"Sır, belki de tek bir şiirdir. Şiir iklimlerinin ulaşılmaz ufkundan çok uzaktadır ve bu ufuklara yabancıdır".
S. Ahmet Arvasi
S. Ahmet Arvasî’nin insanlığa sunduğu eserlerinin başında "Sır"rın çözülmesini sağlayabilecek bir bilim olarak "İnsan Bilgisi Bilimi" kurulması teklifi vardır. Bu bilimin konusunun, yolunun ve yönteminin ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini "Kendini Arayan İnsan" eserinde açıklar. Arvasî’ "İnsan ve İnsan Ötesi" eserinde ise bunu daha tafsilatlı ve daha anlaşılır kılmaya çalışır.
"Kendini Arayan İnsan" ve "İnsan ve İnsan Ötesi", zamanın ve mekânın dışına çıkabilmeyi başaran ressamların, kendilerini resim yaparken resmetmesine benzetilebilir. Kâinatın içerisinde hayatını sürdürürken, mütefekkirin, kendi hassasiyetini, kendi tefekkürünü ve kendi hareketlerini yine kendisinin temaşa etmesi ve kendisince ifade etmesi şeklinde anlaşılabilir. Bu hal, ressamın veya düşünürün eserindeki sırrın ne olduğu ve nasıl olduğuyla ilgilidir. Salvador Dali’nin resimlerinde, resmi yapan ressamın durduğu ve baktığı yer ile gördüklerine verdiği anlamı resmederek ifade etmesi ne ise, Arvasî’nin "insan bilgisi"ne bilimin ve düşüncenin gerektirdiği usulde ifade etmesi büyük bir benzerlik göstermektedir. Sanatın ilim ve tefekkür alanındaki tezahürü zaten bu şekilde ortaya çıkar.
S. Ahmet Arvasî’nin ilmi ve fikrî alana yönelmesinin sebebi bir "Sır"dır. Bu hususu, vefatından sonra "Şiirlerim" adıyla yayınlanan şiir kitabının takdiminde kendisi şöyle dile getirir: "Vaktiyle şairliğe özenmiş ve yazdıklarımı "Sır" adını verdiğim bir kitapçıkta toplamıştım. O zaman, Ahmet Cezzar Arvasî imzasını kullanıyordum. 1955 yılında, daha yirmi üç yaşında bir delikanlı iken yayınladığım ve mürettip hataları ile dolu bu kitapçığımı, her nedense hiç sevmedim ve âdeta şairliğe küstüm. Kendimi, fikrî çalışmalara verdim".
Arvasî, mesleği icabı, gençlerin her gün yüzlerce sorularına muhatap olmuştur. Gençlerin meseleleri ve buhranları ile birlikte yaşamış; onların şüphelerini, arayışlarını ve çırpınışlarını -ister istemez- kendisi de bizzat yaşamış ve bu dertler kendisini gece gündüz meşgul etmiştir. İşte bu çetin dönemde Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Eğitim Sosyolojisi, Türk-İslâm Ülküsü, İlm-i Hâl gibi kitapları yazmış, böylece hem gençlere, hem kendisine yardım etmek istemiştir.
Sır, S. Ahmet Arvasî’nin on altı yaşında yazmaya başladığı ve yirmi üç yaşında şiirlerini yayınladığı kitapçığa verdiği isimdir. Anlaşılacağı gibi, Arvasî, önce şiirle "Sır"rın peşine düşmüş, sonra "Sır"rı arayışını, buluşunu, anlayışını fikir alanında sürdürmüştür. Arvasî, kendisinden önce insanı ve insanın sırlarını arayan dehalar kafilesine "çılgın bir çığlıkla" katılmıştır. Şairliğe devam etse poetika yazacak olan Arvasî, âdeta önce poetikasını yazan bir şair gibi, bir mütefekkir olarak fikrî eserlerini yazmadan önce yaptığının ne olduğunu ve bunun nasıl yapıldığını yazmıştır. Bunu bir benzetme ile ifade edecek olursak, Salvador Dali örneğine dönmemiz gerekmektedir: S. Dali’nin resimlerini yapmadan önce resmin ve ressam anlayışının ne olduğunu resmetmesi ve sonra kendi resim anlayışıyla yaptığı eserleri ortaya koyması şeklinde kavranmalıdır.
