Sessizliğin içinde hissedilen sadece, rüzgârın hafifçe ağaçların ince dallarına dokunmasıydı.
Sanki bütün nefesler tutulmuş, bütün kuşlar susmuştu. Tam aşağımızda masmavi bir çarşaf gibi uzanan denizin dalgaları bile, sahile ulaştığında yavaşça geri çekiliyordu.
Hani A. H. Tanpınar BURSA’DA ZAMAN şiirinde
“ Ve ufkumuzu / Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk / Havayı dolduran uhrevi ahenk”
Diyordu ya, işte böyle bir ânı paylaşıyorduk Kırşehir Öğrt. Okulu, Lisesi ve Eğt. Ent. Mezunları hep birlikte Çanakkale / Şehitlik’de.
Her yıl gelenek haline getirdiğimiz mezunlar toplantımız ilk yıllarda Kırşehir’de yapılıyordu. Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu olarak hizmet veren okulumuzda, kuzeyden- güneye, doğudan-batıya Türkiye’nin yedi bölgesinden erkek öğrenciler yatılı, biz kızlar ise gündüzlüydük.
Hal böyle olunca çok uzak şehirlerden her seferinde Kırşehir’e gelen arkadaşlarımızla anlaşıp, onların da çoğunlukta olduğu, kalma ve turistik, tarihi-kültürel yerleri ziyaret etme imkânı olan yerlerde toplanma kararı aldık. İşte bu karar doğrultusunda Kırşehir’den Nevşehir’e doğru ilk açılımı yapıp sonraki yıl Fethiye’de soluğu aldık.
Yılların hasreti ve her bir yılın bir sonraki yıla hasreti…
Doğrudur, Sn. Şükrü Alnıaçık yazdı, biz “KAVGA DEVRİ ÇOCUKLARI”yız.
KIRŞEHİR, İç Anadolu’nun “Küçük Moskova”sı nasıl olmuştu, ne zaman olmuştu bunu hiç kavrayamadım. Tıpkı AKP’ye oy verenlerin, AKP’nin bu ülkenin başına gelmiş geçmiş en büyük bela olduğunu anlayamadığı gibi…
Bu toplantıların en güzel yanı hiç kuşkusuz bir dönemin tüm sıkıntılarını, kavgalarını, küçücük mutluluklarını paylaşmış, aynı yer sofrasında duru suya salınan bulgur pilavına kaşık sallamış, okul yemekhanesinde bir karavanadan, kurtlanmış kuru fasulye ve nohudu padişah sofrasındaymış gibi yiyip şükretmiş, aynı kavgada aynı ülküyle hemhal olmuş ve –hiç tartışmasız öğrencisi, öğretmeniyle – Ülkücü camianın temeline sağlam taşlar döşemiş eğitim ordusunun tekrar bir araya gelerek ve her toplantıda daha çoğalarak yine ülkenin meseleleri üzerinde fikir alış verişi yapmasıdır.
Ve nihayet bu sene mezunlar toplantımızı 30 Ağustos Çanakkale zaferimizin yaşandığı topraklarda, ÇANAKKALE’de yaptık. Hem de tam 30 Ağustosta.
30-31 Ağustos olarak belirlediğimiz tarihten iki gün evvel ve ben dahil çoğu haber vermeden gelen mezun arkadaşlarımızı zorlukla kalacakları yere yerleştirmeye çalışan Kırşehir mezunu arkadaşımız Mustafa Doğan’ın çabasına bizzat şahit oldum.(Zira yüzme şampiyonası nedeniyle bütün oteller dolu idi o gece)
29 Ağustos Cuma günü öğlene kadar bir çok arkadaşımız gelmiş ve yerlerine yerleştirilmişlerdi. Bizim toplantılarımıza son üç senedir eşler ve çocuklar da katılıyor, hatta gelinler, damatlar ve torunlar. Bu nedenle de biz her toplantıda biraz daha çoğalan, büyüyen bir aileyiz. Elbette bu yıllar içinde aramızdan ayrılıp ebediyete karışanlar da var ama onların aziz ruhlarını her daim aramızda hissediyoruz.
O gün, Bozcaada gezimiz yapıldı. O günün akşamı ilk birlikteki akşam yemeğinde onca yılın anıları yemek masasında bir bir ortaya saçıldı. Sanki yıllar geçmemiş, sanki o günün çocukları aynı o günkü halleriyle bir arada idiler.
30 Ağustosta şehitlik gezimiz için sabahın erken saatinde kahvaltımızı yapıp otelimizin bahçesinde bizi şehitliğe götürecek otobüslerde yerimizi aldık. Elbette gezimizin rehberi Çanakkale’li ülküdaşımız Mustafa Doğan’dı.
