Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcısı Dr. Aslan YAMAN, Haberiniz’e yazdı:
Devlet Kamu Yararını Gereğince Yerine Getirmek Zorundadır
İdare hukuku doktrininde devletin varlık sebebinin ortak ihtiyaçların karşılanması, toplumun geneli için faydalı ve gerekli olan faaliyetlerin yapılması zorunluluğu olarak tarif edilirken, “umumun menafiine hadim” olabilmek için zaman zaman bireysel yarar ve çıkarların görmezden gelinmesi zarureti dolayısıyla üstün bir kudret kullanmasının gerekli olduğunu da göz önünde bulundurmak gerektiğine dikkat çekilir. (örneğin Onar, 1966: Cilt I 1-10) Hatta alınan kararların adına karar alınan toplulukla bağını koparacak kadar ileride bir görüşle; idarenin varlık sebebi ve temel amacının kamu yararını sağlamak olması dolayısıyla, idarî kararların idarenin tek yanlı iradesiyle alınacağı ve idari faaliyetlerde kural olarak ilgililerin rızası ve onayının aranmak zorunda olunmadığı ve idarenin, uygulamaya yönelik kararlarını tek taraflı olarak hayata geçirmekle görevli ve yetkili olduğu da ileri sürülmüştür.(Örneğin, Balta, 1972 Cilt 1: 3)
Devletin görevleri içinde yer alan tam kamusal hizmetlerin (örneğin şehirlerin planlanması) yerine getirilmesi için vatandaşların hizmeti satın almak için bir tercihte bulunma hakları olmadığı gibi, devletin de bu hizmetleri yerine getirmekten kaçınması veya ertelemesi de mümkün değildir. Bir bakıma devlet ile vatandaşların, ülkede bir arada bulunmalarının yaşamın devam ettirilmesinin formülü gibi görünüyor. Devlet, refah ve mutluluk sağlayacak; vatandaşta, vergi ve diğer yükümlülükleri ile devletin devam etmesini temin edecektir. Anayasa’da yer alan bu ilkelerden hareket eden bazı çalışmalarda (örneğin Eroğlu, 2014: 23) devletin görevleri 3 başlık altında toplanarak;
Toplumsal hayatın devam etmesini sağlamak,
Toplumsal ilişkilerin kurulması ve geliştirilmesini sağlamak,
Kurulmuş olan ilişkilerin devam etmesini sağlamak,
olarak tasnif edilmiştir. Bu şekilde toplumsal yapının devam etmesi için gerekli mal ve hizmetlerin üretilmesi, arada sosyolojik bağlar kurulması ve toplum adına konulmuş kuralların bozulmasını önlemek ve bozulan ilişkileri tamir etmekte kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi olarak kabul edilecektir.
Depremlerde Devletin Hizmet Kusuru Var mıdır?
Devletin (İdarenin) deprem öncesi yerine getirmesi gereken yükümlülükleri yerine getirmemesi veya gerekli önlemleri almaması nedeniyle oluşan can ve mal kayıplarından sorumlu tutulacağı kuşkusuzdur. Devlet can güvenliği başta olmak üzere, tüm ülke vatandaşlarının sağlık, güvenlik ve huzuru için her türlü önlemi almakla yükümlüdür.
İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. Maddesine göre “ İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar” tazminat talebi ile dava açabilirler. İdare Hukuku açısından idari işlem ve eylemlerden dolayı zarar görülmesi durumu ise; devletin yerine getirmesi gereken hizmetleri “kötü ya da eksik yerine getirilmesi” “geç yerine getirilmesi” veya “hiç yerine getirilmemesi” durumlarından doğacak zarar ve ziyandır ki; devlet bu zarar ve ziyadan sorumlu olur. Bu kapsamda konuyu tartıştığımızda depremin gerçekleşmesinden önce alınması gereken tedbirlerin alınmaması nedeniyle, depremde ortaya çıkan zarar ve ziyanın tazmin edilmesinden daha doğal ne olabilir. Yapılacak binaların nereye ve nasıl yapılacağına karar veren, imar izni ve yapılmış binaların yaşanabilir olduğuna dair iskân iznini veren bizatihi devlettir.
O halde; bir hizmet kusuru olduğu apaçık ortadadır. Konuya idare hukukunun genel ilkeleri ve yargılama hukuku açısından baktığımızda da dava konusu edilebilecek başlıca iki tür kusur görülmektedir. Birinci tür davalar İdare Hukuku yazınında “İdarenin Hizmet Kusurundan Kaynaklanan Tazminat Davaları” olarak isimlendirilir.
Bu tür davaların dışında idarenin hiçbir kusuru bulunmasa dahi, oluşan zarar ile idarenin faaliyetleri arasında nedensellik bağı varsa, bu durumda “İdarenin Kusursuz Sorumluluğundan” bahsetmek mümkün olur ve oluşan zarar ve ziyanın tazmin edilmesini gerektirir. Ancak İdarenin sorumluluğunu azaltan veya ortadan kaldıran bazı durumların varlığı halinde ortaya çıkan zarar ve ziyandan idare ya tamamen ya da kısmen sorumlu tutulamaz.
Bunlar
- Mücbir sebeplerin varlığı
- Beklenmeyen bir durum doğması
- Zararın kişinin kendi davranışından kaynaklanması halleridir.
Buna göre; depremden maddi olarak zarar gören ve yakınlarını kaybeden yurttaşlarımızın açacakları davalarda, idare kendini ancak bu durumların varlığına bağlı olarak savunabilir.