Arvasî, ilmî ve fikrî meselelerde nerede durduğunu, ilmî ve fikrî meselelere nasıl baktığını, baktığında ne gördüğünü, gördüklerinden başkalarının ve kendisinin ne anladığını, bunların "ne olduğunu ve nasıl olduğunu" bizlere "Kendini Arayan İnsan", "İnsan ve İnsan Ötesi" kitaplarında açıklar.
İnsan için varlık, zaman, kendisi, hayat ve eser her zaman bir muammadır. İnsan, kıymeti kendinden menkul, bir o kadar hakikati meçhul, muğlâk, müphem yol ve yöntemlerle kendi sırrını ve kendisine sır olan konuları çözemez. Arvasî, bu konuda tespitlerini, teşhislerini, tenkitlerini, iddia ve ispatlarını eserlerinde ortaya koyar. S. Ahmet Arvasi, kendini aramaya ve bulmaya, bulduklarını anlamaya, anladıklarını bilmeye, bildiklerini bildirmeye çalışır.
S. Ahmet Arvasî yönünün, yolunun, yönteminin gerçek, güvenilir ve kesin olmasına, bundan da emin olmaya çalışmıştır. İnsanın kendi sırrını çözemedikçe tesirinde kaldığı sırları çözmesinin de asla mümkün olmadığını ifade etmektedir. İnsan, hayatın her alanında, farkında olsun veya olmasın, sır olan kendi hakikatini ve kendisine "Sır" olan hakkı bulmaya çalışmaktadır. Bunu samimiyet, dürüstlük ve ihlâs ile yapmayanlar, kendilerini ve başkalarını kandırırlar; kendilerini ve başkalarını aldatırlar, kendilerine ve başkalarına zulmederler. Bunu hakkıyla yapanlar karşısında–hayatın her alanında- aciz, çaresiz, kifayetsiz kalırlar. Başkalarını taklit ve takipten kendilerini kurtaramazlar. Başkalarının tesirine, hükmüne, hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kalırlar. Bilim, düşünce ve sanat alanında bunları hakkıyla yapamayanlar, ister fert ister cemiyet olsun ve iddiaları her ne olursa olsun, bunları hakkıyla yapanları takip ve taklit etmekten başka çözüm geliştiremezler.
S. Ahmet Arvasî eserlerinde bu hususun üzerinde ısrarla durur, her eserinde bunu farklı biçimlerde ifade eder. Bu konunun anlaşılması için deha konusunu eserlerinde tekraren işler. Deha hakkında yazdığı yazılardan anladığıma göre, o, dehaların toplumu müteselsil borçluluktan kurtardığını ve dehalarını ortaya çıkaramayan cemiyetlerin âdeta farz-ı kifaye olan içtimai sorumluluğun bedelini toptan ödeyeceklerini söyler. İnsanlar, açığa çıkararak belirgin ve tanınır kıldıkları doğrulukların, iyiliklerin, güzelliklerin mevcut bulunanlardan daha mükemmel olmasını arzular. İnsanlar kendi hakikatini hayat sahnesinde doğruluk, iyilik, güzellik perdesinde tezahür ettirerek temaşa edilmesini sağlamaya çalışırlar. Her insan, kendini mümkün olduğunca şahsileştirir, aşikârlaştırır, eserleştirir, edebileştirir, ebedileştirir. Eserlerinin muazzam, mübarek ve mükemmel olmasına çalışır. İnsanlar, bunu ancak toplumu, kültürü, dili, kendini, olanı aşarak gerçekleştirebilir. İnsanın istidadı, hassasiyeti, tecrübesi, ehliyeti ve liyakati bu işteki becerisinin ölçüsüdür. Arvasi, İmam-ı Rabbani’nin ihlas kavramına yüklediği anlamı ilim ve fikir alanına taşır, bu kavramı yolunun ve yönteminin merkezi kavramı yapar. Bu onun dehasını görmek ve göstermek için yeterlidir. Arvasî’nin orjinalitesinin sırrı bu merkezi kavramdadır.
