışını, kalbimin; kanadı kırık uçmaya çalışan bir serçe gibi çırpınışını, göğsümden lastik top gibi fırlayıp çıkacağını zannetiğim zaptedilemeyecek atışını, asla unutamam. Hemşirenin seninle ilgilenişini,yüreğimi kızgın demirle yakıyorlar zannedip, nasıl kıskandım, sana eziyet ettim. Bütün gece de seni yarım saatte bir aradım. Aklım o hemşirede kalmıştı. Boşuna kıskanmışım. Açıklama yapmana değil iki dakika, iki saniye sabredemezdim. Köpürmek için bahane arayan öfkem gökten boşanırcasına yağan yağmur gibi üstüne boşalırdı da; musalla taşındaki ölünün sabrını gösterir, bıkmadan, usanmadan güler yüzün, tatlı dilinle, defalarca, aylarca bana izah ederdin.
Çay denince aklıma sen gelirsin. Kolay kolay her çayı beğenmez, beğenmediğini de söylemez, ikinci bardağı içmediğinden beğenmediğini anlardım. Ya benim demlediğim çaylar! Onları arka arkaya bitirinceye kadar içerdin. Sana ellerimle çay demlediğimi, ellerimle servis yaptığımı, iyi bir tiryaki olarak ne kadar beğendiğini unuttun mu yoksa.
Duygularını belli etmezdin, kızdığını, sinirlendiğini, öfkelendiğini anlamazlardı, hissettirmezdin. Ağladığını gören olduğunu sanmıyorum. Kimsenin bilmediği yüreğinin içini bir ben bilirim, aylarca gözyaşı döktüğünü de yalnız ben bilirim, onun ne kadar merhamet dolu olduğunu da ben bilirim. “Sayende taş kalpli olmadığımı gördüm” sözün dahi bendeki mendilini ıslatmaya yetti de arttı bile…
Senin istediğin gibi olmak için elimden geleni yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim. Üzüleceğin hiçbir davranışım olmayacak, sana söz veriyorum. Artık senin istediğin gibi birisiyim, bundan emin ol.
Bütün bu bildiklerini neden yazdığımı merak ediyorsan söyleyeyim. Senden öğrendiğim o kadar çok şey var ki hangi birini yazayım, yazmaya kalksam sayfalar almaz, kelimeler yetmez. Sabırla ilgili söylediklerin, Yusuf Peygamber’in sabrı, “sabır aynı zamanda stratejik bir silahtır” deyişin gözümün önünde duruyor. Fakat senin o hiçbir zaman ve şart altında pes etmeyişin var ya, onu da unutmadım, onu da senden öğrendim. Ve bunu sana göstereceğim, gönlümün silemediği, vazgeçemediği sevdiğim… ASLA PES ETMEYECEĞİM…