Demek ki; gerçekleşen depremlerde idarenin sorumluluğu açısından üzerinde en çok durulacak konulardan biri olarak karşımızda depremin mücbir sebep olup olmadığının tartışılması gereği çıkıyor. Bir olayın mücbir sebep olabilmesi için olayın kaçınılmaz olması ve depremde gerçekleşen zarar ve ziyanın engellenebilir olup olmadığına bakmamız gerekiyor. Diğer yandan, ülkemizde belli aralıklarla tekrarlayan depremlerin bir olgu olarak varlığı yanında bilimsel çalışmalarla nerede ise depremin ne zaman gerçekleşeceğine kadar bilinmesi ve çıkarılan yasalar, yönetmelikler, genelge gibi bir çok yasal düzenleme ile idarenin bilinen ve öngörülen bir konuda yerine getirmesi gereken yükümlülükleri açıkça ifade edilmiştir. İdarenin bildiği bir konuda üzerinde düşen yükümlülükleri yerine getirmemesi (yerleşim yerinin doğru seçilmesi, uygun malzeme seçimi, doğru inşaat yöntem ve tekniklerinin uygulanması, doğru kullanım olup olmadığının denetlenmesi gibi) halinde doğacak zararlardan kusur sorumluluğu çerçevesinde sorumlu olacaktır.
Deprem Mücbir Sebep Olarak Kabul Edilebilir mi?
Yüksek Mahkemelerimiz tarafından mücbir sebep uzun uzun tartışılmış ve mücbir hem tanımlanmış, hem de şartları ortaya konulmuştur. Buna göre “kökeni, doğal, sosyal ve hukuki olması itibarıyla failin dışında kalan, fail tarafından önlenmesi mümkün olmayan, önceden takdir ve tahmin edilemeyen olaylar” mücbir sebebi oluşturur. Yine mahkeme kararlarına göre mücbir sebebin varlığından söz edebilmek için somut olayda üç şartın birlikte varlığı şarttır.
Bunlar
- Somut olayın İdarenin dışında gerçekleşen bir olaydan kaynaklanması: dışsallık
- Somut olayın önceden tahmin edilmesinin mümkün olmaması: öngörülemezlik
- Somut olayın gerçekleşmesinin engellenemez olması: önlenemezlik
Bu şartların birlikte varlığının detaylıca tartışılmasını bir kenara koyarak özetle ele alırsak depremin İdarenin dışında gerçekleştiği açıktır. Bu nedenle mücbir sebebin ilk şartı olarak kabul edilen dışsallık şartının gerçekleşmiş olduğu tartışmasızdır. Aynı şekilde depremin önceden tahmin edilmesinin mümkün olup olmadığının tartışılması halinde ise; hem tarihi geçmiş, hem bilim adamlarının çalışması ve uyarıları ile depreme yönelik yapılan yasal düzenlemelerin varlığında idarenin deprem olacağını öngörememiş olmasını öne sürmek olanaklı değildir. Yine aynı şekilde depremin bir olgu ve ülkemizin büyük bir kısmının deprem bölgesi olması nedeniyle alınan önlemlerle depremde ortaya çıkan zararların önlenmesi mümkün iken önlenemezlik şartının gerçekleşmiş olduğunu ileri sürmek de olanaklı değildir. O halde mücbir sebebin üç şartından ikisi gerçekleşmemiştir.
Danıştay 6. Dairesinin 12.4.2004 tarih ve 2004/2115 sayılı kararında bu yorum aynen korunmuştur.
Sonuç
1999 depreminden sonra oluşturulan imar yönetmeliklerinin uygulanmaması yanında 1999’da şehirlerin kentsel dönüşümünde kullanılması öngörülen fonların kentsel dönüşüm dışında her yerde kullanılmış olması yanında 2003 yılından 2023 yılına kadar 7 kez imar affı düzenlemesi ile olması kesin olan depremlerdeki zarar ve ziyanın bilerek, isteyerek, kastederek büyütülmesini mücbir sebep olarak kabul etmek mümkün olabilir mi? Örneğin 2018 verilerine göre Şubat 2023 depremlerinin etkili olduğu 10 kentte toplam 294.165 yapı kayıt belgesi düzenlenerek, imar ve deprem yönetmeliklerine uygun olup olmadığına bakmadan yasal statü kazandırılmasını öngörülemezlik olarak nitelendirmek mümkün olabilir mi?
Bu şartların varlığında depremden mağdur olan yurttaşlarımızın İdareye karşı, (belediyeler, büyük şehir belediyeleri, Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı, hatta Meclis Başkanlığı aleyhine olmak üzere) dava açma ve uğradıkları maddi ve manevi zararların tazmin edilmesini talep etme hakları mevcuttur. Konunun idari olması nedeniyle İdari Yargıda, maddi kayıplar ve yaralanmalar için maddi tazmin talep edilecek tam yargı davaları açmak söz konusu edilebilir. Aynı şekilde; ölüm, kayıp ve yitikler için manevi tazminat talep edilen tam yargı davaları açılması mümkündür.
Bu yolda açılacak davaların sonuçlarına göre idarenin rücu haklarının kullanılması ile hizmetin ilmine ve fennine uygun olarak yerine getirilmesini şahsi menfaatler sağlayarak engel olanların gelecekte devlette kamu yönetici olacaklar için de büyük bir ders olacağı kuşkusuzdur. Bu davalar hızla açılmalı ve devlet şahsen sorumlu olan kişi ve kuruluşlara rücu etme hakkını kullanmalıdır. Aksi takdirde hızla yaklaşmakta olan büyük İstanbul depreminin yaratacağı maddi ve manevi kayıplar yanında ülkemiz için çok büyük bir güvenlik sorunu oluşturacağı açıktır.