İnsanın ufku, insanın değeri, insanın ederi mevcut olanı aşmasıyla ortaya çıkar. Bundan nasibi olanlar, kendilerini yokluğun içinde kıvranırken, hiçliğin içerisinde kavrulurken, boşluğun içinde yuvarlanırken bulurlar. İnsanlar, bu istikametteki seyir ve seyahatlerini, maceralarını ve serüvenlerini, temaşalarını ve tefekkürlerini, muhasebe ve murakabelerini bizlere kendi ifadeleriyle ulaştırmaya çalışırlar. İfadelerinin mümkün olduğunca su gibi, musiki gibi, şiir gibi, ilim gibi makul, makbul, muteber, mübarek ve mukaddes olmasına uğraşırlar. Bunlara karşı bizler, kendi istidadımıza, tercihimize, irademize göre tavır alırız. İnsanın her anladığı, her düşündüğü, her bildiği eksik ve kusurlu olabilir. İnsanlık sürekli bu eksikleri ve kusurları gidermeye çalışır. Ancak insanlık bu çabasında sürekli serap, rüya, hayal gördüğünü anlayabiliyor, bunlardan arınmaya ve sıyrılmaya çalışıyor. S. Ahmet Arvasî, vahyin, ilmî ve fikrî bilgi alanından çıkarılmasına esef eder, kendi düşünce sistemine vahyin verilerini dâhil eder. Bu sebeple, Arvasî için insanı etkileyen her şey ilmin konusudur ve olmalıdır. Bu açıdan, merkeze insanı alır, insanı etkileyen bütün konuları bilimin konusu yapmaya çalışır. Bu iddiasını ve bunun ispatını yukarıda ismi bahsedilen eserlerde dile getirir.
İnsan gerçekten gördükleri hakikatleri bize aktarıyor; bunları bize ifşa ve ifade ediyor. İnsan gördüğü hakikatin hikmete göre kendisine has istikamet, siyaset, iktisat alanı tayin ediyor. Ancak bu çabasında sürekli serap, rüya, hayal gördüğü ortaya çıkarılabiliyor. İnsan, bunlardan arınmaya ve sıyrılmaya çalışıyor. Buna göre hayatı imar, inşa ve idare edecek teşebbüste bulunuyor. Her ne yaparsa yapsın, insanın anladığı, düşündüğü, bildiği eksik ve kusurlu oluyor. S. Ahmet Arvasî, deneye dayanan bilgilerin ve düşünceye dayanan bilgilerin eksik ve kusurlu olacağını bildiği için, insanı "bilen özne" olarak, "bilinen nesne" olarak "İnsan Bilgisi Bilimi"ne konu yapar; bununla yetinmez, "bilen özne" olan insanın "zihninin hangi kavramlarla ve hangi işlemlerle çalıştığını" da bu bilme konu yapar. Arvasî’nin bir diğer orjinalitesi burada da aranmalıdır.
İnsan, sırlarla dolu evrenin esrarını temaşa etmeye, bu evrenin hakikatini keşfetmeye, bu keşfin hikmetine göre hayatını imar, inşa ve idare etmeye çalışmaktadır. İnsanın hayat mücadelesi bu niyet, maksat ve hedefi tahakkuk ettirmek içindir. Bunu her zaman, her yerde ve her şartta sadece meşru, makbul, makul olan yollarla değil, bazen hilekârca, sahtekârca, düzenbazlıkla yapmaya da çalıştığı da gözleniyor.
İnsanın sorumluluğu ve yetkisi burada başlıyor. İnsan yaptığı seçimlerden, eylemlerden, işlemlerden sorumlu oluyor. İnsan tılsımlı sırlarla sarılı esrar hazinesinin bizzat kendisini arıyor. Ancak her ne yaparsa yapsın, insan, bu hazinenin kendisine ulaşamıyor, hazineyi kavrayamıyor ve bilemiyor. İnsan ne kadar marifetli olursa olsun, her ne yöne dönerse dönsün ve hangi yoldan giderse gitsin hazinenin kendisine ulaşamıyor. Her tesire karşı hassas olabilme keyfiyeti mutlak duyarlılık, mutlak özgüllük, mutlak bilme demektir. İnsan için bu mümkün değildir; ancak bunlar makul, mantıklı, makbul kabullerle "sınırlı" olarak mümkündür. İnsan her ne yaparsa yapsın, bir şekilde eksik, kusurlu, yetersiz kalıyor. İnsan yine de her şeye rağmen muazzam, mükemmel, mübarek işler yapmaya çalışıyor. İnsanın ulvi, uhrevi ve ilahi vasfı da bu çabadan kaynaklanıyor.