İlk ziyaretmiz Kilitbahir Kalesi ve Namazgâh Tabyası. Fatih Sultan Mehmet Han,1462-1463 yılları arasında, İstanbul’un güvenliğinin Çanakkale Boğazı’ndan geçtiğini, İstanbul’a saldıracak düşmanın İstanbul’a varmadan Çanakkale’de durdurulması gerektiğini düşünerek boğazın en dar noktasına Çimenlik kalesi ile karşılıklı olarak yaptırmış Kilitbahir Kalesini.1915 yılının 18 Mart’ın da boğazı geçerek İstanbul’u işgal etmek isteyen müttefik donanmasına aman vermemiştir.
Sonraki durak; Mecidiye Tabyası, orada Seyit Onbaşı’nın heykeli ile fotoğraf karesine girme çabalarımız…
Sonra .Havuzlar yani “nekahat bölgesi” Yemyeşil bir orman, askerlerimizin tedavi edilip dinlendiği yer.
Ve Şahindere Şehitliğimiz, gerçek mezarların olduğu gibi korunduğu yer.
Daha sonra sırasıyla Abide, Seddülbahir.(Yahya Çavuş, Ertuğrul Koyu), Anzac Koyu, 57.Alay Şehitliği, Mehmetçik Parkı, CONKBAYIRI.
Dönüş yolunda yine mezunlarımızdan Çanakkale’li tarihçi arkadaşımız Ahmet Uslu’nun Seddülbahir Özel Müzesini ziyaret ettik.
Bütün gezi boyunca rehberliğimizi yapan Mustafa Doğan’ın Çanakkale ile ilgili her konuya son derece hakim olması, gezi boyunca hikayelerini de dinlediğimiz şehitliğin ağırlığı ve hüznü içinde otelimize geri döndük.
O günün gecesi aramızda olan öğretmenlerimiz ve ülküdaşlarımız, Çanakkale Mezunlar toplantımızla ilgili görüş ve düşüncelerini anlattılar. Her birimiz aynı düşüncedeydik; Kırşehir mezunları “ Küçük Moskova’yı değiştirmiş, dönüştürmüş ve hâlâ aynı sevdayla birbirini kucaklıyordu.
Ancak; “Türk’ün Tarihini değiştiren” savaşlar, zaferler ve verdiğimiz onca şehit bizden memnun muydu?
Her karış toprağında bir şehidin kalbi atan bu vatan, ne yazık ki bugün silahsız, kansız ABD, AB ve PKK’ ya peşkeş çekiliyor
.
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum, biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimizi başka kuvvetler başka komutanlar alabilir.” Diyen bir komutan-Mustafa Kemal-ve bu emri eksiksiz uygulayanlar. Canları, kanları pahasına bu vatanı bize emanet edenler.
1915’ten 2013’e geldiğimiz noktaya baktığımda başladığımız yere mi döndük diye düşünmeden edemiyorum.
Çanakkale Savaşlarından küçük bir anı:
Kocadere Köyü’ne büyük bir sargı yeri kuruluyor.
Urfa’lı, Bosna’lı, Halep’li çok sayıda yaralılar getiriliyor. Bunlardan biri de Lapseki’nin Beybaş Köyü’ndendir ve yarası çok ağırdır.Zor nefes alıp vermektedir son bir gayretle kendisini ziyaret eden komutanının elbisesine yapışarak şöyle der;
-Ölme ihtimalim çok fazla, bir pusula yazdım, arkadaşıma ulaştırın. Ben, köylüm İbrahim Onbaşı’dan 1 mecit borç aldıydım.Kendisini göremedim, belki ölebilirim, eğer ölürsem söyleyin hakkını helâl etsin.” Komutan “Sen merak etme evladım” der.
Kısa bir süre sonra kan kaybından şehit olur.
Aradan fazla bir zaman geçmez. Sargı yerine sürekli yaralılar getiriliyor, bir kısmı ise buraya varamadan yolda şehit oluyordu. Şehit olanların üzerinden çıkan eşyalar, künyeler, mektuplar komutana ulaştırılıyordu. İşte yine bir künye ve yanında da bir pusula…Komutan pusulayı açar ve ağlayarak okur.
-Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helâl ettim.
**************
Biz… Bir mirasyedi, biz; dahili ve harici, bedhahlarla el ele vermiş, biz; gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde olduğumuzun farkında olmayan gafiller. Fakir ve gurebanın bu topraklardaki hakkını el aleme peşkeş çeken, kanla- canla alınmış bu toprakları korumaktan aciz eyyamcılar!…
Sahi… Bize hakkını kim helâl edecek…
************************
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
TTK ve Yüceltsin(Amin)