MEHMET BAYER – 15.03.2023 – HİBYA – Fransa’nın Suffren kruvazöründe Çanakkale Savaşları’na katılan 2 askerin anlatıları, mücadelenin üzerinden geçen 108 yıla karşın yaşananları farklı boyutlarıyla ortaya koyuyor.
Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi Rektör Yardımcısı Doç. Dr. Haktan Birsel, HİBYA’ya yaptığı açıklamada, 1. Dünya Savaşı’nın kaderinin Çanakkale Savaşları’nda değiştiğini, sadece ”büyük savaş”ın değil, dünyanın en büyük donanmasına sahip İngiliz ve Fransız askeri ve deniz gücünün de yenilebileceğinin kanıtlandığını söyledi.
Çanakkale Deniz Savaşları’nda yer alan her geminin bir şekilde yara aldığını, bunlardan birisinin de Fransız deniz gücünün en büyük kruvazörlerinden Suffren olduğunu dile getiren Birsel, ”Adını Fransız Korgeneral Suffren’den alan kruvazör, o dönemde Fransa’nın en büyük 4 savaş gemisinden birisiydi. Çanakkale Deniz Muharebeleri’ne direkt katılmıştır. Türk obüs bataryalarından atılan bir mermiyle yara almış, ardından da bir mayına çarparak cephaneliğinin bir kısmı infilak etmiştir.” dedi.
Birsel, geminin yan yatmasıyla bütün mürettebatının denize döküldüğüne işaret ederek, şöyle konuştu:
”Savaşın ardından, gemiden kurtulan gemicilerden ikisinin hatıraları, süreli yayın olarak savaşı anlatan ‘La Collection Patrie’ isimli dergide, 1917 yılında ‘Aux Dardanel, Prisonnier des Turcs’ ismiyle yayımlanmıştır. Bu iki askerden birisi, denizde boğulmaktan yardıma gelen Galois Kruvazörü tarafından kurtarılmış ve kara harekatına da başka bir gemiyle katılmış, diğeri ise denizden bir Türk mayın gemisi tarafından kurtarılarak esir alınmış, İstanbul’a gönderilmiştir. 1917 yılında yayımlanan orijinal doküman incelendiğinde, Fransızların gözüyle deniz savaşı, Türk topçularının direnci, esir hayatı, Türklerin esirlere şefkat ve yardım sever yaklaşımları, Alman askerleriyle aralarındaki farklara kadar çok değerli dönemsel bilgilere yer verildiği görülmektedir. Denizcilerden birisi topçu onbaşı Jean Marie Plouzec, diğeri ise filo müzisyenlerinden ve aynı zamanda sıhhiyecilerinden er Cronstat Bonnebeau idi. Her ikisi de 23 yaşındaydı ve Fransa’nın bir kıyı kasabasından gelen okul arkadaşlarıydı.”
Askerlerin anlatımı
Dr. Haktan Birsel, çalışmanın Çanakkale Savaşı’na katılan Suffren zırhlısında görev yapan 2 askerin 1917 yılında Fransa’da yayımlanan ve seferberliği teşvik etmeyi amaçlayan savaş hatıraları serisinde askerlerin anıları üzerine şekillendiğini vurguladı.