İnsan bunu yaparken kendisince varlığın, hayatın, mananın sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan çözdüğü her sırrı kendisince yeniden başka biçimde sırlıyor. İster doğal olsun ister kültürel olsun, ister zihinsel olsun, insan, her bir sırrın tesirinde kalıyor. Bir sırrın esrarının tesiri karşısında her bir insanın dimağı, aynı, benzer, denk hassasiyette görünmüyor. Sırlardan, herkes kendi hassaslığı, ehilliği, layıklığı kadar müteessir oluyor. Bunlar hassasiyet, ehliyet, liyakat, keyfiyet, meziyet olarak tebarüz ediyor. İnsan bilinmezi bilinir, belirsizi belirli, görünmezi görünür, kapalıyı açık, açığı kapalı hale getiriyor. İnsan diğer yandan, aşikârı meçhul, muhkemi muğlâk, meşhuru müphem hale getiriyor. İnsan bir yandan anlamı biçime, biçimi bilgiye, bilgiyi veriye; diğer yandan veriyi bilgiye, bilgiyi biçime, biçimi anlama dönüştürüyor. İnsan sırları ifşa, şifreleri deşifre ediyor, kilitleri anahtar haline getiriyor. İnsan anahtarları kilitliyor, deşifreleri şifreliyor, ifşaları sırlıyor. Her ne olursa olsun, insan olmak, etkilemek, bilinmek istiyor. İnsan edebi ve ebedi biçimde yaşamak istiyor. Sırra yaklaşan her eser, aslında başkaları için esrarlı bir sır hazinesi haline geliyor.
İnsan mevcut veri, anlam, bilgi ile olanı daha bilinir, daha tanınır, daha sayılır kılma çabasından uzaklaşamıyor. Bunun için keşif, icat ve içtihat yapıyor; olanı başka biçim ve başka bir dille ifşa ve ifadeye, tertip ve tanzime, tarif ve tasnife çalışıyor. Bu hikmetleri, hakikatleri, marifetleri başkaları için öğretilebilir ve öğrenilebilir kılmaya çalışıyor. İnsan verileri herkese taşımaya, ulaştırmaya, iletmeye çalışıyor. İnsan çeşitli vasıtalarla taşıttığı verilerlerin ulaştırdığı yerde iletmek istediği gibi tanınmasını, anlaşılmasını, bilinmesini bekliyor. İletilen verinin istenildiği gibi bilinmesi için tanışmak, anlaşmak, bilişmek gerekiyor. Her insan kendi hassasiyetince her bir sırrın esrarı karşısında müteessir oluyor. O sır, kişiyi, kendi esrarıyla sarhoş ediyor, kendinden geçiriyor, büyülüyor. Herkes kendince sarhoş oluyor, kendince kendinden geçiyor, kendince büyüleniyor. Her bir sır, insanı, o sırrın esrarını, o esrarın müessirini aramaya, bulmaya, bilmeye yöneltiyor.
İnsan bu yolla tesiri altında mahkûm, mahpus, mecbur olarak yaşadığı sırrın esrarına olan hassasiyetten kurtulmaya çalışıyor. İnsan bir mükellef olarak, kendince bunlardan kurtulmaya, bunların etkisini gidermeye, bunların sınırlarını aşmaya çalışıyor. İnsan aksi takdirde fena oluyor. İnsan böylece olanın, bulunanın, yaşananın ötesine geçiyor. İnsanın muhatap olduğu her sır, esasen bir denklem, bir işlem, bir çözüm olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın muhatap olduğu her sır, esasen bir veri, bir bilgi, bir anlam olarak karşımıza çıkıyor. Her insan eş, denk, benzer şekilde etkilenmiyor, duyamıyor, anlayamıyor, kavrayamıyor, bilemiyor. İnsan bunlar için gerekli, yeterli, becerili olmaya çalışıyor. Bunun için insan diğerleri tarafından eğitiliyor, insana öğretiliyor, insanın kendi öğreniyor. Ama insan çoğu zaman yaptıklarının bunu gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğini sorgulamıyor. Bunu ancak hassas, muazzez, mübarek ruhlar yapıyor.
İnsanın uğraşmaya mecbur kaldığı her sır, esasen ya maddiyat, ya maneviyat, ya mukaddesat, ya ilahiyat veya zat alanında karşımıza çıkıyor. İnsanın bedeni, zihni, vicdanı, izanı, insafı hakikate doğru yöneliyor. İnsan bulunanın, yaşananın, gidenin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan etkileyici, çekici, büyüleyici olanın sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan "tılsımlı kütük" halindeki kendi yapısının, yaşadıklarının, yaptıklarının taşıdığı hazinenin sırrını arayarak buluyor, bularak kavrıyor, kavrayarak biliyor. İnsan aradığına ve bulduğuna anlam verirken, bu sırrı çözerken kendi hatıralarına, hafızasına, muhakemesine inanmak ve güvenmek zorunda kalıyor, bundan da emin olmak istiyor. İnsan bu sırrı çözmeye çalışırken, kendisine söylenen, kendisine okutulan, kendisine öğretilenlere inanmak ve güvenmek zorunda kalıyor, bundan emin olmak istiyor. İnsan bu sırrı tecrübeyle, tefekkürle, ilhamla yaşamaya, öğrenmeye, görmeye çalışıyor. İnsan bizzat kendisinin yaşadığı, gördüğü, öğrendiği hakikati hal, ifade, eser olarak meydana çıkarmaya çalışıyor. Arvasî’nin şiirle başlayıp fikirle sürdürdüğü bu arayış, buluş ve biliş; aslında Arvasî’nin kendi serüvenini eserle ifade ediş macerasını anlatıyor.
İnsan kendi tecrübesi, tefekkürü ve ilhamı ile yaşadığı, gördüğü ve öğrendiği hakikati; kendince makul, mantıklı, muteber şekilde, kendi haline, kendi ifadesine, kendi eserine yansıtıyor. İnsan şimdi burada olanın, insan şimdi burada yaşananın, insan şimdi burada bilinenin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan şimdi burada dönüşenin, değişenin, dağılanın sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan kesintisiz olarak şimdi burada olanlar tarafından çekiliyor, etkileniyor, büyüleniyor. İnsan buldukları, çözdükleri, anladıkları karşısında irkiliyor, ürküyor, korkuyor. İnsan şimdi burada olanın, şimdi burada yaşayan ve yaşatanın, şimdi burada yürüten ve durduranın, şimdi burada yöneten ve yönlendirenin ne olduğunun sırrını arıyor. İnsan şimdi burada olan ve olduranın, doğmayan ve doğrulmayanın, yaşayan ve yaşatanın, yöneten ve yönlendirenin, yürüten ve yargılayanın ne olduğunu, her şartta dönüşmeyen, değişmeyen, dağılmayan, değersizleşmeyen, etkisizleşmeyenin sırrını arıyor. İnsan kendi sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan kendisi için sır olanı çözmeye çalışıyor. İnsan sır olan kendinin sırrını çözmeye çalışıyor. Sırın sırrı çözüm bekliyor.
İnsan mutlak karşısında yokluğun, boşluğun, hiçliğin, manasızlığın, esersizliğin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan muhal karşısında varlığın, doluluğun, hepliğin, anlamlılığın, etkililiğin sırrını çözmeye çalışıyor. Bu durum, S. Ahmet Arvasi’nin ifadelerinde şöyle dile geliyor: "İnsan zihni, oluşta iki uç veya yön seziyor. İnsan zihni için bu tutuş adeta zaruridir. Sanki oluşlar renklerin nüansları gibi birbirine eklenmişlerdir. Fakat bu renk zincirinin bir ucu simsiyah bir ucu bembeyazdır. Diğer renkler, bu iki ucun veya yönün arasında belirli bir noktada veya alanda bulunurlar". Bu ifadeler, matematikteki, bulanık mantığa işaret ediyor. Bu açıdan, insanın işaretlere, işaretçilere, işaretlerle yapılan işlemlere dikkat etmesi hayatî önem taşıyor. İnsan kendi sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan sürekli etkili, çekici, büyüleyici olanın sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan evrenin, yaşamın, kendinin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan muhalle mutlak arasındaki müphem, muğlak, muhtemel olanın ötesine geçmek, yeni keşifler ve icatlar yapmak, her an yeniden doğmak ve kendisini yenilemek istiyor. İnsan kendisini müessir kılacak eser, ifade ve tarzın sırrını arıyor.