Çalışmada, Çanakkale Deniz Savaşı’nın yapıldığı 18 Mart 1915 günü askerlerin gözünden şöyle yer aldı:
”Sabah henüz doğmuştu. Saatler 08.00’i gösteriyordu. Gemilerde heyecanlı bir koşuşturma başlamış ve her tarafta emir veren sesler yükseliyordu. Fransız filosunun en önemli kruvazörleri olan yenilmez Suffren, Bouvet, Charlemagne, Marsaillese ve Gaulois aralarında 400’er metre olacak şekilde, aynı hatta geçmişlerdi. Her iki tarafta ise arka arkaya 9’ar İngiliz gemisi sıralanmıştı. Bu dünyanın en büyük savaş filosunun muharebeye giriş düzeniydi. İlk gürleme Marsaillese’den geldi. Bu ses coşku doluydu ve hepimize milletimizin zafer şarkısıymış gibi geldi. Ardından su üzerindeki filonun bütün devleri aynı müziği çalmaya başladı. Her atıştan sonra İngilizler gözleri dönmüş şekilde alkışlıyorlardı. Saat 09.00’u biraz geçerken müttefik filo bulunduğu mevkilerden demir aldı ve boğazın girişine doğru ilerlemeye başladı. İlerledikçe girişi tutan kara parçaları devleşiyor, bizim gemilerimiz ise sanki küçülüyordu. Bombardıman yeni mevkilerden 25 Şubat’a kadar devam etti ve filonun topları, kıyıdaki Türk bataryalarını yerle bir etti. Artık giriş serbestti. Ama yalnızca giriş. İçerisi ise çok tehlikeliydi. Bir kere boğaz içerlerde 1200 metreye kadar daralmaktaydı. Çanak şeklindeydi. Kıyıdan yükselen sert ve beyaz kayalar top ateşinden etkilenmeyecek gibi görünüyordu. (Bunu subaylar kendi aralarında konuşurlarken sıkça duymaktaydık) Bu yükselen bölgelerde muhakkak ki güçlü Türk bataryaları gizlenmişti.”
Filo, Çanakkale Boğazı’nda
”Aniden muhteşem süper dretnot Queen Elizabeth’in savaşa girdiğini belirten sirenleri yankılanmaya başladı. Sonra da yarımadanın diğer tarafından endirekt atışlarla çanağı bombalamaya başladı. Biz bu atışları çaprazdan ve uzaktan izlemeye başladık. Bu baskı atışı eşliğinde bütün filo boğaza giriş yaptı. Artık içerdeydik. Filo bütün gücüyle her iki kıyıya atış yapıyor ve her iki kıyıdan da Türk topçuları aynı şiddette karşılık veriyordu. Şimdi boğazda sürekli bir ışık demeti vardı. Çıkan gürültü ise dehşetti ve denizin üzerinde yankılanıyordu. Topların ateş ederken çıkardıkları ışık o kadar güçlüydü ki denize ve gökyüzüne fantastik bir kızıllık hakim olmuştu. Bu manzara karşısında Plouzec’in kanı donmuştu neredeyse ve kendi kendine şöyle diyordu: ‘Cehennem bundan biraz daha kötüsü olsa gerek!’ Bütün olup biteni Plouzec net olarak köprünün içindeki zıhlı bölmelerin arasından izliyordu. Bonnebeau ise onun tam tersine ateş hattının gerisinde sintine iskelesindeydi. Müzisyenler burada toplanıyorlardı ve savaş zamanında onların ikinci görevi sıhhiyecilik oluyordu. Herkes zırhlı bölmelerin arkasında bekliyordu. Sadece 2 subay dışarda dikkatlice dolaşıyorlar ve topçularının atışlarının mesafece doğruluklarını dürbünleriyle ölçüyorlardı.”
Suffren, yara alıyor
”Tam olarak saat 13.00’ü gösteriyordu. Dehşet bir patlama gerçekleşti ve Suffren derinden sarsıldı. Ardından da kulakları sağır eden bir patlama geldi. ‘Batıyoruz’ diye bağırdı Plouzec korkuyla. O anda gerçek bir panik yaşamıştı ve ne yapacağını bilmiyordu. O ve diğerleri böyle bir duruma hazır değildi ve hatta akıllarından dahi geçmemişti. Gemideki subaylardan birisinin emir vermesini bekledi. Peki, ne olmuştu? Suffren, Türk topçularının attığı bir 355 kalibrelik mermiyle orta bölgedeki ambarların olduğu bölmelerden yaralanmıştı. Patlama ile ani bir yangın başlamıştı. Her tarafta sis ve duman vardı. Isı yükseliyordu. Gemi gerçekten büyük bir yara almıştı. Dengesi bozulmuştu ve boğazın soğuk suları, iki farklı yerden bir şelale gibi içeriye boşalıyordu. Süratle su geçirmez bölmeler kapatıldı ve gemi şimdilik batmaktan kurtarıldı. Fakat Suffren artık savaş dışı kalmıştı. Yavaş yavaş tornistan yapmaya başladı ve öndeki yerini Bouvet zıhlısına bıraktı.