İnsan olanın manasını, yaşayanın mukadderatını, ölenin mirasının sırrının hakikatini çözmeye çalışıyor. İnsan mevcudun, mukadderin, muhakemenin, mucizenin, miracın sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan mevcudun, vaziyetin, şartların sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan muhtemelin, mümkünün, muhalin, mutlağın, mütekebbirin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan varlığın, düşüncenin, bilmenin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan kendi varlığının, kendi kendine düşünebilenin, kendi kendisine bilebilenin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan kendi kendine yasalar koyabilenin, kendi kendine yargılayabilenin, kendi kendine kendi işlerini yapabilenin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan eyleme, düşünme, bilme eyleminin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan eyleyebilme, düşünebilme, bilebilme eyleminin sırrını çözmeye çalışıyor. İnsan, bizzat kendisi eylenen, düşünülen, bilinen nesne olarak kendisinin buradaki bulunuşunun, buradaki yaşayışının, buradaki bilişinin sırrını çözmeye çalışıyor. Bizzat eylenen olarak insan, kendisinin şimdi burada bulunuşunun etkisini sonsuz, sınırsız, süresiz hale getirmeye çalışıyor. İnsan zihni bunu benzeterek, dengeleyerek, eşleştirerek yapıyor. İnsan eyleyebilme, düşünebilme, bilebilme eylemini üretilebilir, satılabilir, pazarlanabilir kılmaya çalışıyor. İnsan bunu her ne olursa olsun eşi, benzeri, dengi olmayan, yani eşsiz, benzersiz, denksiz hale getirerek yapmaya çalışıyor. İnsan böylece kuvvet, kudret, iktidar elde etmeye çalışıyor. Bunu öğrenilebilir, üretilebilir, alınır satılır nesneye dönüştürmeye çalışıyor. Bu nesneyi taşınabilir, ulaştırılabilir, iletilebilir kılmaya çalışıyor. İnsan bu nesneyi iş ediniyor, bunu işlemeye ve işletmeye çalışıyor. İnsan bu nesneyle kendi varlığını yürütmeye, yönetmeye, yönlendirmeye çalışıyor.
İnsan bunu halle, vaziyetle, hareketle yapıyor. İnsan bunu işaretle, manayla ve eserle yapıyor. İnsan bunu tasvirle, tarifle, tasnifle yapıyor. İnsan bunu tertip, teşkil, talim, terbiye, tahsil ile yapıyor. İnsan bunu nizam ve intizam içinde muntazam olarak yapıyor. Ama ne yaparsa yapsın, yaptıkları her zaman eksik ve kusurlu kalıyor. İnsan için her sır bir tılsım, her tılsım bir sır, her sır bir hazine saklıyor. İnsan sırlanmış hazinenin tılsımına yönelmek, ulaşmak, erişmek istiyor. İnsan sırlanmış hazinenin tılsımına doğru sürekli çekiliyor, bu tılsımdan etkileniyor, bu tılsımdan büyüleniyor. İnsan kendi varlığının taşıdığı tılsımın, sırrın, hazinenin farkına varmak, şuuruna ermek istiyor. İnsan kendi varlığının serap mı, hayal mi, hakikat mi, mukadder mi, makul mü, makbul mü olduğunu anlamaya çalışıyor. İnsan, bu sırrı çözmek için, makul ve mantık ötesine, maruf ve malum ötesine, meşhur ve muhteşem ötesine, mazi ve masiva ötesine geçmeye, aradığı sırrın çözümünü orada bulmaya çalışıyor. İnsan, orası neresi ise, orası hangi yönde ve hangi yerde ise, işte bu sırrın çözümünü orada arıyor.
İnsan, sırlanmış hazinenin tılsımını bozmadan ona ulaşmaya, ona kavuşmaya çalışıyor. İnsan mutlak mücerret, münezzeh, müessir sırrı her zaman, her yerde, her şartta aramaktan uzak kalamıyor. Hangi yöne dönerse dönsün, hangi yoldan giderse gitsin, hangi marifetle bunu yaparsa yapsın, o tılsımlı sır hazinesini saklayan hazinenin cazibe alanına giriyor. Bunu ister fark etsin, ister idrak etsin, ister bunun şuuruna ersin, insan bu işi aşkla ve meşkle yaptığı gibi, bunu ihmal ve inkâr edebiliyor. İnsan kendisini şekten ve şüpheden, heva ve hevesten, nifak ve şirkten kurtaramıyor.
İnsan mücerret, münezzeh, müessir sırrı her zaman, her yerde, her şartta arıyor. İnsan geçmişte ve gelecekte, içinde ve dışında, her yerde ve her zaman mükemmel müessirin mütekebbirliği karşısında eksik, yetersiz, çaresiz kalıyor. İnsan kendi hayati, itibari, izafi varlığının hakikatini, manasını, bereketini, kutsiyetini, ilahiliğini anlamaya çalışıyor. İnsan kendi bedeninin, yaşantısının, duygularının, düşüncelerinin, davranışlarının hakikat olmasını istiyor. İnsan bunu sadece istemekle kalmıyor, buna inanmak ve güvenmek, bu durumundan da emin olmak istiyor. S. Ahmet Arvasî’nin ifadesiyle, "Sır, boşlukta destek arayan bir yuvarlanışın ıstırabını duyanlar için gizlilik ifade etmez". İnsan kendi varlığından, kendi yaşantısından, kendi davranışlarından emin olunca, kendisinin makul ve makbul bulduğu sorumlulukları ve yetkileri üstleniyor, kendisinin ve yaptıklarının muteber ve muhterem olmasına çalışıyor. S. Ahmet Arvasî’nin ifadesiyle, bu "sır" da, "şuurun ruhsuzluk içindeki hercümercini, çatırdayarak devrilişini yaşayanlara yabancı değildir".
İnsan makbul ve muteber olanları daha doğru, daha iyi, daha güzel hale getirmeye çalışılıyor. İnsan, nihai olarak kendisini mükemmelleştirerek muhterem ve mukaddes kılmaya çalışıyor. İnsan böylece diğer insanlar tarafından benimsenen, sayılan, kutsanan işler yapıyor, eserler veriyor. S. Ahmet Arvasî’nin ifadesiyle, bu "sır" da, "hummalı kıvranışların cenderesinde ölüm terleri dökmüş bir gencin İslâm’ın mihrabından uzanan kurtarıcı bir eli tutarken ruhunun hazır bulunuşunun neticesidir". S. Ahmet Arvasî, 23 yaşında iken, "Sır" adını verdiği kitapçığın önsözünde, okuyucuya, "… sen de benimle beraber hazan bahçeme gir, susuz pınarımın başında otur, harap şehrimi seyret, akşamdan sonra düşen hazan yapraklarımdan maceramı ve davamı öğren" daveti yapmaktadır.
23 yaşında yazdığı kitapçığı "Sır" için "Basit bir taş parçasının ne kıymeti olabilir?" diye sorar ve şunları söyler: "Kıymet ifade eden şeyler nazarında: hiç. Fakat o taş parçası mukaddes bir nefesin hararetini içmişse, bir ıstırabın hatırası ise, bir sevgilinin avucundaki terlere bulaşmışsa…
Sır’ın benim için kıymeti buradadır" der.
O, bütün ömrü boyunca hep "Sır"rını aradı ve şiir gibi yaşadı… O, şimdi, "şiir iklimlerinin ulaşılmaz ufkundan çok uzakta ve bu ufuklara yabancı "Gerçek" âleminde." Son insan kalana kadar, "sır" ve "arayış" devam edecek.