Üçüncü mayın cephane deposunu bulmuştu
”Her yerden emirler yağıyordu ve herkesin üst güvertede toplanması isteniyordu. Plouzec ve arkadaşları kapalı bir ambara sıkışmışlardı. Odada zor nefes alınıyordu ve sıcaklık neredeyse elli dereceye ulaşmıştı. Bir an aklına dışarıdaki taze ve serin hava geldi, kendini dermansız hissetti. Ama bunu düşünecek zaman yoktu. Gemiyi batıracak kadar büyük bir patlama geciktirilmişti, fakat yangın devam ediyordu. Suffren, geri çekilirken 2 deniz mayınından kaçabilmişti. Ama üçüncüsü onun kaderini tayin etmişti. Üçüncü mayın nereye çarpacağını biliyormuş gibi alt güvertedeki en kalın bölmelerden birisine yerleştirilmiş olan cephane deposunu bulmuştu. Patlamayla zırhlı karinanın parçalanırken çıkardığı ses korkunçtu. Geminin sarsıntısı felaketin büyüklüğünü haber veriyordu. Sanki ikiye katlanıyordu. Gemiden devasa boyutta kara dumanlar çıkarken, sirenler acı acı ölüme gidişin haberini veriyordu. Plouzec, arada sırada rüzgarla dağılan kara sisin arasından omurganın nasıl yarıldığını ve su üzerinde batmakta olan parçaları görebiliyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Güvertede bulunan herkes bir anda boğazın kara ve soğuk sularına atladı. Yaklaşık 800 kişiden ancak 50 kişi suyun üzerindeydi. Suffren ise kara ve yoğun bir dumanın ardında yan yatmış biçimde kaybolmuştu. Suya canlı düşenlerden birisi de Plouzec’ti ve ‘mahvolduk’ diye panik içinde haykırıyordu. Çünkü diğer denizciler gibi çok iyi yüzemiyordu. Üzerinde bulunan her şeyi suyun üstünde kalabilmek için atmıştı. Aniden derinden bir ses duydu. ‘Kaç kişi kaldık?’ Ses arkasındaydı ve o tarafa baktığında uzakta arkadaşı Bonnebeau’yu görebildi. Ona doğru yalpalayarak yüzmeye çalıştı.”
Bouvet de batıyor
”Bu arada denizde önemli gelişmeler yaşanıyordu. Suffren’in kardeşi Bouvet de batıyordu. Onların yardımına dikkatlice ve ağır ağır Galois zıhlısı yaklaşıyordu. Fakat o da büyük tehlikedeydi. Çünkü her tarafta mayınlar vardı. Gökyüzünden ise sürekli Türk topçularının mermileri dolaşıyordu. Ama inatla yaklaşıyordu. Artık savaşmayı bırakmış tek amacı bizlere yardım edebilecek bir mesafeye yaklaşmaktı. Plouzec, Bonnebeau’yu takip ederek Galois tarafından felaket bölgesine indirilen sandallardan birisine ulaşabilmişti. Bonnebeau’yu en son burada görmüştü. Arkadaşına ulaşabildi fakat yanlarındaki filika ağzına kadar dolmuştu. Filikaya komuta eden subay onlara başka bir filika bulmalarını emretti. Onlar da bu emre uymak zorunda kaldılar. Sis bir an dağıldığında yarısı hala boş bir filika daha gördüler ve oraya kadar yüzerek içine sığındılar. Tam ‘artık kurtulduk’ dedikleri anda yeni bir patlamayla yakınlarında dev bir dalga ortaya çıktı. Kayık bir anda dalganın üzerine çıktı ve ters dönerek içinde bulunan herkesi suya döktü. Bonnebeau suyun üzerine çıkmayı başarabildi. Filikanın içindekilerin yarısı yoktu ve arkadaşı da görünmüyordu. Boş yere çevresine haykırdı, ama hiçbir cevap alamadı. O sırada yanlarına gelen diğer kurtarma sandalları onu sudan çekip aldılar. Fakat Plouzec ortadan kaybolmuştu.”
Türklerin esiri Plouzec
”Plouzec de Suffren yara aldığında diğerleriyle beraber suya kendisini atmıştı. Ama şanssızdı. Çünkü ters taraftaydı ve arkadaşlarıyla arasında çok fazla mesafe kalmıştı. Sisin içinde dostunu bulabildiği için sevinçliydi. Ama beraber bindiği sandal alabora olunca, suyun üzerine çok zor çıkabilmişti ve çıktığında da etrafında karanlıktan başka bir şey yoktu. Seslenmek istedi, fakat yapamadı. Hem çırpınıyordu ve hem de çok bitkindi. O sırada gemiden kopan bir parça gördü ve ona tutundu. Sanki hayatı kurtulacaktı. Akıntı onu sürüklemeye başladı. Geminin aldığı hasar yüzünden etrafta girdaplar oluşuyordu ama iyi ki akıntı vardı ve girdapların oluştuğu bölgeden hızla uzaklaşıyordu. Bir süre sonra derinden gelen bir ses duydu. Küçük bir gemiydi. Yaklaştığında bunun suya mayın döken küçük bir Türk feribotu olduğunu anladı. Gemidekiler de onu görmüşlerdi, yaklaştılar ve onu buz gibi sudan çekip aldılar. O artık bir Türk esiriydi. Ama Plouzec bu duruma çok üzülmemişti. Çünkü ne de olsa Almanların eline düşmemişti. Esirdi, Türklerin elindeydi ve her şeyden öte yaşamaktaydı. Kurtulmuştu. Gemide onun gibi sudan kurtarılmış başka İngiliz ve Fransız esirler de vardı. Hepsine bakıldı, yaraları tedavi edildi ve sıcak bir tas çorba verildi. Ardından da İstanbul’a götürüldüler.”
Plouzec, İstanbul’da
”Tophane yakınlarında bir dökümhane vardı. Yanında da eski depoları. Burasını esir askerler için düzenlemişlerdi. Rahat değildi, ama kötü de değildi. Hepsini buraya yerleştirdiler. Türk gardiyanların gözetimine girdiler ama esas sorumlu olan bir Alman subaydı. Adı da Van Werhheim idi. Sürekli rakı içiyor, küfür ediyor ve esirlere çok kötü davranıyordu. Canı istediği zaman gözüne kestirdiği esiri kamçılıyordu.Türk gardiyanların içinde Fransız esirlere iyi davranan bir asker vardı. Adı Murat’tı. Savaştan önce İstanbul-Marsaille arasında yolcu feribotunda görev yapıyordu. Bu nedenle de küçük bir sözlük yardımıyla anlaşabiliyordu. Plouzec ile yakın bir dostluk kurdu. Bir gün Plouzec’e şöyle dedi:
– Özgür olmak ister miydin?
– Ah! Şüphesiz.
– Bu mümkün, fakat büyük bir riski de var.
– Ne olursa olsun her türlü riski alabilirim. Gerçekten de Plouzec her türlü riski almaya hazırdı. Yeter ki özgür olsun. Çünkü esaretten ve Almanların zulmünden kurtulmaktan ve yeniden silah arkadaşlarının yanında olmaktan başka bir şey düşünmüyordu. ‘Zor ama, imkansız değil’ dedi Murat ona yeniden. Önce İstanbul’u tanımak için haritadan ezberlemelisin. Ardından da Murat ona bir kağıt verdi. Üzerinde basit şekilde İstanbul’un önemli bölgelerini ve takip etmesi gereken yolları gösteriyordu.
‘Bak’ dedi. Çok kolay. Tophane’den çıkıp Galata Köprüsü’ne gideceksin. Oradan karşı tarafa geçip, sahile ineceksin ve kıyıya ulaşınca hep sağ tarafı takip edeceksin. Bu yol seni tehlikesizce dostlarına ulaştıracak.”
Kaçış
”Yanında hiç parası yoktu ve üstelik tek kelime dahi Türkçe bilmiyordu. Ama kaçış için en uygun şartlar oluşmuştu. Tabii Alman subayının öldürülmesi olayı üzerine kalmıştı ve bütün güvenlik birimleri teyakkuza geçecekti. Bu yüzden çok dikkatli olmalıydı. Ama bu arada İstanbul’da coşku vardı. Arada sırada İngiliz uçakları geçiyor ve alarmlar veriliyordu. Sürekli olarak bir İngiliz denizaltısının boğazın karanlık sularında dolaştığı ihbarları geliyordu. Yani kısacası kimsenin kaçak bir esiri düşünecek hali yoktu aslında. Bu sayede Plouzec kısa sürede Topkapı’ya ve oradan da Pera-Galata semtine ulaşabildi. Buradan da Galata Köprüsü’ne indi. Gördükleri endişelenmesine neden oldu. Çünkü köprünün civarında çok sayıda polis ve Alman askeri vardı. Hepsi de Haliç’i gözleriyle tarıyor ve birbirlerine bir şeyler gösteriyordu. Herhalde bir İngiliz denizaltısı ihbarı yapıldı diye düşündü. Ama şüphe uyandırmadan karşı tarafa nasıl geçecekti? Tam bu esnada kendisi gibi kötü giyimli dilenciler gördü ve kafasında bir umut ışığı belirdi. Onları gizli bir yerden gözetlemeye başladı. Hepsi aynı şeyleri yapıyorlardı. Yamuk yumuk yürüyorlar, gelen geçene el uzatarak bir şeyler istiyorlardı. Bu esnada da sürekli olarak ‘Allah, Allah, Huu’ diye bağırıyorlardı. Ardından da bütün cesaretini toplayarak onların yakınlarına yerleşti. Birkaç deneme yaptı. İtiş kakışa maruz kaldı ama sonunda ona da para, ekmek, lokum verilmeye başlandı. Sonra da diğer dilencilerle sokak sokak dolaştı.”
Bonnebeau’nun gemisiyle karşılaşma
”Yorulmuştu, karnı da çok açtı, ama artık istediği bölgedeydi. Yanındakilere baktı. Elinde 3-5 kuruş vardı. Bu bir ziyafet parası etmezdi, fakat gene de ufak bir yiyecekle açlığını bastırabilecekti. Tam istediği yere ulaşmıştı, ama burası en tehlikeli alandı. Bu nedenle hava kararana kadar saklandı ve sonra da dikkatlice gölgelerden faydalanarak Yedi Kule’ye kadar gelebildi. Bir anda artık Marmara Denizi’nin kıyısında olduğunu fark etti ve çok sevindi. Kıyıda birçok iskele ve irili ufaklı çok sayıda tekne vardı. Başlarında ise sahipleri yoktu. Görevli olduğunu tahmin ettiği az sayıdaki insan da uyuklamaktaydı. Hepsini inceledi ve diğerlerinden daha uzakta olan küçük bir yelkenliyi gözüne kestirdi. Sonra tam bir sessizlik oldu, gizlice tekneye yaklaştı, iskeleye bağlı ipini kesti. Yelkenli akıntıyla sessiz bir şekilde Marmara’nın karanlığına doğru süzülmeye başladı. Artık hedef savaş alanıydı ve silah arkadaşlarını bulmaktı. Aç ve susuz yolculuğu 3 gün sürdü. Bayılmak üzereyken Çanakkale girişinde bekleyen Bonnebeau’nun gemisiyle karşılaştı. Kurtulmuştu, kayığın içindeki gemiye alındığında Bonnebeau bir çığlık attı. Arkadaşına yeniden kavuşmuştu. Bir an Bonnebeau’nun aklına Sami’nin söyledikleri geldi. Şöyle demişti, ‘Allah her şeye kadirdir. Hiç kimse imkansız diyemez.”